İlim, Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi...
0539 924 64 98
editor@seriyyedergisi.org
İnsan hayatı doğum ile başlar ve ölüm ile sona erer. Böyle yekten ifadelendirildiğinde alaycı ve burun kıvırıcı bir tavırla karşılanabilir. Ancak başta istihza tavrıyla yaklaşılan bu söz yavaş yavaş insanda müthiş bir telaş ve korku hissi bırakmaya başlar. Şöyle bir maziye dönüp baktığımızda evvela aklımıza flaş çakışları halinde birkaç an, hatıra falan gelir. Sonra da birdenbire bu anlar tek bir noktada birleşmişçesine tek bir an ifade eder. Sanki bütün anlar bir mikabın içine sıkıştırılmış gibidir. Bütün bir hayat az önce yaşanmış ve elinden kayıp gitmiş gibidir. Her ne kadar inanmak istemesek de hayat işte bu kadar kısa bir şeydir. İnsan hayatı bütünüyle zamandan ibarettir ve sonunda keskin bıçaklı giyotin olan bir mikabın içindedir. İki an, iki nefes ve bir ezan ile bir selâ arasındadır hayat. İki an arasına sığdırılmış birçok andan meydana gelen tek bir andır ömür dediğin…
Anlar geçerken, nefesler alınırken, kulaklar ezanı ilk kez işiteli çok uzun bir zaman geçmişken son merhaleye kadar sürüp gidecek bu serüven ne içindi peki? Hayat ne içindi ve nasıl yaşanmalıydı?
‘’Bütün kâinatı insan için, insanı da kendim için yarattım.’’
Cenab-ı Hakkın kudsi hadiste de buyurduğu üzere biz O’na (c.c) kulluk etmek için yaratıldık. Ve tüm kâinat biz O’na kulluk edelim diye var. İşte varlık hikmetimiz, yaradılış gayemiz… Yani insanın ve tüm mahlukatın bütün işi ve tek davası Allah’a doğru namütenahi bir seyir… O’na varma ve erişme, O’nu arama ve bulma cehdi… Ancak zaman ve mekân kıskacında O’na erişmek muhal… Müceddid-i Elfi Sani İmam Rabbani (k.s) Hazretleri ‘’Allah tecelli etti, verâların verâsında, verâların verâsında, onun da verâsında…’’ buyuruyor. Yani Allah ötelerin ötesinde namütenahi ötededir. Yani O’na doğru bu tekâmül seyri içerisinde O’nu tecrit ede ede O’na yaklaşmak var. O’na ulaşmak, O’nu bulmak yok. Yine İmam Rabbani Hazretleri:
‘’ O ki, Allah zannedersin, o zannettiğin şey Allah’a hicaptır, perdedir.’’
Bu da namütenahi ötede olan Allah’ı bulduğumuz ve gördüğümüz her şeyden gayrı bilmektir. Yani bulmak yok boyuna aramak var, gayret ve cehd var. O (c.c) tespit ve teşhis edilemez. O’nu mutlak tespit ve teşhis iddiası, perdesiz müşahede iddiası O’nu bulmak demektir ki insan idrakinin -yani O’nun bir mahlukunun- O’nu zaman ve mekân kıskacındayken bulabilmesi kabil değildir. O’na yaklaşabilmek için bizim üzerimize düşen ise O olmayanları ama O’ndan olanları tespit ve teşhis, O’nu ise yalnızca tecrit ve tevhiddir.
O’na (c.c) doğru bu tekâmül süreci de cemaddan insana ve insandan da Allah’a doğru bir seyirdir. Bu seyir içerisinde cemad nebata, nebat hayvana, hayvan insana ve insan da Allah’a doğru yol alır. Ancak hiçbir cins kendi nev’ini aşıp bir üst cinse geçemez. Ayrıca her cins de kendi içerisinde kademe kademedir. Bu kademelerde insan ve de topyekûn varlık için en tepede Allah’ın alemleri yüzü suyu hürmetine yarattığı Kâinat’ın Efendisi (s.a.v) vardır. Ardından sırasıyla peygamberler, sahabeler ve velîler… Ve onlar da yine kendi içerisinde kademe kademedir. Misal ashabın en büyüğü Ebu Bekir Sıddîk (r.a) Hazretleri iken en küçüğü ise Hz. Vahşi (r.a) Efendimizdir.
Allah’a doğru tekâmül seyrimizde bizi O’na (c.c) en hızlı ulaştırabilecek kadro ise Sahabî kadrosudur. Sahabî Efendilerimiz de bizim için ulaşılamaz bir noktadır. Bir velî Sahabî’nin büyüklüğünü şu sözleriyle izah eder:
‘’ Sahabî’nin atının burnuna kaçan toz, velinin en büyüğünden üstündür.’’
Ve yine bir velîye onun büyüklüğünü belirtmek için şöyle itidalsiz bir söz söylemişlerdir:
‘’Siz zamanımızda Sahabîlere denksiniz!’’
O velî bu ölçüsüz methe tereddütsüz ve şedid şu karşılığı vermiştir:
‘’Siz Sahabîleri görmüş olsaydınız ‘deli’ derdiniz; onlar da sizi görmüş olsalardı ‘bunlar Müslüman değil!’ derlerdi. Ben nasıl onlara denk olabilirim?’’
Zira onlar Yüce Nur ve Yakıcı Nazar’ın teshirine maruz kalmışlardır. Onları bu denli büyük yapan şey Allah Rasulü’nün büyüklüğüdür. Buradaki ince hikmeti anlamak lazım. Onlar bizim gibi doğrudan güneşe bakamayan acizler için o Yüce Nur’un (s.a.v) yansıtıcılarıdır. ‘’Ashabım yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidayeti bulursunuz.’’ hadis-i şerifindeki ihtar da bu anlamda çok açıktır. Bize düşen bu hikmete sarılmak ve Sahabî Efendilerimizi en baş örneğimiz olarak almaktır. Ayrıca ‘’Ben her günaha şefaat ederim, ille Sahabîlerime dil uzatana etmem.’’ hadisi şerifini duyup irkilmemek de elde değil. O büyük zatlara karşı dilimizin en ufak bir sürçmesi dahi bizi müthiş bir azapla karşı karşıya bırakabilir. Bu yüzden Sahabî Efendilerimize karşı azami derecede yüksek bir edep tavrı göstermeli ve onlara atılan kurşunların önüne kendimizi atmalı ve onlara uzanan çatallı dilleri kökünden koparmalıyız. Bununla mükellefiz. Zira onlar dünya üzerinde yaşanabilecek en güzel devirde yaşamış ve o devri en güzel yapanlar kadrosunda bulunmuşlardır. İşte o devir, Asr-ı Saadet devri ki hakiki yaşanmaya değer hayatın ve hayatların olduğu yegâne devirdir.
Biz yaşanmaya değer hayatı Allah Rasulü’nden ve Sahabî Efendilerimizden öğreneceğiz. İyi, doğru ve güzel olan her şey onların yaşamlarının her anında saklı birer sır gibi. Mesele o sırra erişebilmek ve yaşanmaya değer hayatın ne idüğünü kavrayabilmek. Doğru da bizim için Sahabîlerin hayatlarında tecelli ettiği gibi Allah’ın emir ve yasaklarını yerine getirmektir. Bu da hayatın yaşanan doğru anlar silsilesiyle kıymetlenmesi demektir. Hani doğru parçası da iki nokta arasını bir noktalar manzumesi olan çizgiyle birleştirmektir ya bizim için de gaye hayat doğru parçası gibidir. Nokta, yüzeyde bulunan kesin yer ve konumdur. Doğru parçası da bir noktayla başlar ve biter. Hayat da tıpkı bir doğru parçası gibi iki an arasındadır. İki kesin ve değişmez an… Doğum ve ölüm… Bizim hayat gayemiz de bu iki anı, iki noktayı doğru anlar ve noktalarla birleştirerek o kusursuz doğru parçasına nispetli bir doğru parçası çıkarmaktır. Hayatı doğru anlamlandırmak ve o istikamette yaşamak dünya görüşümüzün merkezini ihata eden fikir olması hasebiyle bu hayat içerisinde atacağımız her adım, var olduğumuz her an son noktaya doğru kondurulan bir nokta hüviyetindedir. Aslında doğru yere, doğru zamanda ve doğru şekilde kondurulan her nokta da bir yanıyla doğru parçası hüviyeti gösterir. Yani her an aslında bir hayattır. İşte insan bu ufak doğru hamlelerle ‘’hayat’’ adını verdiğimiz doğru parçasını oluşturmak gayretinde olmalıdır. Dolayısıyla bizim istikametinden sapan her adımımız ‘’Emrolunduğu gibi dosdoğru ol!’’ ayet-i kerimesinin hikmetinden uzaklaşmanın bir sebebidir. İstikametinden sapan her adım da hayatımızın tam bir doğru parçası ihtiva etmesine engeldir. Ancak attığımız her yanlış adım geri dönülmez bir yola sokmaz bizi. Allah’ın merhametinin en büyük tecellilerinden biri olan tövbe istiğfar gözyaşlarının dışta gözlerimizi içte ise kalbimizi yıkayacağı bir samimiyetle yapıldığında kondurulan her bir yanlış nokta için bir silgi görevi görür adeta. Bu silgi ressamın kurşun kalemiyle çizip sonradan sildiği görünmez çizgiler kadar dahi iz bırakmaya mahal vermez. Hatta bu silgi öyle bir silgidir ki iz bırakmadan silmesine karşılık üstüne bir de sildiği kadar doğru noktayı da yerine konduruverir. Hata, yanlış her zaman olacaktır. İnsan nefsine uyarak yanlış adımlar atacaktır. Mesele hatanın ardından o silginin kuvvetine mazhar olabilmekte. Biz doğru adım atma hasletine sahip olduktan sonra yaptığımız yanlışlar da tövbe istiğfar ile geriye doğru olarak döner zaten.
İnsan o değişmez iki anın arasını türlü meşgalelerle doldurup beyhude geçen bir ömrü geride bırakarak son nefesini veren, Kuran’da Allah’ın ‘’belhüm adal’’ diye ifadelendirdiği hayvandan aşağı tiplerden olamaz. Zira insan Allah Rasulüne (s.a.v) benzediği nispette insandır. Dolayısıyla biz çileye talip olmalı, zehirle pişmiş aşı yemeye istekli olmalı ve o iki anın arasını meşakkatlerle doldurmalıyız. Bu yolda hayatın tam bir doğru parçası halinde olmasının yalnızca Allah Rasulüne mahsus bir keyfiyet olduğunu bilmek ve böylece yola çıkmak da elzemdir. Zira O (s.a.v) hatasızdır, zaten iyi, doğru ve güzel O neyse odur. İyi, doğru ve güzelin nispeti O’dur. Biz de O’nu nispet edinmeli ve Allah-u Teala’nın Ahzap Suresi 72. ayette ‘’Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir ve çok cahildir.’’ buyurduğu üzere; tüm zorlukları, çileleri ve meşakkatleri ‘’can taşıma liyakatini, canların canı uğrunda can vermeyi cana minnet sayacak kadar gözü kara’’ bir şekilde mukaddes emaneti sırtlanmalıyız. Tıpkı çok zengin bir ailenin evladıyken müşrikler diktatoryasının hedefe koyduğu Allah Rasulünün etekleri dibinde kendi elleriyle dünyayı kendine zehir eden ve sonra şehid edildiği savaş meydanında gömüleceği gün üzerine örtülecek bir kefen parçası bile bulunamayan Musab bin Umeyr Hazretleri gibi. İşte hayat Allah’ın rızasını kazanmak için ve bu hayat Musab bin Umeyr Hazretleri gibi yaşandığı zaman kıymetli. Bizim de O’na (s.a.v) tam layık olunamayacağı hatta ‘’O’na (s.a.v) layık olur gibi olduğumuz, layık olmaya layık gibi olduğumuz, layık olmaya layık gibi olabilmeye layık olur gibi olduğumuz demlerde, yıldızların zaten bizden ışığını alacağı’’ şuuruyla bu hayatı anlamlandırmak boynumuzun borcudur. Musab bin Umeyr Hazretlerindeki aşkı ve vecdi nispet alarak, zehirle pişmiş aşı yemeye talip olarak yaşamaktır işte ömür dediğin…