İlim, Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi...
0539 924 64 98
editor@seriyyedergisi.org
Tarihselcilik, Kur’an’ın ve İslami hükümlerin tarihin bir döneminde kaldığını ve o zamanın toplumuna hitap ettiğini, günümüzde uygulanmasının mümkün olmadığını iddia eden görüştür.
Tarihselcilik namına ilk tohum 1960’lı yıllarda Fazlurrahman Malik tarafından atılmıştır.
Fazlurrahman Malik:
Fazlurrahman 21 Eylül 1919’da Pakistan’da dünyaya geldi. İlk eğitimini ve üniversite eğitimini Pakistan’da tamamladıktan sonra eğitimine 1946’da gittiği Oxford’da devam etti. Burada doktora çalışmasını İslamsı filozof olan İbn-i Sina’nın en-Necat adlı eserinin en-Nefs bölümü üzerine yaptı. İngiltere ve Kanada’da İslam Felsefesi okutmaya başladı. Artık eğitimini tamamlayan Fazulurrahman, İslam toplunun ifsadı için geleneksel düşünceyi yıkmaya yönelik çalışmalarına başladı. İslam itikadındaki Peygamberlik makamına felsefi bakış açıları getirdi. 1961 yılında ülkesine dönerek akademide ve siyasette aldığı çeşitli görevlerle İslam toplumuna müsteşriklerin istediği şekilde yön verme çalışmalarını hızlandırdı. 1966 yılında neşrettiği ‘’İslam’’ adlı eserinde, İslam düşünce tarihiyle hesaplaşıyordu. Bu eser büyük bir infiale neden oldu. Dönemin İslam alimleri kendisini mürted ilan etti, başına ödüller konuldu ama o Amerika’ya kaçmayı başardı. 1988 yılında Amerika’da öldü.
Görüşleri:
Tarihselciliğe göre Kuran-ı Kerim indiği çağa ve indiği topluma hitap etmektedir. Sonraki çağlarda ve başka toplumlarda hüküm âyetlerinin uygulanması gerekmez. Nitekim onlara göre hüküm âyetleri, sadece o çağa uygun emirler manzûmesidir. Onlara göre devrin değişmesiyle, Kuran’ın getirdiği hükümlerden, muamelelerden daha çağdaşı ve daha iyisi olabilir. Fazlurrahman, ‘’Her ne kadar geçmişteki atalarımızın yaşayan sünneti Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in ilk dönemlerde cemaat içinde gerçekleştirdiği faaliyetlerinin sağlıklı ve başarılı bir yorumu, bizler için dersler içerse de kesinlikle aynen tekrarlanamaz…’’[1] demektedir. Bu söz cümlenin kışrına dikkat eden bir göz için Peygamber Efendimiz’e (sav) gayet saygılı bir şekilde kurulmuş bir söz iken, lübbüne inenlerin göreceği ise peygamberimiz’in(sav) getirdiği şeriatı, alt üst etmek niyetinde olduğudur.
Bir başka görüşleri ise Kuranın ahkam âyetlerinin tikel(parça) halleriyle tatbik edilemez olduğudur. Bu şu demektir: Kurandaki, birden fazla kadınla evlenmek, mirasın kızla erkek arasındaki taksimi, ganimet, kadının dövülmesi, kısas gibi âyetler birer parçadır. Bu tikel âyetler ise evrensel değildir. Kurandan ancak tevhid, adalet, şura, eşitlik, hürriyet gibi külli hükümler çıkarılabilir.
Bu görüşler aslında Fazlurrahman’ın, Batı da İncil’e uygulanan tahrif şeklini alıp Kuran-ı Kerime tatbik etmesidir. Nitekim batı bakıldığında görülecektir ki, toplumdan uzak, sosyal hayatı etkilemeyen, ancak ruhi haz tatmin aracı olarak kullanılan bir inanış kalmıştır.
Ancak bilinmelidir ki Kuran-ı Kerim çağlar üstüdür. Nüzûlünden kıyamete kadar bütün zamanları kapsayıcı, her daim yeni ve tazedir.
Fazulurrahmanın faizle ilgili görüşü: Faizsiz bankacılık düşünülebilir mi? Faizsiz sistemde kalkınma olabilir mi konularına verdiği cevapta, ‘’Banka faizi, Kuranın riba diyerek uygulamaya koyduğu yasak içine girer mi, meselesi çözülmek durumundadır. Şu halde günümüz ekonomik şartları için Kuran’ın riba anlayışının bankacılık işlemleri de göz önünde tutularak yeniden tanımlanması gereklidir.’’[2] demektedir ve devamındaki görüşlerinde faizin iktisatçılara bırakılması gerektiğini, onlar faizsiz bir finansın imkansızlığına ve faizin çağın gereği olduğuna hükmederlerse, faiz âyetlerinin Tarihsel olduğu kabul edilip, faizin meşru olduğu sonucuna varmaktadır.
Fazlurrahman, Kuran’ın mana itibariyle ilahi, lafız itibariyle beşeri bir kitap olduğu görüşünü serdetmesiyle tekfir edilmiş, Lahor duvarlarına başına konulan ödül afişleri asılmış ve nihayet ülkeden ayrılmak durumunda kalmıştır ve sonuçta Tarihselcilik Hint yarımadasında akamete uğramıştır.
Tarihselciliğin ikinci hamlesi Mısır’da olmuştur. Nasr Hamid Zeyd adlı müfsidin ulema tarafından tekfir edilmesiyle orda da neşvünema bulamadan sonlanmıştır.
Tarihselciliğin üçüncü hamlesi ise Türkiye’de olmuştur.
Türkiye’de Tarihselcilik
1980’lerde Türkiye’de duyulmaya başlayan Tarihselcilik, Müslümanların siyasete ilgilisinin arttığı 1990’lı yıllarda ön plana çıkmaya başladı.
İhsan Şenocak, bu fikirlerin Türkiyede yayılmasıyla ilgili şöyle demekte: ‘’Batı, Müslümanların İslam merkezli bir devlet modeli talebinin önünü alamayınca, varlığını Kur’an-ı Kerim’in ahkam âyetlerinin devrinin geçtiği kabulü üzerine bina eden Tarihselcilik kartını ileri sürdü. Yöntem üzerine yoğunlaşıp zarfa aldanan, muhtevadan kopup yenilikte umut arayanlar, Tarihselciliği ilk planda İslam’ın çağa hakimiyetinde mühim bir vasıta olarak gördü. Bu yüzden ilahiyat fakültelerinde hızla yayıldı.’’[3]
Özellikle ülkenin önde gelen ilahiyatlarından İzmir ve Ankara ilahiyatta yoğunlaşan çalışmalarla Fazlurrahman ve Tarihselcilik propagandası yapılmıştır. Tarihselciler, Ankara Okulu Yayınları ve İslamiyat Dergisi aracılığıyla büyük etki oluşturmuştur. 22-23 Şubat 1997’de İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin düzenlediği ‘’İslam ve Modernizm: Fazlurrahman Tecrübesi’’ konulu uluslararası sempozyum o yıllarda ne kadar etkili olmaya başladıklarının göstergesidir. Şüphesiz ki bu yıllarda âlimlerin onlara karşı yetersiz kalması Tarihselcilerin neşvünema bulmasının büyük sebeplerindendir.
90’lı yılların Tarihselcileri 2000’lerde Diyanet ve Bürokrasi’de etkin olmaya başlamıştır. 2012 yılında Diyanet’e bağlı 29 Mayıs Üniversitesi’nin bir kurumu olarak KURAMER açılmış ve Tarihselciliğin kalesi gibi çalışmıştır. KURAMER’in Tarihselcilik propagandası yaptığı ortadayken, milletin gelirleriyle işleyen Diyanet vakfı stantlarında, milletin değerlerine kast eden KURAMER yayınlarının kitaplarını görmek esef vericidir.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın neşrettiği ‘’Kur’an Yolu Meali’’ ve ‘’Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir’’ isimli eserlerde Cilbab Âyeti’nin(Ahzab-59) izahı yapılırken geçen şu ifade Diyanet’te ne kadar etkili olduklarını göstermesi açısından önemlidir: ‘’Ahzab sûresinden sonra inen Nur sûresi örtünme, devamlı ve iffeti korumaya yönelik bir farzdır. Burada emredilen cilbab (belli bir dış giysi) cariye ile hür kadınları biribirinden ayırarak asayişi korumayı ve tacizi önlemeyi hedefleyen geçici bir tedbirdir. Toplum içinde cariye kalmayınca veya başka tedbirler alma imkanı hasıl olunca dışarı çıkarken, usulüne göre tesettür (kapanması gereken yerlerin örtünmesi) yanında bir de hür kadın alameti olarak cilbab vb. elbiseler giymek gerekli olmaktan çıkmıştır.’’ Üzülerek görmekteyiz ki İslam dini içinden bir kazı çalışması ile çürütülmeye çalışılmaktadır. Bu tefsirden anlaşılan o dur ki: Tarihselci yoruma göre , asayişin sağlandığı hallerde kadınların şortla gezmesi (haşa) naslara(âyet ve hadislere) aykırı değildir.
Fazlurrahman’ın Türkiye şubesi olan Mustafa Öztürk, Fazlurrahman’ın o devrin şartlarında söylemeye cesaret edemediği sözlerden daha da ileri giderek şunları söylemektedir: ‘’Kur’an’daki bir şer’i hüküm, günümüzün realitesine tetabuku ya da sorun çözme kabiliyeti oranında pekala geçerli olabilir; ama ters oranda geçerli de olmayabilir. Veyahut Kur’an’daki bir hükmün önerdiğinden daha güzel bir uygulama da bugün pekala uygulanıyor olabilir. Burada önemli olan husus, işlevselliktir. Diğer bir deyişle önemli olan hükmün nesnel ve metinsel gerçekliğinden öte sosyal ve işlevsel gerçekliğidir. Bu noktada hırsızlık suçu ve cezası ile ilgili olarak şöyle bir soru sorulabilir: Hırsızlık suçu sabit olduğunda hırsızı ıslah etmek, tıpkı Gaziantep belediyesi’nin hırsızlığa dadanmış tinerci çocukları bir ıslah evinde, daha doğrusu spor kompleksleri, Türk hamamları, kütüphaneler, atolyeler vs. içeren bir kampüs içinde meslek sahibi yapıp sosyal hayata kazandırması gibi Suudi Arabistan’da Cuma namazı sonrasında kamuya açık şekilde icra edilen el kesme törenlerinden daha evrensel değil midir?’’[4]
Mustafa Öztürk kendi sınırlı aklıyla ve mantığıyla yorum yaparak Maide Sûresi 38. Âyeti (Hırsızlık eden erkek ve kadının yaptıklarına karşılık bir ceza, Allah’tan bir ibret olarak ellerini kesin. Alah güçlüdür, hikmet sahibidir.) nesh etmiş olduğunu gördük. Âyette ‘ibret olarak’ ifadesi geçiyor. Soruyorum Mustafa Öztürk’ün ıslah evi örneğinin neresinden ibret alınabilir? Bir suça karşı caydırıcı bir ceza mı, yoksa bir ıslâh evi mi daha ibret vericidir? Âyetin en sonunda ise ‘Allah hikmet sahibidir.’ denilmiştir. Mustafa Öztürk, Allahın hikmetini düşünmeyip kendine başka yerden hikmetler çıkarmak peşindedir. Kur’anın zerresinin feda edilmesinin mümkün olmadığı malumdur. Nitekim Allah(c.c.) Hicr sûresi 9. âyette: ‘’Muhakkak ki Kur’anı biz indirdik biz koruyacağız.’’ demektedir. Fakat Tarihselciler hevâlarına uyarak, bilinçaltlarındaki batıya hoş görünmek kastıyla hüküm âyetlerinin mânâlarını feda etmekten çekinmemektedir.
Tarihselcilerin Kur’an’ın Tarihsel Olduğuna Dair Tezvirleri
Yine İhsan Hoca’dan aktarıyorum: ‘’Tarihselcilerin istidlal ettiği, “İşte bu, bereket kaynağı, kendinden öncekileri (ilâhî kitapları) tasdik eden ve şehirlerin anasını (Mekke’yi) ve bütün çevresini (tüm insanlığı) uyarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır.”(En’am-92) mealindeki âyet de aslında Kur’an’ın evrensel olduğunu ifade eder. Nitekim âyette geçen ” ümmül kur’a/Şehirlerin anası” ifadesi Kâbe-i Muazzama’nın Allah katında dünyanın merkezi olduğuna, “ve men havlehu /çevresindeki insanlığı” da, bütün insanlığın inzar edilmesi gerektiğine işaret eder. Mekke-i Mükerreme, cennetten inen Hz. Âdem’in o bölgeye gelmesi, insan neslinin oradan yayılmaya başlaması, Hz. Âdem’in Kâbe’yi yeryüzündeki ilk bina olarak orada inşa etmesi gibi hususiyetlerden dolayı şehirlerin merkezi kabul edilmiştir. “ve men havlehu” “Çevresindeki insanlar” ifadesi ise, Kâbe’nin her bir yönünden hareketle şarktan garba, kuzeyden güneye kadar uzanan bütün yeryüzünü kapsadığını dile getirir. Lakin herkes gücü nisbetinde sorumludur. Müfessirler de “ve men havlehu”yu bu bağlamda anlamıştır. Zira dünyanın her yerinden insanların Kâbe-i Muazzama’ya yönelip namaz kılması “çevre” kelimesinin dört ciheti, en son noktaya kadar içine aldığını gösterir. İsm-i mevsul olan “Men” de umum bildirir. Oruçla ilgili âyette geçen “Men” kelimesi de manaya umumluk vermektedir. Buna göre âyet, Ramazan ayına ulaşan herkesi kapsar. Nitekim “fe men şehide minkümüşşehra felyesumhü/İçinizden kim bu aya ulaşırsa onu oruçlu geçirsin.”(Bakara-185) şeklindedir. Bunun içindir ki âyetin devamında Allah Teâla, hasta ile yolcuyu tahsis ederek hükmün dışında bırakmıştır. Yukarıdaki izahattan da anlaşıldığı gibi hiç bir âyet, Kur’an’ın yerel ya da tarihsel olduğuna işaret etmez. Bilakis her âyette evrensel bir boyut vardır. Tarihselcilerin anlamını daraltarak kendileri için delil aldığı âyet-i kerime gerçekte onların aleyhine bir delildir.’’[5]
Furkan-21: ‘’Âlemlere bir uyarıcı olsun diye kuluna Furkân’ı indiren Allah’ın şanı yücedir.”
Sebe-23: ‘’Biz, seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu bilmezler.”
A’raf-158: “(Ey Muhammed!) De ki: “Ey insanlar! Şüphesiz ben, yer ve göklerin hükümranlığı kendisine ait olan Allah’ın hepinize gönderdiği peygamberiyim.”
Enbiya-107: “(Ey Muhammed!) Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.”
En’am-19: “Bu Kur’an bana, onunla sizi ve eriştiği herkesi uyarayım diye vahyolundu.”
Âyetlerle, sabittir ki: Kur’an, Peygamber Efendimiz vasıtasıyla, bütün alemlerde eriştiği bütün insanları uyarması ve hidayete erdirmesi için gönderilmiştir.
Kur’an’ı Kerim’in Nuzülü Lafız mı?, Mânâ mı?
Tarihselcilerin bir başka büyük iddia/iftirasına daha değinip yazıyı nihaye erdireceğiz. Verdiğimiz ve vereceğimiz âyetlerden de anlaşıldığı gibi Tarihselcilerin bazıları çok saf ve kandırılmış bazıları ise İslam’ı içinden bozmaya çalışan art niyetli insanlardır. Hak verirsiniz ki ilahiyatçı ve uzman Tarihselcilerin kandırılmış olması muhâldir ve ikinci seçenek içindedirler. Şunu bilmekte de fayda var ki Türkiye Tarihselcileri kendi özgün tezlerini, çalışmalarını sunuyor değiller. Türkiye’deki Tarihselciler Fazlurrahman’ın ve İngiliz müsteşrik Rudi Paret’in tarihi geçmiş ve çürütülmüş uydurma tezlerini Türkçeye çevirmekte, şerh etmekte ve piyasaya sürmektedir.
İddialarına gelecek olursak bu müfsit Tarihselciler; Kur’an’ı Kerim’in insan sözü olduğunu ve buna binaen Kur’an hükümlerinin uygulanabilirliğini iptal etmek için, Kur’an’ın Peygamberimiz’e(s.a.v.) mânâ olarak indirildiği onu peygamberimizin lâfza(nazma/söze) dökerek aktardığını iddia/iftira etmek cüretini göstermektedirler. Aynen olduğu şekliyle Mustafa Öztürkten aktarıyorum: ‘’Tam bu noktada Kur’an vahyinin mahiyeti ve Hz. Peygamber’e hem lâfız hem mânâ mı yoksa salt mânâ ve mefhum tarzında mı indirildiği meselesi de tartışmaya değer niteliktedir. Zira Kur’an’ın hem lâfız hem mânâ itibarıyla inzal edildiğini kabul etmek, cihad ve kıtal meselesinde kullanılan politik dilin bizzat Allah’a ait olduğunu söylemeyi gerektirir. Vahyin salt mânâ ve mefhum olarak inzal edildiğini kabul etmek ise söz konusu dilin Hz. Peygamber tarafından formüle edildiğini, dolayısıyla Allah katından genel muhteva ve perspektif olarak aldığı vahyin ışığında konjonktürel gelişmelerle ilgili yol haritasını kendisinin belirlediğini söylemek gerekir ki, bu ikinci ihtimal daha mâkul görünmektedir. Aksi takdirde Allah’ın ahlakiliği meselesi gündeme gelir.’’[6]
Mustafa Öztürk’ün iddia ettiği gibi mânâ ve mefhum olarak indirilen Kur’an’ı Allah Resülü(s.a.v.) kendi politik diline çevirmiş olsaydı aksi durumda Allah’ın ahlakiliği meselesi ortaya çıkacağını iddia eden bir kimse için bu sefer de Peygamber’in ahlakiliği meselesi gündeme gelir. Çünkü mânâ olarak ahlaki olan bir sözün lafız olarak ahlakiliği bozulmuşsa bunu peygamberin bozmuş olduğu anlamı ortaya çıkar. Bu da peygamberimize süslü sözler altında atılan iftiranın bir çeşididir.
Müşrikler, mümin olanları gördükçe Kur’an hakkında iftira atmaya başlamışlardı. Kur’an’ın insan sözü olduğunu iddia ettiler ve sonra Yunus sûresi 38. âyet nazil oldu: ‘’Madem insan sözü olduğunu iddia ediyorsunuz benzerini, o olmazsa on sûresinin, o da olmazsa bir sûresinin mislini getirin !” sonuçta Kur’an’ın azameti karşısında şairler sustu, Mekke sustu.
Nitekim Öztürk’ün iddiaları Hakka 44-47. Âyet: ‘’Eğer Peygamber bize atfen bazı sözler uydurmaya kalkışsaydı, elbet onu bundan dolayı kıskıvrak yakalardık. Sonra da onun şah damarından koparırdık. Buna sizde mâni olamazdınız’’ ile de çelişmektedir.
Müşriklerden bazıları Kur’an’ın kısmen değiştirilmesini istediğinde Peygamber Efendimize şu âyet nazil olmuştur: Kendilerine âyetlerimiz açıkça okunup anlatılınca bize geleceklerine inanmayanlar, "Bundan başka bir Kur’an getir veya bunu değiştir" dediler. Onlara şöyle de: "Onu kendiliğimden değiştirmeye hak ve yetkim yoktur, ben ancak bana vahyedilene uyuyorum. Eğer Rabbime itaatsizlik edersem şüphesiz dehşetli bir günün azabından korkarım."(Yunus-15) Bu âyet de Hz. Peygamber’in Kur’an üzerinde şahsen değiştirme tasarrufunun olmadığını göstermektedir.
Hadislerin mânâ olarak, Kur’an’ı Kerim’in hem lâfız hem mânâ olarak vahyedildiği görüşü üzerinde Ehli Sünnet âlimlerin ittifakı vardır. Nitekim Kıyamet sûresi 16-19:’’Vahyi tam anlama telâşı yüzünden dilini kımıldatma. Onu zihninde toplayıp okumanı sağlama işi bize aittir. O halde onu okuduğumuz zaman sen onun okunuşunu takip et. Sonra onu anlatmak elbette bize aittir.’’ Âyetlerinde Allah kelâmının, Efendimizin zihnine söz ve mana olarak indirildiği, Efendimizin bu sözleri ezberlemeye çalışarak dilini kıpırdattığı ve İlahi vahiy ile Efendimizin sıkıntısının giderilip âyetlerin onun zihninde toplanacağı bildirilmektedir. Bu âyetlerde Kur’an’ın hem lâfız hem mânâ olarak inzal edildiği apaçık bir şekilde izhar edilmektedir.
Hülâsa
Ecdadımız ‘Usülsüz vusül olmaz’ demişler. Tarihselcilik, İslami İlimlerin kadim usüllerini yıkıp yerine ikame edecek hiçbir hakiki usül koyamamıştır. İslami İlimleri, hadislerin çoğunu reddetmek ve Kur’an’ı Kerim’in Türkçe mealini günümüz şartlarına göre kuru akılca yorumlanması basitliğine indirerek, alt üst etmek istemişler ancak visale varamamışlardır. Her yeni çıkan Tarihselci öncekinden farklı görüşler söylemektedir öyleki Tarihselcilerin on yıl önceki görüşü bugün tarihsel olmuştur. Tarihselciler, usülsüzlüklerini ahlaksızlıklarıyla kapatmaya çalışmaktadır.
Tefsir dersinde Mustafa Öztürk’ü dinleyen öğrencilerden aktarıldığına göre; Allah ve Resul’üne gizliden iftira atan bu ilahiyatçı profesör bozuntusu Müslümanların sessizliğinden güç bulmuş olacak ki artık Allah’ın Peygamberi Süleyman’a(a.s.) aşikare saldırmaya, hadsizlik etmeye başlamıştır: Belkıs kıssasında Süleyman(a.s.) ile Belkıs arasında geçen kıssayı anlatırken, Hz. Süleyman’a(a.s.)‘’Bizim SÜLO’’ deme cüretini gösteriyor. İlmin değerinin olmadığını öğrendiğimiz ve böyle zerzevat takımından olanlara bile profesör payesinin verildiği ülkemizde, en azından Allah’ın Peygamberine uzanan dilin cezasının verilmesini bekleriz. Farzı misal bu yakıştırmayı İçişleri Bakanımız Süleyman Soylu için yapmış olsaydı gereken cezanın verileceğini tahmin etmek güç olmazdı. İslamın garip olduğu şu devirde Pakistan ve Mısır’daki gibi Türkiye’de de âlimlerin ve âbidlerin yapması gereken, ilmen ve cebren bu hadsizlere karşı koymaktır. Aksi halde Allah dinine sahip çıkacağı ve bizim bu iman sınavından başarısız çıkacağımız unutulmasın.
Tarihselciliğin son piyonu Mustafa(!) Öztürk(!) son dönemlerde şaklabanlıklarıyla gündeme gelmektedir. Bu yüzden de sık sık kendisini Türkiye gündemine taşımakta ve zehrini, ismini daha çok duyurarak ve tanınarak zerk etmektedir.
Müşarünileyh’in ismini ‘Mustafa(!) Öztürk(!)’ şeklinde yazmamın sebebi bu adamın(!) Resulullah’ın ‘seçilmiş’ ismini taşıma vasfına haiz olmaması ve bu edepsizlikleriyle, yüz yıllardır ümmete edebiyle örnek olmuş Türk milletini ‘Türkün özü’ mânâsına gelen ismi soyisminde bile temsil etmeye haiz olmamasındandır.
Allah için sevgi(Hubbu Fillah) ve Allah için öfke(Buğzu Fillah) şuuruna erememişlerin imandan gelen asil öfkeyi, basit zibidi öfkesiyle karıştırması normaldir. Nitekim peygamberimiz bir hadisi şeriflerinde iman öfkesinin, imanın en alt derecesi olduğuna dikkat çekmiştir: “Bir kötülük gördüğünüzde elinizle düzeltin, elinizle olmazsa dilinizle düzeltin, dilinizle de olmazsa kalbinizle buğz ediniz ki, o da imanın en zayıfıdır.”[7] O halde mukaddesatına saldırıldığında öfkelenmeyenin kendi imanını sorgulaması gerekir.
Bu yazıda Tarihselcilik, Fazlurrahman ve Mustafa Öztürk’ün temel iddialarını, fikirlerini ve iftiralarını aşikâr etmeye çalıştık. Yazıda çoğunlukla kaynak olarak hadislere yer verilmeyip âyetler üzerinden gidilmesi, onların inanç temellerinin çürüklüğünün, tek inandıkları Kur’an âyetleri üzerinden gösterilmesi ve belki bazılarının tövbe edip görüşünden dönmesi içindir. Yazımızda İhsan Şenocak’ın ‘’Neden Kur’an’ı Kerim Hedef’’ kitabı ve Ebubekir Sifil’in ‘’Çağdaş Dünyada İslami Duruş‘’ adlı kitaplarından fazlaca yararlanılmıştır. Allah ehli sünnet hocalarımızın kalemine kuvvet versin, ümmeti de bu sapık fırkaların sapkınlıklarından muhâfaza eylesin…
Selam ve dua ile…
[1] Fazlurrahman, ‘’Tarih Boyunca İslami Metodoloji Sorunu’’, s.184
[2] Alparslan Açıkgenç, ‘’Fazlurrahman’’, DİA XII, s.282
[3] İhsan Şenocak, Kur’an-ı Kerim Neden Hedef, s.20
[4] Mustafa Öztürk, ‘’Kur’an, Tefsir ve Usül Üzerine Problemler, Tespitler, Teklifler Ankara Okulu Yayınları’’, s.100
[5] https://www.ihsansenocak.com/tarihselcilik-fikri-degil-imani-bir-meseledir/
[6] (Mustafa Öztürk, ‘’Kur’an’da Cihad’’, KURAMER, s.201
[7] (Müslim, İman 78; Tirmizi, Fiten 11)