İlim, Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi...
0539 924 64 98
editor@seriyyedergisi.org
Ekonomik politikalar ve uygulanışı bilinçaltımızı, itikat ve yaşantımızı nasıl, ne kadar etkiler? Bu korelasyonun net görüntüsü belki de en çok günümüzde kendini göstermektedir. Yaşadıklarımıza inanmaya başladığımız, ekonomi merkezli kemiyet hesaplarının her işimizde özü oluşturduğu ve küresel konjonktürün dümen suyuna uyarak madde çapındaki vurgunlarımızla motive olarak yeni vizyonumuzun heyecanı içindeyiz. Biz farklıyız diyor. Hz. Ömer (r.a)’in adaletinden dem vurarak kendimizce tırmanmaktayız kapital basamaklarını. Artık akıllı telefonlarımız var bizi biz yapan, maalesef hayâ kapılarımızın yıkıldığını edep sınırlarının aşıldığı bizlere dayatılan bizden uzak kavramların zamanla içimizden biri oluverdiğini, gelenekselleşiverdiğini görüyoruz. Yaşanan süreçle birlikte duyarsızlığımız artıyor, değer yargılarımızı yitiriyor, sürecin bizleri sistematik ve geri dönüşü olmayacak şekilde milli yozlaşmaya sürüklediğini görüyoruz. En önemlisi Müslüman’ın üzerinde taşıması gereken keyfiyetleri yitiriyoruz.
Modern kapitalizm, insanları kendi çıkarının peşinde koşan, hırçın ve kimseye güven duymayan varlıklar haline getiriyor. Küçük yaşlardan başlayan acımasız rekabet ve sınırsız kazanma güdüsü, kişisel başarıyı ve çıkarı her tür değerin önüne koyuyor. Anlayış, hoşgörü, merhamet, paylaşım, dostluk, kadirşinaslık, nezaket, vefa ve cömertlik gibi ahlâkî değerler, adeta bireysel başarıyı engelleyen lüks hasletler olarak görülüyor. Bu tutumun arkasında müstakil bir dünya görüşünün olduğu açık. Bu dünya tasavvuru, “bireysel akılcılık”, “seküler ahlâk” ve “ilerlemeci hümanizm” üzerine kuruludur. Bu üç unsurun birleşiminden modern dünya görüşü ve onun ürettiği ahlâk anlayışı ortaya çıkıyor. İleri sanayi toplumlarının ekonomi alanındaki görece başarısına meftun olan aydınlar, bu üç unsuru da sorgulamadan kabul ediyor. Eğitim sistemimiz, popüler kültür ve kalkınma modelleri, bu verileri eleştirel bir şekilde analiz etmemize neredeyse imkan vermiyor. Modern dünya görüşünün ve ahlâk anlayışının bu üç unsuruna biraz yakından bakalım.
Bireysel akılcılık, tarih ve gelenek gibi kolektif değer manzumelerini baskı unsurları olarak görür ve reddeder. Kişinin her tür özgürlüğünü kutsayan bu bireyci yaklaşım, kişinin aklını, yani o bireyin makul ve meşru gördüğü doğruları, arzuları, kaygıları esas alır. Doğru düşüncenin kılavuzu olması gereken akıl, böylece radikal bireyciliğin ve bencilliğin temeli haline gelir. Kökleri antik Yunan düşüncesine giden “İnsan her şeyin ölçüsüdür” sözü, modern düşüncenin de bireyci ve hümanist felsefesi haline gelir. Oysa bu tip bir bireycilik bizim geleneğimizde hiç bir zaman hoş karşılanmamıştır. Zira insan, ancak başkalarıyla bir arada yaşadığı zaman kendi kendisini gerçekleştirebilir ve insan oluşun manasına erebilir. Eskilerin “İnsan düşünen/konuşan varlıktır” (hayvan-ı nâtık) tanımı insanın akıl ve dil sahibi bir varlık olduğu kadar, aynı zamanda sosyal bir varlık olduğuna da vurgu yapar. Zira düşüncenin dilde ifade edildiği konuşma (nutuk), bireysel değil, sosyal bir eylemdir. İnsanın yeryüzünü imar etmesi, medeniyet kurması da diğer insanlarla beraber mümkündür. İnsan neslinin devamı da şüphesiz karşı cinsin varlığını zorunlu kılar. Bütün bu sebeplerden dolayı klasik düşünce, modern manada bireyciliğe hiç bir zaman kapı aralamamıştır. İnsan ile toplum arasındaki bu dengeli yaklaşımın arkasında, dinin insan hayatına yüklediği anlam vardır. Gelişme ve kalkınma yolunda ilerlemek”, “dünya ile bütünleşmek”, “evrensel standartları yakalamak” gibi tabirlerin dilimize hiç olmadığı kadar yerleştiği bir zaman diliminde yaşıyoruz. Bunlar ve benzeri ifadeler, yaşadığımız geçici hayat ile ne tarz bir ilişki kurduğumuzu anlatıyor aslında.
Gelişmiş/kalkınmış olduğu söylenen ülkelerle aramızdaki mesafeyi kapatmaya çalıştıkça “dünyevîleşme” dediğimiz hali daha yoğun hissetmeye ve yaşamaya başladık. “Piyasa ekonomisi” olgusu kendi şartlarını dayatıyor. Elbette girdiğimiz yolun kaçınılmaz gereği bu.
Acımasız şartların hakim olduğu ekonomik piyasada küçükler, ekonomik olarak daha güçlü olanlarla rekabet edebilmek ve onlar karşısında ayakta kalabilmek için, büyükler de piyasada elde ettikleri payı korumak için sürekli daha çok çalışmak, daha fazla üretmek ve durmadan büyümek zorunda. Kimin geliri daha fazlaysa onun daha çok itibar gördüğü, insanların ne kadar fazla tükettiklerine bakılarak değerlendirildiği bir dünyadayız. Hayat bu hayhuy içinde hızla akıp giderken, bir an için durup şöyle bir soluklanmak ve bizi içine çeken bu anaforun dışına çıkarak olup biteni dışarıdan gözlemek en temel ve ertelenemez ihtiyaç bizim için.
Evet, nereye gidiyoruz?
İbn-i Abbas (r.a.) rivayetine göre Rasul-i Ekrem (s.a.v) bir hadislerinde buyurmuşlar ki: “Her ümmetin bir fitnesi vardır, benim ümmetimin fitnesi ise maldır.” (Tirmizi nr.2336, Ahmet b.Hanbel 4/160, İbn-i Hibban, Essahih nr. 3212, Hakim, El Müstedrek 4/318)
Dünyanın Yüce Kitabımızda sıklıkla “aldatıcı” olarak nitelendirilmesinde şüphesiz bizim için büyük bir uyarı vardır. Kalbinde küçük bir zayıf nokta, iradesinde az bir gevşeklik bulunan kimsenin dünyaya kapılıp gitmesi hayli kolay ve sık rastlanan bir durumdur. Zira dünyaya bağlılık ve düşkünlük bulaşıcı hastalık gibidir. Hastalığın bağışıklık sistemindeki en küçük bir gevşemeyi fırsat bilerek insanı ele geçirmesi gibi, dünya ve dünyalık da irademizdeki en küçük bir zaaftan istifade ile bizi kendisine zebun eder. Bu, insandan insana bulaşan bir hastalıktır. Birinin elindeki servet, ev, araba, yazlık-kışlık, harcama kapasitesi ve tüketim seviyesi, çoluk çocuğuna sarf ettikleri, giyim kuşamı… Bütün bunlar iradesi zayıf insanları özendirir, kıskandırır ve “ben de öyle olmalıyım! ” düşüncesine sevk eder. Mülkün iki tehlikesinden biri budur. Servet sahibi insanlar dayanışma, paylaşma ve infak hassasiyetinden uzaklaştığı takdirde toplumda zenginlerle fakirler arasında uçurumlar oluşur ve bu durum toplumu bir arada tutan bağların zayıflayıp kopmasına kadar gider. Toplumsal patlamaların sebebi budur. Dünyayı bir asra yakın meşgul eden, milyonlarca insanın şu veya bu şekilde mağdur olmasına, sürülmesine, acı çekmesine, ölümüne yol açan komünizm belası böyle zeminlerde gelişip serpilmiştir.
Küçük çaplı bireysel girişimlerin pek bir işe yaramadığı, liberal ekonomik düzenin kaçınılmaz gereği olan acımasız rekabeti sürdürebilmek için şirketlerin birleşip holdingleri, tröstleri oluşturduğu bir dünyada yaşıyoruz. Hep kazanmak, hep en önde olmak, daha çok üretmek ve kazanmak dürtüsüyle adeta canavarlaşmış uluslar üstü sermaye birikimlerinin ortaya çıktığı bu dünyada infakın, dayanışmanın, paylaşmanın, fakiri düşünerek hareket etmenin ve hepsinden önemlisi de serveti bir “emanet” olarak görecek ruh ve şuur durumunu muhafaza etmenin imkanı var mıdır?
İslâm hem bireyi hem de toplumu bu iki tehlikeye karşı muhafaza altına almanın yollarını göstermekte, ifrata ve tefrite meyletmeden, insan fıtratının özelliklerini de dikkate alarak orta yolu göstermektedir.
İslam toplumunun iktisat iç-yapısı hakkında İslam düşüncesinin altın döneminde yazılan klasik eserleri günümüz literatürüne getirememiş bulunduğumuzdan bugün, İslam ülkelerinde üzerinde durulan iktisat ilmi, doğrudan doğruya, batı iktisat teorilerinin bir tekrarı olmaktan, iktisadi olayları batı iktisat postulatlarıyla inceleme ve yorumlamadan öteye gitmemektir. Bu metot ise, her şeyden önce, sosyal hayatın öbür alan ve görüşleriyle iktisadi yaşayış arasındaki bağları hiçe saymakta ve Batının tecrübesinde doğmuş kavramları Doğu ve İslam deneyine uygulama gibi içinden çıkılmaz bir kavram ve realite kopuşuna sebep olmuş ve olmaktadır ve daha iktisat realitesi tespit edilmeden değer hükmü alanına geçiliyor, arkasından da birkaç iktisadi doktrin alternatifinden birini seçmeye zorlanıyoruz.
Batı düşünürleri ve İslam ülkelerindeki izleyicileri, her şeyden önce, İslam’ın teklif ettiği iktisat düzenini sırf teorik, hatta ütopik bir sistem gibi görünüp inceleme ve bugünkü İslam ilkelerindeki iktisat yapısını, birkaç tesir ve şartın kurduğu soyut bir şema çerçevesinde ele alma, bu iki yapı arasında da peşin hükümler dışında bir ilgi aramama yanlışından kendilerini kurtaramıyorlar.
Hâlbuki, İslam’ın getirdiği iktisadi perspektif, Medine’de İslam devletinin kuruluşundan başlayarak bugüne kadar gelmiş İslam toplumuna uygulanmış, iktisadi olaylar akıntısı içine yerleşerek belli başlı bir iktisadi strüktür doğurmuştur. İktisadi yapının İslam dışı sistemlere kaydırılmak istendiği ve bir miktar da gerçekleştirildiği bugün bile İslam ülkelerinde iktisat hayatı, bütün bütüne, İslam’ın etkisinden sıyrılmış değildir. Demek ki, İslam’ın iktisat tarihi, sadece, iktisadi düşünce tarihi olarak ele alındıkça, hem gerçeği tespitten uzakta kalır, hem de İslam’a karşı, ilim ahlakı ve düşünce namusuyla bağdaşmaz bir cinayet işlenmiş olur. İslam’ın iktisat tarihi, iktisadi düşünce tarihi olduğu kadar iktisadi olaylar tarihi olarak da incelenmeli ve bu ikisi arasındaki bağlar aranmalıdır ki, İslam’ın gerçek iktisat sistemi görülebilsin, değerlendirilebilsin. İslam’ın iktisadi doktrini, iktisadi sistemi olaylar içinde gelişe gelişe bir iktisat düzeni doğurmuştur. Bunun ana çizgileri yakalanıp İslam toplumunun iktisadi yapısını orijinalliği kabul edilmedikçe bu ülkeler ekonomisi üzerine yapılan incelemeler aldatıcı anolojiler olmaktan öteye geçemez ve verilen hükümler tamamen izafi olarak kalır. Batı iktisat yapısını temel alan bazı düşünür ve yazarlar kendi iktisadi doktrin eğilimine ve İslam hakkındaki hükmüne göre İslam iktisat yapısını liberal ve sosyalist yapı gibi görmüş ve göstermişlerdir. Yazar, liberalist veya kapitalist eğilimli ve İslam hakkındaki düşüncesi müspetse, İslam’ı kolaylıkla kapitalist bir iktisat düzenine sahip olarak çizmiştir. Aksine sosyalist eğilim taşıyan bir yazar ise İslam’ı eşitlikçi bir ekonomi düzeni olarak sunmuştur. Bunun yanında İslam da propagandaları için yararlanmak isteyen daha nice bir “…izme” bağlı fikir hareketleri amaçları uğruna İslami ekonomi sistemini kendi görüşleri çerçevesinde düzenlemiş ve itham altına aldırmışlardır. Bütün bunlardan çıkan bir sonuç vardır. İslam üzerine yazan bütün kişiler İslam’ı bağımsız bir hayat ve düzen olarak ele almamışlar, kendi görüş alternatiflerinin veya karşı alternatiflerin bir derivasyonu şeklinde görmüşlerdir. İslam’a doğrudan doğruya bakmamışlar, katıldıkları batı doktrinlerinin açısından bakmışlar ve değerlendirmeye çalışmışlardır. Hâlbuki İslam, batı medeniyetinden ayrı bir medeniyet olarak ele alınmadıkça gerçeğine varılamayacak bir realitedir. Kavramları, tanımları, deneyleri yine kendinden çıkarılabilir. Tam da burada Rahmetli Erbakan Hoca’nın “Adil Düzen” diye formüle ettiği sistematiği küresel ekonomi politikalarına teslim olmuş eski bir müntesibinin “Sadece bir slogandan ibaretti.” diye şerh etmesi manidardır. Oysa bunun pratiği yüzyıllar boyu uygulanmış ve ekonomi temelli bir kalkışmanın ve şikâyetin gür sesli örneği görülmemiştir. Her cephede İslam bütününde olduğu gibi kendine has bir perspektif getirmiştir. Ahlak, hukuk, inanç alanlarında olduğu gibi ekonomi alanında da İslam, orijinal, yeni ve farklıdır.
İslam, yaşadığımız hayatı ebediliğe göre ayarlar. Bunun için İslam, ne Marksist veya Kapitalist ekonomistlerin sandığı gibi ekonomik bir doktrin, ne de birçoğunun gördüğü gibi sadece bir inanış değildir. Bir ekonomi anlayışı, tutumu ve çerçevesi olan bir dünya görüşü, yaşayış ve medeniyet tarzıdır… İşte bunun için dava sahibi her ferdin kolları sıvayıp önce çevresinden başlayarak birbirini sahiplenme, karşılıksız mahallesine, esnafına ve topyekûn cemiyetine sahip çıkma cehdine girişmesi gerekir. Mega kent zihniyetinden sıyrılıp güven ortamının tesis edildiği, samimiyetin tekrar canlandırıldığı, diğergamlığın diriltildiği bizim mahallerimizin ve bize ait şehirlerin vücuda geldiği idealine doğru yürüyüşe geçmesi gerekir. Bizim İstanbul’umuz 15 milyon değildi. Herkes birbirini bilir, şehrine vurgun yapma yeri değil de yadigâr ve emanet olarak bakardı. Bizim esnafımız büyüme hedeflerinden önce komşusunu düşünür, cennette efendisine komşu olmayı hedeflerdi. (Hadis-i Şerifte dürüst tüccar Cennet’te bir elin iki parmağının yakınlığı gibi bana yakın olacak buyruldu.)
Kapitalizm, temelde insana değil ekonomik gelişmeye, eşyaya bakar. Kapitalizme göre mülkiyet, mutlak anlamda tek kişiye aittir. Her kişi, kendi başına sermayeyi ele geçirdikten sonra da başkasının gölgesini bile ondan uzak tutmak ister. Kapitalizmde bir eşyayı, tabiat parçasını, bir malı ele geçiren insan bir nevi o eşyanın veya mülkün tanrısı olmuştur. Artık o eşya üzerinde o kişiden başka birinin, bir gücün hakkı yoktur. Batı medeniyetinin Hıristiyanlığın özünde yaptığı değişiklikten doğuyor bu. Tanrının ancak ruhi bir tasarruf gücü vardır ve adeta eşya düzenine karışmaz. Bu felsefenin temelinde de ateizm yatmaktadır.
İslam’da ise mülk Allah’ın olup insana tanınan mülkiyet hakkı kullanma usul, sınır ve gayesi ile birlikte tanınmıştır. Bu hakkı bu tertip içinde kullanmayan, o hakkı çiğnemiş olur. İslam’da kişinin de devletin de amacı birdir. Amaç İslam’ı gerçekleştirmektir. Aralarında tam bir uyum vardır. Kişiye ve devlete sindirilen din ve erdem ruhu bu uyumu ve birliği sağlayan başlıca fondur.
İslam, getirdiği din ruhu ve öte dünya inancı, hesap verme şuuru, zekat kurumu, faiz yasağı ve devletin ölçülü müdahalesi prensipleriyle serbest oluşan piyasanın kapitalistik bir piyasaya dönüşmesini engeller.
İslam toplumlarını batılıların ve komünistlerin elinden ve dilinden kurtaracak kahraman nesil şüphe yok ki İslam toplumunun ekonomisini de yeni baştan düzenlemek ve kurmak zorundadır. İlk önce batılı kurumları bit ayıklar gibi ayıklayacaktır. Sonra o kurumlara yaltaklık yapan yerli kurumları da kökten temizleyecektir.
Baki selam ve dua ile…
Faruk KAHRAMAN
Kaynaklar:
1-İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü,Sezai Karakoç,Diriliş Yay,İst.,2009
2-Tenbihü’l Gafilin,Ebu’l Leys Semerkandi,Semerkand Yay.2011
3-Akşit Cevat, Modern Ticaret Hukuku ve İslam Ticaret Hukukunda Haksız Rekabet. Gaye Vakfı Yay.
4-Mantran Robert, XVI. Ve XVII. Yüzyılda İstanbul’da Gündelik Hayat. Eren Yay.
5-Mehmet Cavit Bey, İktisat İlmi (çev. Sema Alpun Çakmak).Liberte Yay.
6-Mez Adam, Onuncu Yüzyılda İslam Medeniyeti (çev. Salih Şaban). İnsan Yay.
7-Mısrî Refik Yunus, İslam İktisat Metodolojisi (çev. Hüseyin Arslan). Birleşik Yayıncılık