İlim, Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi...
0539 924 64 98
editor@seriyyedergisi.org
Kültüre, “milletlerin yüz yıllardan beridir nakış nakış işlenen mirası” demişiz. Her milletin kendine özgü bir geleneği, alışkanlıkları, sevdikleri-sevmedikleri, kabul ettikleri-karşı çıktıkları olduğundan, zamanla her milletin kendine has bir kültürü oluşmuştur. Bir arada yaşamış her “insan grubu” kaba da olsa bir sayı sistemine ve alfabeye, detaylı olmasa da bir estetiğe sahiptir. 14. ve 15. asırdan itibaren, diğer milletlerle temas halinde olmamış yeni kıtalar ve topraklar keşfedildiğinde, bu insanların kendilerine has alışkanlıklarının, danslarının, toplumsal hayata yönelik farklı yaşayış tarzlarının olduğu müşahede edilmiştir. Hasılı Seyyid Ahmed Arvasi Hazretlerinin ifadesiyle “İnsanı, hayvandan ayıran en önemli özellik, insanın tabiatı işleyerek ve değiştirerek kültüre ulaşabilmesidir. İnsan, tabiatla yetinmez, kültüre ihtiyaç duyar, madde ile yetinmez, mânâyı özler, yaratıkla yetinmez, Yaratanı arar. Bu insanın tabiatıdır. İnsan, bu tabiatı ile kâinatın en güçlü canlısı durumuna gelmiş, bu sayede büyük kültür ve medeniyetler kurmuş bulunmaktadır. Bir insan grubunun yahut milletlerin gücü ise ulaşabildiği kültür ve medeniyet seviyesine göre değişik olmuştur. Güçlü milletler, güçlü ve orijinal kültür ve medeniyetlere sahip olabilenlerdir.”
Yeni kültür ve medeniyetlerin hayat bulup, dünyaya açılacak hale gelmesi, kültür etkileşimini ve alışverişini de beraberinde getirmiştir. Bu etkileşim ilk başlarda komşu kültürler arasındaki çeşitli sürtüşmelerin sonucunda cereyan etse de, zamanla sosyal temasın arttığı her yerde etkileşimin de vücut bulduğunu söyleyebiliriz. Bu gibi çeşitli kültürel etkileşim ve alışverişe “kültür mübadelesi” adını veriyoruz. Kültür mübadelesi organik bir sürecin ürünüdür. Bunun en bariz örneği ise “Saltanat-ı Alem Penah” yani Osmanlı İmparatorluğu’dur. Aziz Osmanlı Milleti doğudaki Arap ve Fars milletleri başta olmak üzere birçok millet ile kültür mübadelesi yaşamıştır. Fakat benimsenen her kültür evvela İslam süzgecinden geçirilerek hayat bulabilmiş yahut reddedilmiştir. Yakın zamana dek de diğer kültürlerde olduğu gibi Türk kültürünün de diğer kültür değerlerinden etkilenmesi ve onları etkilemesi devam etmiştir. Unutulmaması gereken en önemli husus, bahsini ettiğimiz İslam ölçüsünü esas almaktır.
Fakat geçtiğimiz iki yüzyıldan itibaren bu organik ve tabi bir sosyolojik vaka olan kültür mübadelesi, artık bir savaşa dönüştürülmeye başlanmış ve kasten kültür yutturmaya çalışmak halini almıştır. Bu şekilde hayata geçirilen, artık savaş halini almış bir kültür yozlaştırma gayreti ise “Yeni Sömürgecilik” olarak adlandırılmıştır.
Savaşın yeni bir hâl aldığı, yeni sömürgecilikte artık kıymetli madenlerin yahut diğer yeraltı zenginliklerin eskisi kadar önemi kalmamıştır. İnsan unsuru bu sömürü sistemimin en önemli odağıdır. Sömürgeci devletlerin Afrika’dan muradı altın, kakao veya vanilya değildir artık. Hedef bizzat siyahi kardeşlerimizin kendileridir. Bu sebeple özellikle Afrika’da yeni sömürgeciliğin etkisiyle beraber artık petrol rafinerileri yerine, dil okulları, eğitim kurumları gibi kültürel savaşın “cephe” görevini gören müesseseler görmekteyiz. Dil okullarından asıl murat, gariban bir Afrikalının, İngilizce yahut Fransızca öğrenmesi değil, siyahi bir İngiliz veya Fransız olmasıdır. Eğitim kurumlarının işlevi herhangi bir Afrikalı çocuğun kişisel gelişimine yardım etmek değil, onun bir Avrupalı gibi düşünmesini sağlamaktır. Türkiye’nin özellikle son yıllarda Afrika’da yapmış olduğu çalışmalar önemli boyutlara ulaşsa da, henüz Türkiye’de dahi olsa üniversite okumuş bir Afrikalı gencin hayalinin, Avrupa’da eğitim almak olması, sömürgeci devletlerin başarısını bize perde ucundan gösteriyor.
Yine burada Seyyid Ahmed Arvasi Hazretlerinden alıntı yapmakta fayda görüyoruz:
“Sömürgeci devletlerin hedefi, artık her şeyden önce insan unsurunun kafası ve gönlüdür. Bir ülkenin madenlerini, bitkilerini ve hayvanlarını ele geçirmeden önce insanını ele geçirme stratejisi üzerine kurulu bu savaş, çok sinsi ve ustaca yürütülmektedir. Sömürgeci devletler, sömürmek istedikleri ülkede okul açmaya, o ülke çocuklarını kendi ülkelerine götürüp okutmaya, sömürmek istedikleri ülkeye öğretmen, kitap, film göndermeye can atıyorlar. Çok defa beynelmilelci sloganlara yapışarak vatan çocuklarını, kendi öz tarihlerine, milli ve mukaddes kültür ve medeniyetlerine, milli ülkülerine yabancılaştırmaya, dinlerine, dillerine, bayraklarına ve tarihi mefahirine düşman etmeye çalışıyorlar.”
PEKİ YA TÜRKİYE?
Malum-u âliniz ne Osmanlı İmparatorluğu ne Türkiye Cumhuriyeti fiili olarak hiçbir vakit sömürü ülkesi olmamıştır. Devletimizin yeraltı hazinelerinin bir tanesi dahi sömürgeci devletler tarafından hortumlanmamış olsa da milletimizi yönlendirmede çok önemli bir konuma sahip “tahsilli” kesimin, diğer bir ifadeyle sahte aydın tiplemelerinin peyda olmaya başladığı Tanzimat Dönemi’nden bugüne dek kültürel yozlaşmaya maruz kaldığımız aşikardır. Bizden olanın eski, Batıdan gelenin ise her daim yeni ve ileri kabul edilmeye başlandığı 21. yüzyıl cahiliyesinde, geçmişinden yüz çevirmiş, bunula kalmayıp dedesine ve dedesindekilere düşman bir güruhun türediği de su götürmez bir gerçektir. O günlerden bugüne dek, şiirinde, musikisinde, yürümesinde ve konuşmasında, hasılı irili ufaklı her eyleminde yemin etmişçesine Batılı ve Avrupalı olmaya çalışan işte bu sahte aydınlar da “sanatçı”, “modern” ve “çağdaş” olarak adlandırılmıştır. Batının biliminden çok stiline, teknolojisinden çok kıyafetine aşık şaşkınları, Anadolu çocuğu vasfımızla uyarıyoruz: Aydınlığı, aydınlığın dahi en son uğradığı Batı’da aramayı bırakıp, ninenizin paslı çeyiz sandığında antika ararmışçasına, hakiki aydınlığın formülünü de kendi toprağınızda ve geçmişinizde arayınız! Şayet, asıl mesele aydın olmak değil de, ne olursa olsun Avrupalı olmak ise, geçen günler, tam anlamıyla Avrupalı dahi olamamış olmanın da en sahici şahitleridir.
Sözlerimizi merhum Oktay Sinanoğlu hocanın şu dedikleriyle noktalayalım:
“Bir millet her nesilde yeniden doğar. Yani bir milleti yaşatan kendi gelenekleri ve binlerce yıldır gelen kültürüdür. Kültür; Hakkari'de bale gösterisi yapmak demek değildir. Kültür; arada bir konsere gidip hava atmak değildir. Çağdaşlık; Moda'nın ara sokaklarında köpek gezdirmek değildir. Bizde böyle sahte çağdaş ve sahte aydın kesim yetiştirilmiştir. Bunlar kendi kültüründen kopup kendi halkından tiksinen, kendi kültürüne yabancı, ama arada halkçılık edebiyatı yapan tipler yetiştirilmiştir. Sonra da bunlar Türkiye'nin başına bela edilmiştir.”