İlim, Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi...
0539 924 64 98
editor@seriyyedergisi.org
İslâm harfleriyle yazılmış bu başlığı, Osmanlıcaya özel alâkası olanlar dışında kaç kişi okuyabildi- yaklaşık bir tahminim olmakla birlikte - bilemiyorum. Doksan yılda geldiğimiz veya getirildiğimiz nokta; bize ait iki kelimeyi okuyamamak.
Harf inkılâbının yapılmasındaki sebep ne idi? “ Arap harflerinin öğrenilmesi, okunup yazılması ve imlâsının zor olması. İddia: Bu sebeplere bağlı olarak ülkenin ve âlem-i İslâm’ın geri kalmasındaki en önemli âmili teşkil etmesi. Gâye: Batı’nın alfabesini alarak muasır medeniyetler seviyesine erişmek. Hakikât: Türk’ü ve onun bünyesindeki Türkleşmiş unsurları Doğu (İslam) medeniyetinden kopararak maddesiyle linç, idrakiyle iğdiş, ruhuyla tarumâr edilmiş; mâzisi ve istikbâliyle zapturapt altına alınmış bir posa hâlinde Batı’ya sunmak.
“ Düşmanın silahıyla silahlanınız.” Nebevî hikmetini gaflet, dalalet ve hatta hıyanetten dolayı anlamayan veya anlamakla alâkası olmayan zümreler 90 yıl sonra gâyelerine ne kadar yaklaştığımızı bugün görseler ne hissederlerdi? Çağdaş uygarlık düzeyine ve düzenine hep mef’ul kalıbında muhatap olunmak. Niyet ne idiyse âkıbet o oldu.
Alfabe kelimesi Yunan alfabesinin ilk harfleri olan ‘alpha, beta’dan gelmektedir. Arap harfleri de elifba adını yine ilk harfleri olan ‘elif, ba’ seslerinden almıştır. Yine Mısır hiyerogliflerindeki öküz manasına gelen ‘ahum’un resmi olan şekil daha sonra A(a) harfini doğurmuştur.
Alfabe, bir milletin dinî ve sosyal hayatına bağlı bir kültür unsurudur. Bu yüzden bir alfabe değiştirmek milletler için tarihî değişmenin başlangıcı sayılmıştır.
Alfabe değiştirmeye tesir eden sebepleri üç ana maddede toplamak mümkündür:
1- Sosyal Durum: Başka bir milletin doğrudan veya dolaylı olarak emrine giren bir millet, ister istemez efendisinin alfabesini kullanmak zorunda kalmıştır. Bu, bağlılık ve samimiyetin de işareti sayılmıştır. Bununla, milleti geçmişe bağlayan, millî benliği ve varoluşu sağlayan dil, din, tarih, örf, âdet, kültür gibi köprüler yıkılmak istenmiştir.
2- Din Değiştirme: Din değiştiren milletler yeni dinin kutsal kitabının yazısını veya dilini öğrenmek, kullanmak zorunda kalmıştır.
3- Kültür ve Medeniyet Değiştirme: İhtiyarî veya cebren başka bir kültür havzasına dahil olan milletler tarz-ı hayatlarını yeni ortam ve şartlarla müvazi hâle getirmiştir.
Osmanlıda Latin harflerinin kullanılışı eski devirlere kadar gider. Enderun’daki Zâdegân mekteplerinde şehzâdelere yabancı dil öğrenimi siyaset gereği lüzumlu görülüp öğretilirken, rehine olarak bırakılan prens çocuklarıyla karşılıklı konuşma da bu yabancı dili pekiştirmişti. Ayrıca ticaret maksadıyla Osmanlı ülkesine gelen yabancılara özellikle Fransızlara Türkçeyi öğretmek için Latince kullanılmıştı. Yazının ıslahıyla alâkalı düşünceler ise Tanzimat Döneminde baş göstermişti.
1869’da Namık Kemâl ile İran’ın İstanbul elçisi olduğu söylenen Ermeni Melkon Han arsında bu tür tartışmaların olduğunu görüyoruz. Namık Kemâl Hürriyet gazetesindeki bir makalesinde bizde eğitim ve öğretimin bozuk olduğundan söz açarak şöyle demişti:
“ Bizim çocuklar beş altı yaşında mektebe verilip, iki üç senede bir hatim indirdikleri ve birkaç sene dahi tecvid ile bu hatimler tekrar okunduğu halde, ellerine bir gazete verilse okuyamazlar. İki satır bir tezkere kaleme almak nerede… İmdi, bizim çocukların fıtrat ve fetanetce bir eksiklikleri mi vardır ki azınlık çocukları gibi tahsil-i fevâid edemiyorlar. Hayır, çocukların hiçbir kabahati yoktur; yolsuzluk bi’l-cümle usûl-i tahsilindir.”
Batıcı ve Osmanlıcı olan Namık Kemâl, ıslâhın yanında Latin harflerinin de gündeme taşınmasıyla mevzuun savunucularından biri olan Menemenlizâde’ye mektupla şöyle cevap vermiştir: “Hattın ıslâhı için Latin hurûfâtını bizim lisana almak Frenk elbisesi giymeği, mülkün ıslâhına medâr olur zannetmek kabilindendir.
…Sâniyen, soldan sağa yazılan hat, daha seri yazılır demişsin. Niçin? Ben de ömrümde benim Türkçe yazdığım kadar süratli yazı yazar Frenk görmedim…
Sâlisen, soldan sağa yazı yazmak, bizim için diz bükülemeyecek derecede dar pantolon giymeğe benzer; köylerimizde hatta evlerimizde kanepe bulunmadığı gibi, yazıhane de yoktur. Bizde her mektup yazacak adamın, omzunda bir masa taşıması mümkün müdür? El üzerinde soldan sağa nasıl yazılır?..”
Başka bir mektubunda: “O hat bize tatbik edilmek istenilirse uğranılacak suûbet (zorluk), ümid olunan suhûletten kat kat ziyade olur. Bir şey daha söyleyeyim, biz Müslümanlığı kaldırmadıkça Arap harflerini kaldırmanın ihtimali yoktur…”
Geniş Türk dünyasının Anadolu sahasında harflerimizin işaret ilavesiyle ıslâh edilmesini ilk isteyen Ahmed Cevdet Paşa(1851) olmuştu. Daha sonra Encümen-i Dâniş ile Münif Paşa da aynı görüşte birleşmişlerdi.
Yabancı bir alfabenin alınmasını bize ve dolayısıyla Türk-İslâm dünyasına ilk teklif eden de Azerbaycanlı Ahundzâde’dir.
Meşrutiyet’ten sonra bağımsızlık hareketlerinin güçlendiğini hisseden azınlıklar alfabe hazırlamaya başlamışlardı. Şemseddin Sami de kardeşi Abdil Bey ile birlikte Latin ve Yunan harflerinden 36 harflik bir Arnavud alfabesi düzenlemişti. Müslümanların Arap harflerinden başka bir alfabe kullanıp kullanamayacaklarına dair Şeyhülislâm’dan istenen fetva da böyle bir değişikliğe kesin olarak karşı çıkmıştı.
Bu hususla alâkadâr olanlardan biri de Enver Paşa’dır. (1881-1922) Harflerin fâsılalı olarak yazılmasına dayanan ve Hatt-ı Enverî denilen bu yazı şeklini Harbiye Nazırı Enver Paşa, Balkan Harbi arifesinde tatbik etmek istemiş ancak harekât subayı İsmet Paşa tarafından şu sözlerle vazgeçirilmişti:
“Paşam, yaptığınız büyük bir inkılâptır. Ancak memleketin genç zabitleri ihtiyat subayı olarak bulunuyorlar ve keşiftedirler. Harfler öyle tek tek yazılırsa keşif raporları çok gecikir. Oysa keşif raporlarının hemen ulaşması lâzımdır. Bu bakımdan bu büyük eserinizi zaferden sonra tatbik etmek üzere şimdilik erteleseniz.”
Maarif Nazırı Emrullah Efendi’nin fikirlerini de almak isteyen Enver Paşa, “İlim tesis edilmez, teessüs eder.” yani ilim emirle olmaz cevabını almıştır.
Cumhuriyetten sonra Batılılaşma amacıyla yapılan devrimler, birdenbire akla gelmiş ve uygulanmış devrimler değildir. Bunlar Kemal Paşa’nın gençliğinden beri olmasını şiddetle istediği tasarılardı. 1907 yılında Selanik’te bulunduğu zaman Vardar Kıraathanesi’ne gitmiş, herkesin devrin siyaseti üzerine yaptığı konuşmaları sessizce dinlemiş, etrafındakilerin dağılması üzerine baş başa kaldığı Bulgar Türkolog’u İvan Manolof’a Türkiye’nin geleceği hakkındaki fikirlerini açıklarken şöyle demişti:
“Bir gün gelecek hayâl zannettiğiniz bütün bu inkılâpları başaracağım… Saltanat yıkılmalıdır. Devlet yapısı mütecanis bir unsura dayanmalıdır. Din ve devlet birbirinden ayrılmalı, Doğu medeniyetinden benliğimizi sıyırarak Batı medeniyetine aktarmalıyız… Batı medeniyetine girebilmemize engel olan yazıyı atarak Latin kökünden bir alfabe seçmeli, kılık kıyafetimize kadar her şeyimizle Batılılara uymalıyız. Emin olun ki bunların hepsi bir gün olacaktır.”
Harf devrimi için hiçbir devrimde görülmeyen bir hazırlık kampanyası sürdürülmüş toplantılar, yazılar, haberler ve derslerle kamuoyu oluşturulmuştu. Bir kanunla konduruverilecek devrim, alışkanlıklardan, geleneklerden vazgeçmeyen halk tarafından tepkiyle karşılanabilir ve yapılacak benzer devrimler için de hiç yoktan infialleri, şimşekleri çekme tehlikesi belirebilirdi.
Halkın, dinî meselelerle fazla oynandığı ve hükumetin dinsizleştiği zehabına kapılmaması için İlk Cumhuriyet Anayasası’na (Teşkilât-ı Esâsiye Kanunu) “Türkiye Devletinin dini, din-i İslâmdır.” maddesi konulmuştu.
Bir yandan Kur’an yazısı olduğu için Arap harflerini tutanlar ve bir yandan da on asır süren alışkanlık, harf devrimine imkân vermemişti. Bunların ortadan kaldırılması gerekiyordu. En büyüğü de din engeliydi. 9 Nisan 1928’de getirilen lâiklikle bu korku giderilmişti. Sıra Arap yazılarına gelmişti. Bu yazılar Hilafetin ve şeriatın ardından unutulmaya bırakılacak olan Müslüman özdeşliğinin son belirtisi idi.
Nihayet tartışmalar, teklifler, itirazlar derken yeni bir alfabe belirlenmesi için bir kurul oluşturulmasına karar verildi. Latin asıllı harflerden bir Türk alfabesi(!) yapılması için kurulan komisyonun raporunu sunan Falih Rıfkı ile K. Paşa arasında ‘süre’ konusunda şöyle bir konuşma olmuştu:
̶̶̶ Demek bitirdiniz. Yeni yazıyı ne kadar zamanda mekteplere ve halka mâl etmeyi düşünüyorsunuz?
̶ Arkadaşlar beş yıl ile on beş yıl arasında bir mühlet düşünmektedirler… Bir mühlet tespit etmek ve tatbik şekillerini tayin etmek komisyonun vazifesi değildi.
̶ Ya üç ayda ya da hiçbir zaman…
̶ Çocuğum, gazetelerde beş yıl sonra yarım sütun mu eski yazı kalacak? Herkes o yarım sütunu okur. Bu beş yıl içinde harp gibi bir buhran çıkarsa bizim yazı da Enver yazısının akıbetine uğrar.
Bu, işin bu kadar uzamaya tahammülü olmadığının vurgulanışı idi. Süre konusunda tahminlerin aksine M. Kemal’in ağırlığını koyması ile bu, üç ayda gerçekleşmişti.
Sarayburnu Açıklaması: 8-9 Ağustos 1928 gecesi CHF’nin düzenlediği eğlence yeni alfabenin açıklanması için güzel bir fırsattı. Kemal Paşa, emr-i vâki şekilde bir konuşma yapmıştı…
Arkadaşlar,
Bizim âhenkdâr, zengin lisânımız, yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir. Asırlardan beri kafamızı demir çerçeve içinde bulundurarak, anlaşılmayan ve anlayamadığımız işaretlerden kendimizi kurtararak, bunu anlamak mecburiyetindeyiz. Anladığınız âsârına yakın zamanda bütün kâinat şahit olacaktır… Diye devam eden bir konuşma. Bu arada dışarıdan gelen bir mektup da durumun doğru olup olmadığını sormuştu (muhtevası bir yana, son cümlesi manidâr):
Ghazi M. Kemal Pasha. Londra,15 Ağst.1928
Hazretlerim,
…………………………………………………………………………………………….
……………………………………………………………………………………………..
“Eski dost dushman olmas”
Yashasin sanat
Yashasin Kemal
Aferin.
L. Morton
Dışarıya kadar giden bu önemli açıklamanın yurt içindeki tesiri nasıldı? Halk, Millî Mücadele yıllarında terk edilen İstanbul’da bu işin tezgâhlanmasının sebebini soruyordu. Anadolu’nun ortasındaki yeni başkent dururken eski pay-ı taht niçin seçilmişti? Saltanat ve hilafet artıklarına gözdağı mı verilmek istenmişti?
İ. İnönü Sarayburnu Açıklamasından sonra “Bunu istiyorsunuz, yapacaksınız. Fakat tatbik edemeyeceksiniz.” demiş, fakat devrimin gayet sessiz yürüdüğünü görünce bu defa da kontratakla Arap harflerine cephe almıştı. İslâm harflerine savaş açmış, yazmamış, yazdırtmamış, okutmamış, okuyup yazanları cezalandırmış ve kraldan çok kralcı kesilmişti.
Kanun teklifi 1 Kasım 1928’de TBMM’ye verilmiş, 1353 sayılı kanun, 3 Kasım 1928’ de Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiş ve böylece on asır kullanılan alfabenin kendisi de yetmiş yedi yıl süren tartışması da tarihe karışmıştı.
Bir ara Fetva Emirliği yapan Seyyid Taha Efendi’nin üzüntüsünden dünyaya küsüp gittiği gece, Ankara’nın yüksek binalarının tepelerine renkli ışıklarla harfler yazılmış, eğlenceler yapılmıştı.
Her inkılâp kara taassubu, fanatik güçleri de beraber getirmiştir. Devrim yobazları, bulundukları binaların kitabelerini kırdırmak, söktürmek, sıva veya badana ile kapatmak gibi yobazca tahripte yarışmışlardı. İstanbul Üniversitesi’nin giriş kapısındaki kitabeler de kısmen bu tahribe uğramış, yazılar kapatılmış ve her iki cephede bulunan Sultan Aziz’in tuğraları sökülerek yerlerine T.C. ve İ.Ü. harfleri konmuştur.
1903 nüfusunun %15-20’ sinin okuma yazma bildiğini söyleyebiliriz. Cumhuriyet döneminde ilk nüfus sayımının yapıldığı 1927’de 13 milyon olan nüfusun ancak %10.5’i okuma yazma biliyordu.1928’de Latin asıllı harflerin kabulüyle okuma yazma bilen %10.5’te okuryazar olmaktan çıkmıştı.1928’in Kasım’ındaki durum % 0 idi.
1929-1930 öğretim yılında 597.000 kişiye okuryazar belgesi verilmişti. Bu, nüfusun ancak % 4’ünü teşkil ediyordu. Her türlü imkânın seferber edildiği bir okuma yazma kampanyasıyla 1929-1940 arasındaki 21 yıl içinde ancak % 21’i bulan bir başarı grafiği elde edilmişti. İstiklâline kavuştuktan sonra eski alfabeyle yeni bir hamle yapan Hindistan, 1947-1967 yılları arasında okuryazar yüzdesini 9’dan 40’a çıkarmıştı.
20. yüzyılda Türkçe dünya dili olmaya yürüyordu. Batı ile erken temas, Batı dillerinden yapılan tercümeler ve modern ilimlerin öğretimi Türkçeyi bazı hususlarda Arapça ve Farsçanın önüne geçirmişti.19.yy.ın sonunda Batının fen ve sosyal bilimlerde kullandığı terimlere karşılık Osmanlıcaları üretildi. Batı’da kök dil addedilen İncil’in yazımında Latince esas alınırken, Osmanlılar ise Kur’an dili Arapçayı esas aldılar. Bu bir medeniyet tercihiydi ve bu kelimeler klasik Arapçaya ait değildi. Yine bu tarihlerde Latince terimlerin tümünü karşılayacak Osmanlıca tıp terminolojisi ortaya konulmuştu. Şam’da dahi Türkçe öğretimi yapan
Tıbbiye açılmıştı. Dil devrimi sırasında Tıp Fakültesinde terminoloji sessizce Latinceye çevrildi.
Acaba 20.yy. da milletin dini değiştirilemeyeceği için mi dili değiştirilmişti. K. Paşa, Arapça ve Farsçayı sevmiyordu. Kur’an-ı Kerim’i Hz. Peygamber’in (a.s.) eseri olarak kabul ediyordu. Karabekir Paşa’ya diyordu ki: “Evet Karabekir, Arap oğlunun yaverlerini Türk oğullarına öğretmek için Kur’an’ı Türkçeye tercüme ettireceğim ve böylece de okutturacağım! Ta ki budalalık edip de aldanmakta devam etmesinler.”
Hüsrev Gerede’nin Literatür Yayınları’ndan çıkan ‘Hüsrev Gerede’nin Anıları’ isimli kitabında belirttiği gibi Atatürk, İslâmiyet’in kalkacağına, yerine yeni bir din geleceğine inanıyordu. Bu amaçla hem bizi Kur’an harflerinden uzaklaştırdı hem de dilimizde bulunan bütün Arapça ve Farsça kelimelerin ayıklanıp atılmasını emretti. Kemal Paşa bu kelimelerden o kadar rahatsızdı ki kendi adındaki Arapça ismi bile kullanmıyordu. Adını “Kamal” diye değiştirmişti. Devrimden asıl murad edilen de buydu. Türkler Osmanlı medeniyetinden veya onu da içine alan İslâm medeniyetinden koparak medenîleşmemiş, medeniyet değiştirmiştir.
Batılılaşmanın Doğu kültür ve medeniyetinden kopmak olduğunu İ.İnönü, 1953’te “Yeni harfler Türk milletini bir kültür âleminden başka bir kültür âlemine nakletmiştir… Evet, yeni harflerle kazandığımız en mühim bir netice, Ortaçağdan çıkıp XX. asrın medenî cemiyetine girmemizin en tesirli vasıtasını elde etmiş olmamızdır.” sözleriyle anlatmıştır.
Tenkid ve tesbit
Cemil Meriç: “Alfabe değişikliği basını ve yazarları susturmanın bir yolu olarak kullanılmıştı.”
Peyami Safa: “Yeryüzünde bir tek memleket gösterilemez ki, orada gençler kazara millî kütüphanelere girerlerse bir tek eser okuyamadan çıkıp gitsinler.”
N.Fâzıl Kısakürek: “Kavim üstü, küllî bir şümulle bütün mü’min beşeriyete atfedilip edilemeyeceği bir ilim meselesi olan harflere “Arap harfi” ismini vermek mümkün oluyor da, doğrudan doğruya ve münhasıran Latinlerin malı olduğu ilmen sâbit harflere nasıl “Türk harfleri” denilebiliyor?”