İlim, Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi...
0539 924 64 98
editor@seriyyedergisi.org
Allah’ın (c.c) Zariyat Suresi’ndeki “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat-56) şeklindeki buyruğu Âdemoğlunun hayatını heva ve heveslerine göre değil Allah’ın emrettiği kulluk vazifesine göre ikame ederse kendisine yüklenen görevi yerine getirebileceğini ifade eder. Allah yine Kuran’da “Evet biz, o emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk da onlar onu yüklenmeye yanaşmadılar ve ondan korktular da insan onu yüklendi. O gerçekten çok zalim, çok cahil bulunuyor.” (Ahzap-72) buyurarak hilkat gereği ilahi vazifeye muhatap olan insanın bir tarifini yapar. Evet, bir vazifesi olduğunu belirttiğimiz insan, dünya hayatında Allah’ın göndermiş olduğu peygamberler ile yolunu bulabilmiştir. İnsana fıtratının aksini yaptırabilmenin, insanı hakikatin yolundan uzaklaştırabilmenin yöntemlerini bilen insanlık tarihi kadar eski şeytan, peygamber yolunu tahrif edebilmede kıdemlidir. Örnek vermek gerekirse; Hz. İsa'nın (ra.) şeriatını bozan ve Hristiyanlık adında ve dünyada neredeyse en fazla insanın inandığı batıl bir din; şeytanın telkini ile Aziz Pavlus’un eliyle, Üstad Necip Fazıl Kısakürek'in de “Batı’ya masum ayak basmamıştır.” tezinin sağlaması olacak şekilde vücut bulmuştur. Şeytan, taktik ve stratejilerini geliştirmekte, gerektiğinde insan için kısa, kendi için kısa olmayan yüz yıllık, beş yüz yıllık planlar yapmaktadır. Örneğin; Sokrates’in sofistik akılcıları yendiği, çok Tanrılı bir toplumda vahdaniyeti savunduğu iddiası, bugün dahi muteber İslam âlimlerince tasdik edilip eşcinsel, putperest Sokrates’in isminin hutbelerde Allah Resulü’nün (sav) isminin yanından okunması, şeytanın bin sene önce tohumunu ektiği, bu tohumun filizlenip meyvesini vermeye başladığı bu demlerde süfli bir hamlenin sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. İnsanı Allah’ın yaratmış olduğu fıtrattan uzaklaştıran şeytandan bahsettik. Şimdi de bu fıtratta kalabilmekle ilgili konuşalım.
İslam fıtratı üzerine kalabilmek demenin; yaratılış nizamının hakikatini ortaya çıkartabilmek demek olduğuna, İslam’ın her sahada söz sahibi olup İslam’ın her şey olduğuna, hatta bu meselenin cihana hâkimiyetin mücadelesini vermek olduğuna inanıyoruz. Bu konuda Ebubekir Sifil Hoca şöyle der:
“İslam olmak, sadece dinler içinde bir dini benimsemek değildir. O, aynı zamanda varlığın temelindeki hakikati kavramak, tabiata ve evrene hâkim olan yaratılış nizamına uygun davranmak, gördüğü ve görmediği, canlı ve cansız olarak isimlendirdiği bütün varlıklarla birlikte aynı hakikati terennüm ettirebilmektir.” Müslüman olmak Allah’ın gönderdiği elçilerinin izinden gidebilmektir. Ne eksiği ile ne fazlası ile. Ne yazık ki günümüzde Allah’ın, Kuran’ının, Resullullah’ın sünnetinin anlaşılması konusunda tam bir kafa karışıklığı yaşanmaktadır. Bu kafa karışıklığını biraz somutlaştıralım:
-Kuran meali okunarak İslamiyet öğrenilebilir mi?
-Sünnet İslam’ın neresindedir?
-Asr-ı Saadet devri günümüze tatbik edilebilir mi?
-Kuran’daki bazı kıssalar sembolik mi?
-İslam terakkiye mani midir?
-İslam'ın 21. yüzyılda getirebileceği, teklif edebileceği bir nizam var mıdır?
-Şeriata gerek var mı?
-El kesme, idam gibi katı (!) kurallara gerek var mı?
-Peygamberin her yaptığı sünnet olarak addedilebilir mi?
-İslam’dan taviz vermeden İslami hakikatleri, küfrün bu kadar hakim olduğu devirde, tebellür ettirecek bir hamle, fikir olabilir mi?
-Mezheplere gerek var mı?
-Kuran ve sünnet dışında bir kaynağa başvurulabilir mi?
-Peygamberin dindeki konumu -haşa- posta güvercini gibi midir?
-İnsan aklı her meseleyi anlamak için yeterli mi? Aklın hududu ne kadar? Veya akıl hangi mesafeden sonra görevini yitirir?
-Tasavvuf şirk mi? Kamil-i mürşide ihtiyaç var mı?
Evet, bu ve benzeri sorular bazen bilerek (oryantalist zihniyetliler, münafıklar tarafından) bazen de bilmeden Müslümanlarca sorulup inanılmaktadır. Bilinmesi gereken önemli bir husus, bu konularda sıkıntı yaşamak demenin, itikatta bir sıkıntı yaşamak demek olduğudur. Bir yapıyı nasıl bir kolon ayakta tutuyorsa itikat da insanın dinini ayakta tutmaktadır. İtikadımızın sağlam olması ve Fırka-i Naciye’den olmamız için nasları doğru anlamalıyız. Yukarıdaki sorulara tek tek cevap vermeyip yalnızca bazı meselelere eğileceğiz.
Hz. Ömer Efendimiz, halifeliği döneminde Kuran'ın müteşabih ayetlerini tartışan Sabiğ b. İsl isimli birisini vücudundan kanlar akana kadar dövdükten sonra Basra taraflarına sürgün ettirmiştir. Hz. Ömer (ra.) mezkûr şahsa yaptığı bu eylemi halkın kafası karışmasın, fırkalaşma olmasın, bütünlüğe zarar gelmesin diye uygulamıştır. Hz. Ömer ilme, tartışmaya, düşünce ifade etmeye karşıdır söylemine, yine Hz. Ömer'in ilim meclisleri kurup, münazara vs. tertip ettiği vakidir diyerek cevap vermiş olalım. Evet, müteşabih ayetler, Allah'ın zatı, namazdaki rekât sayısı vb. gibi aklımızın almayacağı, cüz’i irademizin algılamayacağı konularda; İmam Gazali Hazretlerinin “Aklımı gerdim, gerdim kopacak kıvama geldiğinde Allah Resulü'nün ruh feyzine sarılarak kurtuldum.” sözü, ana düsturumuz olarak bize yeterli olmaktadır ve akıl bizim için sınırlı bir muhteviyatı belirtmektedir. “Akıl yaşta değil baştadır.” günlük hayatta sık kullandığımız bir atasözümüzdür. Muhteviyatı itibariyle bir meseleyi anlayabilmeniz, idrak edebilmeniz için yaşınızın büyük olmasının değil çalışan bir kafanızın olması yeterlidir anlamına gelir. Bu açıdan bakıldığında gayet doğru bir atasözüdür. Ancak akıl ifadesi, hakikatiyle ne anlama gelir? Akıl sadece kafatasımızın içindeki beynimiz ile ilgili fonksiyonları mı kapsar? Kuran aklı hangi manada ele alır? Bunları anlama sadedinde birkaç Kuran ayetini “Hikemiyat” (Ebubekir Sifil) kitabındaki açıklamalardan aktaralım:
“-Yeryüzünde hiç gezip dolaşmadılar mı ki (kendilerinden önce isyanları sebebiyle helak olanlardan geriye kalanları görsünler de) akledecekleri kalpleri, işitecekleri kulakları olsun. Zira gözler kör olmaz, fakat göğüslerdeki kalpler kör olur.” (Hac-46) Bu ayet, akletme ve düşünme eylemlerinin kalp ile gerçekleştirildiğini açık bir şekilde belirterek, aklın sanıldığının aksine beyinde değil kalpte olduğunu haber veriyor. Yüce Rabbimiz, aklın merkezinin kalp olduğu gerçeğini pekiştirircesine, günlük kullanımda akla izafe ettiğimiz diğer eylemleri de kalbe izafe ederek şöyle buyurur:
“-Andolsun ki biz, cehennem için de birçok insan yarattık ki, kalpleri vardır, fakat onlarla anlamazlar. Gözleri vardır, fakat onlarla görmezler. Kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler. Onlar hayvanlar gibidirler, hatta daha sapıktırlar. İşte gafil olanlar onlardır.” Demek ki insan kalbi ile düşünmekte, kalbi ile anlamakta. Kalbi perdelenmiş olanlar da, doğal olarak Kuran'ın mesajını anlayamamakta. Yani “Akıl başta değil kalptedir.” diyebiliriz. Allah bizleri ayeti kerimenin buyurduğu üzere kalpleri olup da anlamayanlardan eylemesin.
Şimdilerde, hatta cumhuriyetin başlangıcından itibaren başını alan bir furya var: MEALCİLİK. Evet, büyük harflerle belirttiğimiz mealcilik, kendisine İslam ümmetinin zincirin halkaları gibi dağıldığı, İslam Devleti’nin olmadığı bu demlerde yer bulmuştur. Önceleri çeşitli tefsir çalışmaları ve bazı müfessirlerin tefsirlerine yapılan şerhler yaygındı, mealcilik ise son zamanlarda yaygınlaştı. Çünkü İslam otoritesinin olmamasından doğan “boşluğu” ehli heva olan reformist, kemalist ve diğerleri; İslam ahkâmını tahfif edici, şeriata nemelazım deyici, aklı salt manada kurtarıcı görücü ve tek başına erdirici bilici, insanlığa örnek ve ibret teşkil edici Kuran kıssalarına, sembolik, mecazi deyici; Allah Resulü’nün (sav) vefatıyla, Üstad’ın bir teşbihi, güneş en tepedeyken gölgenin olmayıp güneşin yavaş yavaş yer değiştirmesi ile gölge boyunun artmasının vaki olması ve tabiilik belirten bu durumun içtihat kapısının ümmete açılmasıyla -hadisle sabit- çözülmesi ve de hak mezheplerin Allah Resulü ne yaptıysa onun yaptıklarının daha iyi, en iyi anlaşılıp tahkik edilmesinden başkası olmamasına rağmen Allah’ı, peygamberi inkârın ilk adımı olan, mezhepleri inkar edici; ucunda merhameti taşıyan, dokunduğu yerde kötülük, suç namına bir şey bırakmayıp şimdikinin aksine suçluyla değil suçun bizzat kendisiyle mücadele eden Şeriatı, suçu, kötülüğü savunma pahasına reddedici yani İslam’ı ellerinin tersleriyle itici bir tavırla akıllarıyla doldurmaya çalışıyorlar. İşte mealcilik de bu menfi şahsiyetlerin usulsüzlüğünün usulüdür. Mealcilik metodu, usulü olmayan, yazarın görüşlerini İslam’ın kabında eriteceğine, İslam'ı kendi kabında erittiği, sonu deizme varan şeytani bir yoldur. Bu menfi yolun yolcuları “Bilim ışığında Kuran’ın şifresi, Kuran’daki gerçek, tevhid dini, Kuran’ın ne dediğine bakın başkalarına değil” söylemleri ile bayraklarını çektikleri yerlerde pis kokularıyla İslam’ın mis kokulu tüm güzelliklerini, hakikatlerini kirletme emelindeler. Allah fırsat vermesin!