İlim, Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi...
0539 924 64 98
editor@seriyyedergisi.org
Batıya doğru serpilişlerimizi gölge sayın ve bu gölgeyi suret köküne doğru geri katlayın. Katlayışın bittiği yerde durun ve elinizi alnınıza, aklınızı kalbinize koyarak etrafınıza bakın: “Doğu Türkistan” denilen yer işte; İslam’ın en doğudaki serhaddi de diyebileceğimiz bu coğrafyadır…
●
Kuzeyinde Altay Dağları ve batısında Tanrı Dağları… Güneyinde, batıdan doğuya doğru boyu 1000 kilometreye varan bir kum denizi; Taklamakan Çölü… Doğu Türkistan bu haliyle, kum dolu vazoda açmış ve serpilmiş bir çiçek… Bu çiçek için tehdit şimdilerde; onu kendi sanat üslubunca budamaya çalışan Çin makasından geliyor… Doğusundan… Tabi bir de bu makası; gerçekten sanat icra ediyormuş gibi izleyen İslam dünyası var… Batısında… Doğusundan onu boğmak için uzanan elin cüreti ile batısından ancak onu kurtarmak kastıyla uzanacak elin çekingenliği birleşiyor ve Doğu Türkistan’da ortaya Çin budama sanatının en zalimane tatbikatları çıkıyor… Çin, batı ufuklarında ne aradığını biliyor da, İslam dünyası, doğu serhaddinde neler kaybetmekte olduğunun henüz farkında değil… Yıldızları başımıza taş diye yağdırmak için çalışan düşman karşısında, abandone olmuş bir boksör gibi hepimiz, başımız etrafında dönen sanal yıldızları saymaktayız…
●
Türk asalet kazanı sayılabilecek bu bölgede Çin, sadece bu kazanı karıştıran bir entrika kepçesiydi. Bu kepçenin, varlığı sonlandırmak çapında zararlar da verdiğini kabulle beraber gene de tarihler Çin’i, “enseye tokat” rahatlığına ermiş aleni ve dıştan bir zulüm tatbikindeki zalim olarak yazmaz… İçten karıştıran, düşmanını galebe çalmak için desise ekmeye mecbur bir hile parmağı… Bu parmak, 20. asırda tam bir tehdit parmağına döndü ve 21. asırda “süper güç” yüzüğü de takılmış olduğu halde sallanmaya devam ediyor. Doğu Türkistan’daki asalet kazanını hem entrika kepçesiyle karıştırıyor, hem de “Kim karışır!” pişkinliğiyle havsalasındaki bütün işkence yekûnunu da işe karıştırıyor. Tarih, utangaç bir sincap gibi zaman ağacının kovuğunda titrek… Yadında milat öncesinin İskitler’i, Hunlar’ı, milat sonrasınınsa Göktürkler’i, Uygurlar’ı ve dahi Karahanlılar’ı… Türklük için, varlık gayesinin miladı sayılabilecek bir kavşak… Abdulkerim Saltuk Buğra Han’da, gediğine oturan nur taşı… Çin’in entrika kepçesi, kendi içine çekik ve saklıdır bu devrelerde… Fırsat kollayan çatallı bir yılandili gibidir. Zira göklerin kepçesi, Türklüğü, İslam kazanına atmış ve bir daha ayrılmamacasına onu bu kazanda karıştırmıştır. İşte şimdi; Kızıl Çin pitonu, fırsat gözetme pervasından soyunmuş, bölgeye sokulmuş ve dolanmış, evvela Türklük’ten İslam’ı silmek, silemediği yerde de onu bütün halde yok etmek üzere sahnededir. Bu sahne ki; bütün Müslümanların itikattaki iki imamından biri olan İmam Maturidî, Allah’a giden yolu buradan terennüm etmiş, Kaşgarlı Mahmut gene onun üzerinde Divan-ı Lügat-ı Türk’ten dersler vermişti… İlki “Müslümanlara İslam’ı öğretmek” , ikincisi “Araplar’a Türkleri tanıtmak” vasfıyla burada doğmuş iki Uygur Türk’üydü. Şimdi Çin, burada hem İslam’ı, hem de haliyle İslam’ı temsil makamındaki Türklüğü bölgeden alenen silmek istiyor. Tarih sincabı, zaman ağacının kovuğunda titrek… Bütün Müslümanlara şümullü bir manzara halinde de biz, bu sincabın titrek tüyleri arasında safa süren gamsız bitleriz…
●
Çin, içine doğru çekik emperyalizm mayasını, bin yıl boyunca Çin Seddi’nin ardında tuttu. Türklerin İslam’ı kabul etmelerinden, geçtiğimiz bir buçuk asrın başına kadar böyleydi… Modern zamanların dünyayı küçültmesi, Çin’i bu defa dışına doğru serpik halde mantarlaştırdı ve kalbi İslam’la dolu her Türk’ün başında Çinliyi zulüm kastıyla bitiriverdi. Doğu Türkistan’a musallatlık, 18. asrın ikinci yarısında başladı… İşgal… Ve işgale karşı sayısız kıyam… 1863’te gelen hürriyet:
“Doğu Türkistan İslam Devleti…”
Osmanlı, hasta haliyle Batıda İslam’ın devleti… “Doğu Türkistan İslam Devleti” ise, Osmanlı’ya tabi olarak Doğuda İslam’ın devleti… İsminde bile “İslam’ın emrinde devletlû Türk” manasını tüttüren bu ahenk, Çin ejderhasını kudurtacak bir vaziyet belirtirdi ki; ejderha kudurdu ve sadece 13 yıl sonra yeniden işgale başladı. Sadece 8 yıl sonraysa “Türkistan” ismini sildi, yerine “yeni sınır, toprak” manasına “Sincan”(Şinciang) ismini taktı ve bölgeyi resmen kendine bağladı. O maddesiyle bağladı da, Müslüman Türk ruhuyla bağlandı mı? Elbette hayır… 1928’de Çin’in atadığı genel vali Dikdatör Yang’a nalları diktirildi! Kumul, Turfan, Hotan… Anadolu’da Türkiye Cumhuriyeti, ölmüş Osmanlı’ya “İyice çıksın canı!” diye şiddetle abanmaktayken, Doğu Türkistan’da iş başa düşmüş, gene kıyam başlamıştır. 1933’te Kaşgar’da meyve:
“Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti…”
Gökbayrak, gönderde… Anadolu “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin dini yoktur!” hikmetinin (!) gadri altındayken, atalar yurdunun çiçeği burnunda devleti anayasasına dört temel esas yazdı: İslam, adalet, uhuvvet ve azadlık… Anayasasının ilk maddesi ise şu idi:
“Doğu Türkistan Cumhuriyeti, İslam Şeriatı esasına göre kurulmuş olup, bizim saadet ve mutluluğumuzun kaynağı, kıyamet gününe kadar tahrif, tebdil olmayan ve ilahî yol gösterici olan Kuran-ı Hâkim’in hükmüyle amel edilir…”
Osmanlı’da batan gurub, sanki de dünyayı tam tur dönmüş ve şafağı söktürmek üzere Doğu Türkistan dolaylarından baş doğrultmuştur. Sürdürülebilseydi, doğduğumuz yerden yeniden doğabilirdik. Ama öyle olmadı. Daha isimden başlayan dehşet hali, bu meyvenin Doğu Türkistan ağacında sadece dört yıl kalmasına müsaade etti. “Laik Türkiye”, Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti’nden aldığı mektuba cevap dahi vermedi, takındığı tavırsa ahvalinden şöyle süzülmekteydi:
“Çin ile iyi geçin!”
Garip Türkistan… İçteki didiş, bu defa Sovyet Rusya ayısını bölgeye celp etti ve dağılış peyda oldu… Dağınık vaziyette Rus ayısı ve Çin ejderhasına karşı dalaşmalar… Atalar yurdu, şehitler yurdu… 1944 gene “Üç Vilayet İnkılâbı” denen kıyamlar… İli, Altay, Tarbagatay… Gulca’da devlet… Türkiye’de “Allah” demenin yasak olduğu devirler… Anadolu gölgesinin soluk olduğu yerde, Sovyet himayesi ve gölgesi… Yeni isim, “Doğu Türkistan Cumhuriyeti”… Ve beş yıl sonra Mao, Çin ejderhasının dizginlerini ele geçirince, dizginleri gene elden kaçırılan devlet… Doğu Türkistan, “Sincan Özerk Bölgesi” ismiyle on adet özerk bölgeden biri… Bahşiş gibi verilen ama aslında cebe, bütün maddesini ruhuyla beraber haciz belgesi olarak konulan özerklik, Çin emperyalizmin bu andan sonraki Doğu siyasetine şu dövizi astı:
“Ben sana zerk olunacağım, İslam senden terk olunacak!”
Azacak, azalacak, azacak, azalacak ama bu döviz, 1949’dan beri Doğu Türkistan semalarını daima patronajı altında tutacak… Bu devir, azma, azıtma devri…
●
Zorunlu doğum kontrol yasaları, mecburi kürtaj, Çinli nüfusun nüfuzlu olmak vasfıyla bölgeye yerleştirilişi, bölgede yapılan nükleer denemeler, toplama kamplarında ruhsuzlaştırmalar, Uygur ailelerin evlerine yerleştirilen Çin Komünist Parti üyeleri, zorunlu karma evlilikler, seyahat kısıtlamaları, ibadet yasaklamaları, Nazi kamplarına rahmet okutacak asimilasyon kampları… Daha ne kadarını sayalım? Çin Halk Cumhuriyeti, en adi kimyasal terkiplerle kendini zerk, İslam’ı terk ettirmek için azıyor, azalıyor, azıyor, azalıyor… 1949’dan beri…
●
Doğu Türkistan’da 1949’den beri asimilasyon ve soykırım tam gaz devamda ama bütün dünya olanları, sanki de Türk’ün demi koyu kaçmış da, lezzeti ayarlamak için ona Çin suyu ekleniyormuş gibi çay sefası modunda izlemekte… Oysa koyu kaçtığı söylenen çayın demi değil, Müslüman Türk’ün kanı, koyuluğu kırmak için eklenen de Çin suyu değil, Çin’in zulmü… Hesap edin; 1942’de bölgede her yüz kişiden 78’i idik, şimdi 48’i… Çin zulmünün ufuktaki sefası, yakın gelecekte Müslüman Türk’ü, sade sıcak sudan ibaret bir “kant çayı” olarak içmek hayaliyle süslü…
●
Uygur’un talih kabına konulan özerklik, Çin’in “öz zerk” politikasının lapası… Çin’in, kendini zerk lapası… Dudakları “Kendi içinde özgürsün!” diye konuşan manyağın elleri, “İçini, içime çevirmekte özgürüm!” stratejisine uygun işliyor. Düşünün ki; Doğu Türkistan sınırları içinde bile seyahat özgürlüğü yok! Çin ejderhasının dizginleri, Çin Komünist Partisi’nin elinde ya, laf anlatmaya kalksanız size cevap, ejderha lisanının alevleriyle veriliyor… Böyleyken bütün dünyada, sirk cambazlığı izleme rehaveti… İslam dünyasının bu rehavet tavrındaki fazlası, faydasız üzüntü tavrı? Ölmüş kocasına gözyaşı döken kocakarı tavrı… Böyle bir kadına komşuları teselli sadedinde “Allah’tan geldi ölüm! Ağlama!” dediklerinde şu cevabı alırlar:
“Bilim bilim… Ama insan gene de üzüliii…”
Ölüme çare mi var? Yok! Doğu Türkistan’a çare mi var? Yok! Hadi ağlayalım ve izleyelim… Vaziyetimizdeki tablo bu… Evvela buna ağlamalı ve sonra çare getirecek adımlar atmalı…
●
Çare getirecek adım? Onu devlet atmadan olur mu? Olmaz! Adım atmaktan imtina eden devlete adımı da, millet attırmalı… 1933’te Türkiye’de millet perişandı. Onun perişanlığı zaten devlet elinden çıkmaydı! “Kuran hükmü mü? Yapı paydos!” diyen bir devletin, “Kuran hükmüyle amel edeceğim!” diyen bir devletle zaten işi olmazdı, olmamış da… Bugün öyle mi peki? Kuran’la hükmeden bir devlet gene yok ama Kuran’la savaşan bir devlet de yok… Öyleyse bu devleti, Amerika ile Çin arasında bir çekiştirme unsuru haline getirilmiş Doğu Türkistan davasına tam taraf ve topyekûn müdahil vasfıyla iştirak ettirmek, milletin işi… Yani bizim… Bunun için, işin hakikatini tam kavramak ve meseleyi hakikatini iğdiş edecek musallatlıklardan kurtarmak lazım…
●
Laik kafa, bütün Anadolu’yu laikleştirmek istedi. Başına şapka, sırtına smokin, kitabına Latin harfleri, camiine davar, sakalına ateş, örtüsüne pençe… Muasır medeniyeti yakalatacak onluk bir şırınga gibi laiklik, milletin ısırmadık mafsalını bırakmadı… Vatanın Batı yakasında bir nebze semeresi alınan laikleştirme politikaları, vatanın doğusunda, o da güçlü medrese geleneğinin mukavemeti sebebiyle akamete uğramıştı. Örtülü işgal yılanı, milleti doğuda da dişlemek için sokuluyor ama bir türlü çatallı dilini maharetle kullanacak fırsatı bulamıyordu. En sonunda bunun için de bir çare buldular. Bölgeye girmesine müsaade edilen Amerika’nın Çekiç Güç’ü ve orduya hâkim vaziyetteki bir kısım Laik paşalar… Fitne kazanı fokurdatıldı… Ve ve ve… Sahneye, kasıtla ezilmiş Kürt’ü mahsustan kurtarmak üzere Marksist PKK sürüldü… Laikliğin giremediği yere, kaba ırk hissiyatlarını okşayarak girdirilen bölücü ve Allahsız örgüt… İsmi lazım değil, bu örgütün siyaset ayağında “Genel Başkan Yardımcısı” vasfıyla faaliyet gösteren bir kadın, yakın zamanda aynen şöyle demişti hatırlayın:
“Kemalistlerin aslında bizimle birlikte hareket etmeleri, bizi sevmeleri lazım… Zira onların Batı’da yapıp da Doğu’da başaramadıkları şeyi, biz Doğu’da yapmaya çalışıyoruz…”
İslam’ın izlerini silmeyi, laikleştirmeyi yani… Hatırlayın ve asla unutmayın… Müslüman Türk ve Kürt’e, Gezi Parkı Olaylarının içinden “Apolu ve Atatürklü” pankartlarla nanik yapan millet düşmanlarını… Ve ve ve… Daha geçtiğimiz günlerde Maoist Çin’e candan bağlı Maoist Parti’nin yandan çarklı genel başkanının da katıldığı bir Çin seyahatinden, üst düzey bir Çinli yetkilinin ağzından aktarılan notları hatırlayın, asla unutmayın ve büyük fotoğrafın içine katın:
“Çin yönetimi halkını gericiliğe karşı uyarıyor ve daha ileri bir toplumsal hayat kurmak için aydınlatıyor. Türkiye’den bu kadar çok tepki gelmesi anlaşılır değil. Biz Atatürk’ün yaptığını yapıyoruz. Atatürk gericiliğe karşı nasıl büyük bir aydınlanma seferberliği yürütüp başarılı olduysa, biz de aynısını yapıyoruz. Millet mektepleri, okuma yazma seferberliği, Halkevleri, Köy Enstitüleri, cahil ve yoksul Türk halkını aydınlatıp, kaynaştırdı. Çin’de olan da budur…”
Çin’de olan gerçekten budur ve hedefte, aksakallı Uygur Türk’ünün, bakanının nazarlarına nur tayfları çeken Müslümanlığı vardır…
●
Baltalı Zagor romanlarından fırlama histerikli ırkçılar aksini düşünse de, hakikat şudur: Doğu Türkistanlı Türk, Müslüman olmasaydı, başında bela da olmazdı! Öyleyse bu bela onun başındayken kendi başını selamette gören Müslüman da şuna inanmalı: Doğu Türkistan Türkü için gamsızlığım, Müslümanlığıma gamsızlığımın resmidir! Bu da hakikat… Fotoroman ırkçısı üç buçuk tipin, asla suretlerini eksik etmedikleri Doğu Türkistan enstantanelerinden “Bize ne Arap’tan, bize ne Gazze’den!” böğürtüsünü kesmeli ama bunun için evvela “Arap’ı din kardeşi, Gazze’yi milli mesele” gören herkes kendi suretini Doğu Türkistan davasının tam merkezine yerleştirmeli… Aslan, daimi uyuduktan sonra böcekten fark belirtmez ve onun kükremediği yerde böcekler şarkı söyler… Bu da kanun…
●
2003 yılında röportaj yaptığımız Doğu Türkistan Derneği Genel Başkanı ile 2019’da da röportaj yaptık:
“16 yılda kazanılan bir şey var mı?”
“Kazanılandan geçtim, kaybedilen çok şey oldu? Çin’in 1949 işgalinde Urumçi’de en fazla yüzde 5 Çinli vardı. 2003 röportajımız esnasında Urumçi’deki Çinli nüfusu yüzde 20 idi. 16 yıl sonra, yani 2019’da Urumçi’deki Çinli Nüfusu yüzde 98…”
Anlaşılan o ki; Doğu Türkistan’da, kaybetmenin kendisini de kaybedeceğiz… Yakın gelecekte anlaşılan odur ki; Doğu Türkistan kazanını, dünya ile birlikte iyice çalkaladıktan sonra Çin:
“Buyurun! Bölge insanına soralım!”
Diyecek ve Müslüman Türk izi silinmiş olduğu halde Atalar yurdunu “Her şeyiyle Çin toprağı” diye tescilleyecek… Ah nerede, Çin’in tarafımıza doğru kanser gibi serpilen bu yayılmacılığı karşısına, kemoterapik bir karşı koyuş gösterecek İslam dünyası… 16 yılda 16 örtük-açık proje ve taktikle olsun bölgeye el uzatılamaz mıydı?
●
Bizim uzatmadığımız eli, Amerika uzatmaktadır. Elbette timsah tokası olarak… Uygur diasporası üzerinde kurduğu nüfuzu, el uzatmasından vaki bir semere… Mazlum Uygur diasporası da bu timsah tokasını, Çin ejderhasının şerrinden kaçarken sığınılmış geçici bir liman görmekte… “Denize düştük, yılana sarıldık napalım!”, dillerinde değilse bile, hallerindeki izah özeti… Türkiye, Rus ayısı, Amerika fili ve Çin ejderhası arasındaki üçgene sıkışmış bir geyik vaziyetindeyken, kendiyle beraber bütün dünya mazlumlarına ve dahi Doğu Türkistan’a, boynuz kuvveti ile değil, ince siyaset aklıyla yetişmeli… Rus ayısı ile Amerika filini ebedi bir boğuşmanın kucağına bırakacak, Çin ejderhasının ateşiyle kâh birini, kâh öbürünü kızartacak, üç şeytanî mahfildeki gücün dengeleştirildiği bir ortamda da gücü, kendi lehinin istikametine yönlendirecek… Heyhat… Nerede bu devlet ki; milletine halâ “Çocuğuma Yoga istemiyorum!” zımbırtısının notalarını terennüm ettirmekte… İçimize kaçırılmış ifriti çıkarma cezbeleri geçirirken, bizi uzak kalmış vatan ellerinden dişleyenlere karşı ancak teselli nağmeleri döktürürüz:
“Kendisi himmete muhtaç bir dede
Kaldı ki; gayrıya himmet ede…”
●
Hoş, Doğu Türkistan, zaten “kendimiz”… Gayrımız değil yani… Mesele kat kat içimize duhul eden ifritlerde düğümlü… El an, 2003’ten 2019’a kadar vatanı idare eden Ak Parti camiasında bile bugünlerin moda konusu şudur:
“Ak Partiyi, AKP’lilerden kurtarmak…”
Recep Tayyip Erdoğan’ın, TİKA üst düzey vazifelilerini topladığı hususi bir toplantıda aynen şöyle dediğini biliyoruz:
“İmkânsa, buradayım, sonuna kadar… Yetkiyse, işte buradayım, tüm yetkiler sizin… Dünyanın neresinde bir Türk, bir Müslüman ihtiyaç halindeyse yetişeceksiniz, aksi durumda biliniz ki ağ….. s……m!”
Heyhat ki; Anadolu’yu Yoga istilasından bile, eski bir bürokratın Cumhurbaşkanına hususi telefonundan attığı bir mesaj kurtardı! Heyhat ki; ne heyhat; böyle bir idare başının olduğu yerde, silolar dolusu ağ….. s……k bürokrat var! Demek ki iş fikirde; Doğu Türkistan’ı kurtaracak fiil eli bile devletteki fikir ahengi kurulduktan sonra peyda olacak… Fikrî ahenkten mahrum bir devletteyse vaziyet, başkalarının üzerinde boğuştukları bir yolgeçen ringine delalet etmek zorunda…
●
AK Parti’yi, Akp’li yalloşluğuyla yelleyen ve bize göre nihayetinde sağladığı faydayı toptan zarar halinde mahsup edecek bir televizyon kanalı, Çin devlet televizyonunun daveti üzerine Doğu Türkistan’a muhabir gönderdi. Muhabirin oradan konuştukları:
“Gittiğimizde o ön yargıların yıkıldığını gördük. Çünkü biz Batı medyasını okuyoruz. Batı medyasına göre hareket edip pozisyon alıyoruz. Ne kadar hata yaptığımızı gördük… Gerçekten suça meyil etmiş, suça bulaşmış iki kesim var orada… Orada bir terapi merkezi gördük… Kusuru insan yapar, sonra farkına varmak da, hatadan dönmek de yine insana erdem yapan bir durumdur. Aldıkları eğitimler, hem sanatsal faaliyetler, hem de eğitim alanındaki birçok şey… Aynı zamandan da katma değere fayda sağlamak…”
“Yoksullukla mücadele kapsamında köylülere kurulan küçük şehirleri, sunulan iş imkânlarını ve şiddete bulaşan insanlar için yapılan, Batı medyasının kamp dediği meslek edinme ve hayat tekrar kazandırma yurtlarını ziyaret ettik…”
AKP’li kanalın AKP’li bu muhabirine Ak Parti İstanbul milletvekili Mustafa Yeneroğlu sert tepki gösterdi:
“Batının propagandasıymış! Sanki Çin inkâr ediyor veya sicili temiz! Kusuru olan insanlar eğitimle tedavi ediliyormuş! Ne kadar insancıl politikaları varmış! Bağımsız haberlerin aksine varsayalım ki yaygın işkence yok… Peki, asimilasyon insanlık suçu değil mi?”
Tepkiler çoğalınca aynı muhabir sosyal medya hesabını gizledi, kem etti, küm etti, çeviri hatası dedi, işi “İftiraya uğradım!”a vurdu , zarta yordu, zurta vurdu ve:
“Mahkemede hesaplaşacağız!”
Diyerek köşesine çekildi. Fikirsiz destekteki ayı dostluğu! Düşünün ki; “toplama merkezi” ya da “kamp” demekten imtina ettiği ve Çin ağzıyla “özenilesi eğitim merkezi” dediği bu yerlerin varlığını birkaç ay öncesine kadar Çin resmen reddetmiş ama milyonlarca kişiyi sorgusuz mahkemesiz kapattığı bu toplama merkezleri toplamda 140 futbol sahası büyüklüğüne erip de uydudan fotoğraflanınca kabul etmişti:
“Buralar, aşırılığa bulaşan kişilerin rehabilitasyon merkezi…”
Aşırılığa bulaşan milyonlarca Müslüman Türk! Rehabilitasyon dedikleri de, İslam’dan soyutlanma seansları… Artık bütün dünyaya aşikâr olan toplu asimilasyon zulümleri, kıytırık dünyadan ağız ucuyla da olsa tepki görmeye başladı.
Fransa:
“Bu kamplar kapatılmalı…”
Kamplara bir insan hakları komiseri göndermek isteyen ama engellenen Almanya:
“Şok olduk… Bu kampları görmek için yeni bir girişimde bulunacağız…”
Kanada:
“Çin! Uygur Türklerine insan hakkı ihlali uygulamaktan vazgeç… Bizim gibi özgür insanlar, bu imkândan yoksun olanlar için ayağa kalkmalı…”
Amerika zaten, Doğu Türkistan kuzusunu bir kurt gibi, kendi iştahının müstakbel mevzuu olarak hep okşuyor, dünyadaki yeni rakibi Çin sırtlanını sahte merhamet lisanıyla hep kınıyor. Bunları kaydetmemiz, bu açıklamalar ve aylar boyunca Türkiye’nin hep suskun kalmasına işaret için… Onlar hep konuştu, biz hep sustuk… Dışişleri düzeyinde ilk konuştuğumuzda da, oltaya gelen acemi balık pozisyonuna düşürüldük… Mevzu; Ozan Heyit’in öldürülmesi haberi…
9 Şubat Türk Dışişleri:
“Bir bestesi yüzünden 8 yıl hapse mahkûm edilen değerli halk ozanı Abdurrehim Heyit’in hapishanedeki ikinci yılında vefat ettiği haberini derin teessürle öğrendik. Bu elim hadise, Türk kamuoyunun Sincan bölgesindeki ağır insan hakları ihlalleri konusundaki tepkisini daha da kuvvetlendirmiştir… Çin makamlarını toplama kamplarını kapatmaya davet ediyoruz. Abdurrehim Heyit'i ve Türk ve Müslüman kimliğine sahip çıkmak uğruna hayatını kaybeden tüm soydaşlarımızı rahmetle anıyoruz”
10 Şubat Çin Dışişleri:
“Türkiye Dışişleri Bakanlığı’nın açıklamaları son derece yanlış ve sorumsuz… Uygur halk ozanı Abdurrehim Heyit ölmüş değildir. Ulusal güvenliği tehlikeye atmak suçuyla tutuklu bulunduğu cezaevinde ve sağlık durumu iyidir… Ayrıca mevzu bahis edilen yerler ‘toplama kampı’ değil, mesleki eğitim kamplarıdır…”
Ozan Heyit’in kısa bir videosunu da yayınlayan Çin, kalemize esaslı bir diplomasi golü atmayı da ihmal etmiyor:
“Tepkimizi Türk makamlarına ilettik… UMARIZ TÜRKLER, YANLIŞ İLE DOĞRUYU AYIRABİLİRLER…”
Çin adına netice? Ozan Heyit’in gerçekleşmeyen ölümünü gösterip, toplama kamplarını “mesleki eğitim merkezi” olarak tescil ettirmek! Hâlbuki Türk Dışişleri, en feci bir iş üstündeyken Çin’i fotoğraflamalı ve bu fotoğrafla asimilasyon merkezi işlevi gören “toplama kamplarının” kapatılmasını en üst perdeden dillendirmeliydi. Ozan Heyit’in sahte ölüm haberiyle ülke kamuoyunun tavan yaptırılan hissiyatı, birkaç gün sonra bunun sahte bir haber olduğunu öğrenince tabana vuruyor ve “Yalancı Çoban” hikâyesinin emsal vaziyeti bütün idraklere ibla ettiriliyor. Ters operasyon… Bin doğru zulüm haberi içine birkaç yalan haber yerleştir, sonra da iletişim projektörlerini yalan haberler üzerine doğrult, kamuoyunu ağlat, sonra da onlara boş yere ağladıklarını ilet, böylece bin doğru zulüm vakıasını perdele… Millet olarak bu tür operasyonların zoka tadına bayılan balıklarız da, vatan transatlantiğinin şanlı balıkçısı olması gereken devletteki bu zoka zaafı nereden kaynaklanmaktadır? Dedik ya; tavandan taban fikir ahenksizliği…
●
Karşı meradaki koyunları birer birer yiyen azgın bir kurt… Onun şikâyet edildiği merhametli çoban… Bir koyun… Gitti… İki koyun, gitti… Köyün vicdanı merhametli çobana yardım etsin diye sesleniyor ama nafile… Çoban suskun… Üçüncü koyun… Dördüncü koyun… Ellinci koyun… Çoban suskun… En nihayetinde merhametli çobanın hissiyata gelip sopayı eline alışı, kurdun koyun yediği bir ana değil de, uyuduğu bir ana denk geliyor. Kurtta, çobana karşı cakalı bakışların manası:
“İş ara kendine gaza gelme!”
Çobanın bir vurumluk sopası elinde, kurdun ebedi koyun mezalimi kendinde kalmıştır… Ozan Heyit mevzuunda düşürüldüğümüz durum budur ve hissiyat istismarına dayalı ters operasyon avcılığıyla bu ve benzeri haberlerin köküne, kökünü kurutmak üzere inilmelidir…
●
Türkiye’ye “Gaza gelme!” diyen Çin… Türkiye’ye “Gaza gel!” diyen Amerika… Zıt ve dev kutuplar arasında Türkiye, daima hakikat kutbu bir asalet ülkesi olarak kendi kutbunu merkezîleştirmeli ve eski devirlerinin yitik azametini Doğu Türkistan davasında görmeli…
●
Türkiye için Doğu Türkistan davası, bir kâr ve menfaat meselesi değil… Bir ar, namus, din ve haysiyet meselesi… Böyleyken Doğu Türkistan; Rus ayısı ile Amerika sırtlanının, Çin ejderhasının elindeyken “Biraz da bize!” diye ağız salyası akıttıkları mazlum bir ceylan… Mazlumluğuysa, ruhuyla Müslüman, maddesiyle de Allah’ın onu kendi ormanında kıldığı maliklikten gelmekte… Doğu Türkistan, bakir bir enerji yatağı… Türkiye’nin iki buçuk katı büyüklüğünde el değmemiş bir alan ve uranyum, petrol, doğalgaz derken tam 118 çeşit madene yatak… 1.5 milyarlık Çin, ihtiyaç duyduğu enerjinin üçte birini Doğu Türkistan sahasından temin etmekte… Gıdasını bile… Doğu Türkistan, köpek iştahlı Çin için bir tahıl ambarı… Bir de, Pekin’den Londra’ya kadar kendisini yaylandıracak “Bir Kuşak Bir Yol Projesi”nin de eşiği mesabesinde… Amerika sırtlanının doğal serpilme alanlarında gezinebilmek için Doğu Türkistan eşiğini, her an geçilebilir güvenli bir mıntıka haline getirmesi lazım… İşte güvenliği de, Uygur Türk’ünün ruhundan İslam’ı gidermekte yatmakta… Amerika sırtlanı, bakir enerji yataklarına salya akıtırken istiyor ki; Uygur Türk’ü Çin ejderhasının başını ağrıtsın ve Londra’ya doğru yola çıkarken daha eşikteyken onu durdursun… Bu manzara, içimizdeki fikir çilesi ve daha haysiyetinden mahrum köşe tutmuşlara, Doğu Türkistanlı’nın canı Çin ejderhası tarafından her acıtıldığında kulaklarını tıkamak ve kaba tarafından şöyle bir şerefsizliğe başvurmak şeklinde tezahür ediyor:
“Aldanmayın! Amerika, Çin ile aramızı bozmak istiyor!”
Oysa Amerika’nın, Çin ile aramızı bozma niyetiyle beraber, Çin’in, Doğu Türkistanlı’nın canını yakma vakıası da doğru… Ama böyle tipler, iki doğrudan, en doğruya doğru götürecek haysiyetli bir bakış açısı geliştiremezler, zira haysiyet ve fikirden yoksundurlar! Ak Partili milletvekili, Çin’in Doğu Türkistan çalışmalarını öven AKP’li kanalın muhabirine “Kes sesini!” derken aslında, bu tiplerin cümlesine seslenmekteydi. Doğu Türkistan ceylanını Amerika sırtlanından güya sakındıktan sonra, onu parça parça yiyen Çin ejderhasına “Afiyet olsun!” diyen haysiyet ve fikir yoksunlarına… Bunlar, “her devrin iti köpeği” vasıflarıyla anın içinde beliren menfaatlerine bakarlar, maaşlarının selametine bakarlar, makamlarının idamesine bakarlar, rahatlarının bekâsına bakarlar ama asla İslam davasının, insanı Hak-Batıl kutupları arasında çağırdığı haysiyetli tavır ve hakikatli istikamet mücadelesine bakmazlar. Yarın Amerika ile uyuştuk, Çin ile bozuştuk mu misal; aynı adamların fahişe vizitesi kıymetindeki tavır tabelalarında bu defa şöyle yazacağı muhakkaktır:
“Aldanmayın! Kızıl Çin, Amerika ile aramızı bozmaya çalışıyor!”
Bizi içimizden bozan bu tiplerin, onları üreten sistemle beraber canını okuduğumuz gün, Devlet ve Millet ahengiyle Doğu Türkistan davasını da doğru okuyacağız…
●
Çekirge kaynayışı halinde kendi ördüğü settin ardında duran Çinliyi kıyametin istilacı “Yecüc Mecüc” topluluğu sayarsanız, Doğu Türkistanlıları da, bu ifritlerin Batıya doğru akışlarını engelleyen nurdan bir set sayabilirsiniz. Doğu Türkistan’da set olmazsak, Çin ile setr olunacağız… Fısıltısı eşiğimizden gelen kızıl yılanı durdurmazsak, fısıltısını yakın gelecekte beşiğimizden duyacağız…
●
Vaktinde bir Süleyman Çolpan varmış… “Güzel Türkistan” isimli şiiri kendisinden meşhur Çolpan, Stalin’in başlattığı “Aydınları Temizleme Hareketi” neticesinde kurşuna dizilmiş... 1938’de... Feryadına kulak verelim:
“Güzel Türkistan sana ne oldu?
Seher vaktinde güllerin soldu,
Çemenler berbat, kuşlarda feryat
Hepsi bir mahzun, olmaz mı dilşâd?
Bilmem niçin kuşlar ötmez bahçelerinde
Birliğimizin sarsılmaz dağı
Ümidimizin sönmez çerağı
Birleş ey halkım gelmiştir çağı
Bezensin şimdi Türkistan bağı
Uyan halkım bitsin artık bunca zulümler
Bayrağını al, kalbin uyansın
Kulluk, esaretin her şeyi yansın
Kur yeni devlet, düşmanlar ürksün
Yüce Türkistan göklere değsin
Yayıl, yeşer öz vatanın gül bağlarında…”
Bu da asla şiirlik bekleyişe durmaksızın, sadece gönlümüzden anlık taşan bir feryat ve olan ne ise evvela bize olduğunun naziresi olarak bizden ona cevap olsun:
“Güzel Türkistan, bize ne oldu?
Madde çağında, ruhumuz soldu
Bağda gül bülbül, neşemiz boldu
Şimdi sinemiz, kahırla doldu
Bizi kimler yitti, sonra da kimler yuttu?
Mazlum Türkistan, sanki az mıyız?
Mızrabı kırık, telsiz saz mıyız?
Öz yurdumuzda, arsız naz mıyız?
Senle tek canız, candan bizarız
Suçlu olan biziz, sağır kulak, kör gözüz…
En doğumuzdan, kalp içimize
Tarih şahittir, gelmezdik dize
Düşmezdi gölge, ümidimize
Söyle Türkistan, ne oldu bize?
Bilmem niye döndü, göl çöle, bahar güze?
Gök bayrağı kap, Alsancağa kat
Kalp otağında, devlet tuğu çat
Teslimiyet zûl, kıyamda hayat
Can mı Türkistan? Onu Rabbe sat
Körmüş, bönmüş dünya! Haykır: Yaşasın cihat!