İlim, Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi...
0539 924 64 98
editor@seriyyedergisi.org
Bir fikre müntesip insanlar kendilerini nisbet ettikleri fikri temsil sahasında ölçü sahibi olmak zorundadır. İnsanlar bu ölçüyü çoğu zaman nisbet kurdukları fikre göre değil de yaşadıkları ortamın genel kabullerine göre oluştururlar. Beşeri ideolojilerin yahut bir mevzu etrafındaki başıboş görüşlerin doğasının bunu kabullenmesi normaldir. Ancak tastamam olmak iddiasındaki ideolojiler, başka hususlarda olduğu gibi o ideolojiyi temsil hususunda da harici bir eklemeyi kabul edemezler. O fikir namına hareket edecek kişilerin izleyecekleri en iyi yol gene o fikir tarafından sınırları çizilmiş olandır, en azından her haysiyetli fikrin böyle bir iddiası olmalıdır. Böylesi haysiyete sahip bir beşeri ideolojinin ise günümüzde temsilcisi neredeyse kalmamıştır. İnsan zekâsının ürünü olan ve ukala bir tavırla 4 başı mamurluk iddiası taşıyan ideolojiler bir yana, Allah'ın dünyaya gönderdiği kullarına hakikati peşinen bildiren İslam, kâinatı kuşatmak ve her meseleye şamil bir ruh taşımak noktasındaki iddiası şeksiz şüphesiz doğru olan tek inanıştır ve bunun adı hak dindir.
Hitap kitlemiz Müslümanlar olmasına rağmen meselenin başında fikri temsil eden insanların tamamına dair genel tabloyu tespit etmeye çalışmamızın sebebi bu meseledeki tavrın hemen her cenahta aynı olması. Herhangi bir inancın nasıl yaşanması gerektiği, eğer tebliği yapılacaksa bunun usulünün ve hudutlarının ne olması gerektiği bugün çağımızın hakimleri tarafından belirleniyor. Dünyanın kanunu böyle; hakim olan kim ise, güçlü olan kim ise, kendisi dışındakilerin yaşayacağı hudutları da o belirliyor. Bugün insana ve nizama dair fikri olanların hareket kabiliyetleri toplumsallaşmış bir şuur tarafından sınırlandırılmış durumda. Mesela fikrini tezgâha çıkaracak kişi, İnsan Hakları Sözleşmelerince kendisine tanınmış "ifade hürriyetinin(!)" sınırlarını aşmamak zorundadır. Esas problem ise bu kurallarla hapsolunan insanoğlu bu kuralların bizzat bekçisi haline gelmiştir. Önce insanların zaman ve mekân sınırlarını aşacak bir ufka sahip olmalarını engellenmiş, sonra da tek gayesi dünya saadeti haline gelmiş insanların ağzına birer emzik verilerek sahte bir vuslatla avunmaları sağlanmıştır. Bugün neredeyse her türlü dünyalık malı üreten, işleyen ve bize gönderen batıdır. Teknolojiyi bilmediğimiz noktalara kadar geliştiren ve onu bizim kullanımımıza ancak bizi oyalayabileceği kadarıyla sunan batıdır. İnsanların ekseriyeti ise bu çocuk avutma düzeninin mutlu köleleri vasıflarıyla, düzenin gönüllü savunucuları halindedir. İşte bu gönüllü kölelik halinin sebep olduğu bir umumi kabul ile insanlar düzenlerini bozacak(!), rahatlarını kaçıracak bir söze karşı ortak refleksle gard alıyorlar. Bu da cari olanın aksi bir fikrin savunulmasını imkânsızlaştırıyor. Her fikir çağın kalıbı içerisinde eriyip özünü kaybediyor. Hatta yemeğin bir çeşnisi, orkestranın bir enstrümanı haline geliyor.
İlk bakışta göze çarpan bütün olmazlara rağmen, doğru frekansı bulabilenler için insanlara tesir imkânsız değildir. Kalbe giden bütün yollara barikatlar kurulmuş olsa da kalp öyle bir madendir ki, “ateşini bulsun, hemen erir ve istenilen şekli alır”. İnsanlığı bütün sahteliklerden arındırıp ona gerçek bir hayat verecek olan, onu insan olmanın haysiyetine kavuşturacak olan ancak İslam'dır. Sahteliği fark edebilmenin en kolay yolu gerçek ile yüzleşmektir. Dinin sahibi olan Allah, yarattığı kullarını ve kulları için yarattığı dünyayı dinine muhtaç kılmıştır. İnsan fıtratına İslam ahlakını yerleştirmiş ve onu hayatı boyunca hakikat yoluna sürükleyecek bir ruhla donatmıştır. Bu sebeple hakikate vuslat, akan suyun yatağını bulması gibi bir doğallık belirtir ve su saflığındaki insanları rahata-sükûna erdirir. Sükûna ermek ancak her zerrenin yerli yerine oturması ile mümkündür. Her zerreyi yerli yerine oturtacak olan İslam, şüphesiz O'nu temsilin nasıl olacağı konusuna da yerini-haddini-hududunu çizmiştir.
Müslümanlar dünyaya dair meselelerde hakikate vasıl etmeye çalıştıkları muhataplarına yaklaşırken ya da tesir amacı gütmeseler dahi inandıklarını savunurlarken yine Müslümanlık hudutları içerisinde ve Müslümanlığa yakışır şekilde hareket etmek zorundalar. Çirkini süsleyip albenili hale getiren küfür misyonerleri, güzeli katledip kirli nefisleriyle çirkinleştiren müslümanlar… Bugün ne yazık ki Müslümanlık temsilde-tebliğde ve bütün sosyal muamelat sahalarında ifrat ve tefrit tavırların kurbanı oluyor. Bin türlü nefsin bulaştırdığı bin türlü pislikten müteşekkil sahada, “tavizcilik” ve “yobazlık” olarak isimlendirebileceğimiz iki uç kutupta gönül birliği değil de nefs birliği etmişçesine toplanılmış vaziyette. Biz de bu iki uç kutup üzerinden meseleyi anlamaya ve aslına irca ettirmeye çalışacağız. Arada kalan türlü gaflet kümelerini varın siz hesap edin.
TAVİZCİLİK diye nitelendirdiğimiz tavır, başta bahsettiğimiz mevcut umumi atmosferin baskısı altında ezilen, dünyanın ve insanların hatırını hakikatin hatırından üstün tutan kişilerde kendisini gösteriyor. Rahatından taviz vermeden, düzenini bozmadan, kimseyle kötü olmadan, malından geçmeden, canından geçmeden, sevmeden-öfkelenmeden Müslüman kalmak isteyen ve bu sebeple İslam'da kendi rahatını bozacak ne yön varsa onu görmezden gelen, öğrenmek istemeyen, gözüne sokulduğunda da can havliyle "dinimizde öyle şeyler yok, İslam kolaylık dini, peygamberimiz hoşgörü peygamberi" gibi cümleleri mermi gibi kullanıp üste çıkmaya çalışan insan tipi. Bir de bu gaflet hallerini güya İslami makyajla perdeliyorlar. Hepsinde bir güzellik edebiyatı. Üstad Necip Fazıl’ın şu sözü de burada yerini buluyor; “Doğrunun olmadığı yerde güzel yoktur.” İslam’a karşı gelen, onun hükümlerini yok sayan hallerinde bir de güzellik vehmetme hastalığı, ne garip. Evet, maalesef günümüzde Müslümanlık iddiasında bulunan insanların büyük çoğunluğu bu hastalığa tutulmuş vaziyette. İslam dininin kişiyi manevi olarak rahatlatan, dünyada ruhi rahatlık ahirette saadet vaat eden yönlerinin alınması, dünyada çile çektirecek kısımlarının görmezden gelinmesi, hatta inkar edilmesi olarak formülleştirilebilir bu türden Müslümanlık. Bu yeni tip Müslümanlıkta ideal Müslüman olmanın yolu şu; "Namazını kıl, orucunu tut, kurbanını kes, bir de emekli olup çoluk çocuğu evlendirdikten sonra hacca gittiysen senden iyisi yok. Faizi takma kafana, çek kredini, evini arabanı al rahat et. Sana dinden sorarlarsa İslam'da hoşgörüye dair 2 tane hadis ezberle onları söylersin, sakın ha cihattan falan bahsetme, dinine küfredene-düşmanlık edene karşı çıkmaya falan kalkma, ne işin var senin o işlerle, radikal misin sen. Uslu uslu otur yerinde. Bunları yaparsan hem dünyada rahat edersin hem de cennete kısa yoldan bileti kaparsın." Babasının malından verir gibi İslami hakikatleri bir bir buduyor bu tavizci kitle. Böylelikle ancak emperyal düzenin kendisinden razı olacağı kadar ileri gidebilen, dur denildiği yerde duran "oranlı Müslüman" tipi ortaya çıkmış oluyor. Bu gün mahallemizin ekseriyetini oluşturan bu oranlı Müslüman tipi, razı ettiği zalimler için başı okşanılası ve beslenilesi bir kediden farklı değildir. Bir de bunun tam karşısında yobazlık hastalığı var.
YOBAZLIK; emir ve yasakları, insanları en yüce makam olan “Allah’a kulluğa” ulaştırıp eşref-i mahlukat kılan bir hürriyet vesilesi değil de, onları esir eden soğuk bir hücrenin demir parmaklıkları gibi , had cezalarını hayat kurtaran pırıl pırıl bir neşter gibi değil de hayat karartan paslı bir kılıç gibi algılatan, sanki bunun için özel çaba sarf eden zümrenin hastalığı. Allah Rasulü’nün “sevdirin, nefret ettirmeyin” buyruğu başta olmak üzere dinimizde insanları ısındıracak ne yön varsa onları istismar edip Allah’ın dininden feragat etmeye kalkan tavizci tipinin tam tersine; korkutan, soğutan, nefret ettiren kabalık ve anlayışsızlık timsalleri. Allah'ın nasibiyle hakikat ölçülerine dışından vakıf olan, ama kendi nasipsizliğiyle bu ölçülerin hikmetlerine bigâne kalan yobaz tipi akıl nimetinin de en büyük haini. Tefekkür deryasının en büyük kaptanı olup fikir silahıyla muarızlarını teslim alabilecekken, çürütücü taassupçuluk ve soğutucu nezaketsizlikte şampiyonluğu hedefleyen tavırlarıyla ancak yolumuzun tıkayıcısı. Mübarek tasavvuf yolunu araya karışmış bir takım hurafelerden ibaret sanıp, onları ayıklamak isteyeni de münkirlikle suçlayanından tutun, şeriat bekçisi pozlarıyla ayet ve hadisleri mızrak haline getirip onları gene Müslümanlara saplamakta mahir olan neoselefi tiplere kadar çeşit çeşit yobazı hemen her İslami müessesede rahatlıkla bulabilirsiniz. İncelik, zarafet, hilm gibi keyfiyetlerle gönülleri ferahlatacak bir membaın başına elinde baltayla dikilip geleni geçeni kovalarken, bir de bunu güya İslam adına yatıklarını iddia ederler. “İnce insan olmak; yanlış anlaşılma kaygısının dikenli tellerine dil ile değil gönül ile takılmayı mecbur kılar” diyordu Servet Turgut. Kaba insan ise bu keyfiyetten tamamen uzaktır ve ancak milimetrik hassasiyet gerektiren bir ameliyata, kerpetenle dalıp 1 yaparken 1000 yıkmanın işçisidir.
Budaya budaya elde din bırakmayan tavizciden ve soğuta soğuta muhatap bırakmayan yobazdan tamamen uzak, İslam’ı temsili de gene İslami ölçüleri ruhuyla beraber kavrayarak kıvamlandırmış mutedil Müslüman tipidir ki, bizim de hasretimiz onadır, insanlığın da hasreti onadır. Çağın mecburiyetlerini bilir, zamanın gerekliliklerini fark eder ve İslam’dan zerre taviz vermeden insanları onun taliplileri haline getirmeyi başarır. Üstad Necip Fazıl’ın “kanun yoluyla zuhur etmek gerek” sözünün harf harf ne mana ifade ettiğini anlar, planını 100.000 kişinin tek ferdini bile feda etmeksizin hepsini keçi yollarından geçirebilecek şekilde kurar. Fikri en büyük silah bilir, fikrinin kavgayı emrettiği yerde nefsine bahane bulmaz. Kalbi her hareketin membaı kabul eder, aşksız hiçbir hedefe varılamaz der. Hikmetine bigane olduğu erdemi başkalarına dayatmaktan haya eder. Her ölçünün, her ahengin, her güzelliğin ufku olan Peygamber ahlakını nispet edinir, ona layık olamayacağını bile bile yılmaksızın çabalar, çabaları vesilesiyle merhamet umar. Hem okşadığı yerde hem vurduğu yerde gül bitirir, hedefi dünyayı gül bahçesine çevirmektirya; nereye vurması nereyi okşaması gerektiğini bilir. Kaba maddeciliği İslam’la buluşturmaya çalışır gibi kuru akıl gailesinden uzaktır. Sır idraki açık, feraseti keskindir. Muhatap olduğu kitleyi bütün zaafları ve bütün açık kapılarıyla tespit eder. Onları yine onlar için açık kapılarından avlamayı bilir. Bu perde arkasını görme kabiliyetini, nefsini değil hakikati üstün kılmak için kullanır. Temsil ettiği fikrin, varlığıyla her varlığı yok kılıcı kudret sahibi Allah’ın katından olduğu şuuruyla hareket eder. Velhasıl; beşeri olanların İlahî olan karşısında diz çökmesi için tek gerekliliği –layıkıyla temsili- vazife şuuruyla yerine getirir.
Doğruyu benimsemek önce yanlışı terk etmekle mümkün. Tavizcilikten vazgeçip “O(sav) ne diyorsa o!” demeden, yobazlığı terk edip hikmet peşinde koşmadan, İslam’ı Müslümanların kıskacından kurtarmadan, Müslümanları zalimlerin kıskacından kurtarmak mümkün değil. Mevzumuzu bir Veli’ye dair anlatılan menkıbe ile bitirelim. Sordular; “Efendim! M....ed ümmeti ne vakit kurtulacak.” Elcevap; “Siz bana M....ed ümmetini gösterin, ben size kurtulduğunu hemen haber vereyim.” Her saadetin başı O’ndan razı olmakta, her kemâlâtın başı O’na teslim olmakta. O’nun(sav) yolunda yürümek, ancak muradını O’nun(sav) muradına yaslamakla mümkündür…