İlim, Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi...
0539 924 64 98
editor@seriyyedergisi.org
Ülkemiz; herkesin mütefekkir edasında, ve her kesimin her hakikate maliklik iddiasında olduğu bir ilim merkezi(!)… Öyle ki, savunduğu meseleye dair, en ufak bir mugayir görüşe cevap verme tahammülüne dahi girişmez ve başlar yaftalamaya: “beyni yıkanmış Amerikan uşağı!”, “fetöcü hain!”… Neden? Çünkü o en zeki, o en iyi, en bilgili… İşte bu düşünceyle -ki düşünme eylemi varsa- bugün, gerek ekonomik, gerek politik, gerek içtimai, gerekse ruhi bunalımları dibin dibinde yaşıyoruz. Bir kötü haberim daha var. “Anadoluluk” kimliğimiz sayesinde içimizde ufak da olsa barındırabildiğimiz irfanı da kaybediyoruz! O kimliği de yitirmekteyiz çünkü!.. Ve bu bunalımların sebeplerine bakabildiğimiz nispette “ben Anadoluyum!” diyebileceğiz.
En büyük bunalımımız “ene”cilik… Büyük bir kibir tavrı olan “ene”ciliğin, nasıl ete kemiğe bürünür gibi, bir -sözde- düşünce elbisesi içerisine sığındığını görmek lazım. Bu “arızi” bir sorun… “Arızi” kelimesinin altını çiziyoruz. Bu millete Batı’dan girmemiş bir sapıklık, bir bozukluk yoktur ki! Menfi yönde en bizden hissettiğimiz mefhumların köklerine bir inelim bakalım. Her birinde öbekleşmiş düşünceler halinde birer şeytancık bulacağız! İşte bu şeytancıklardan biri de “sahte milliyetçilik”... Diğer adlarıyla “faşizm”, “ırkçılık”… İsmini koymak basit. Çoğumuz bu psikoza öyle bağlı, öyle bağlıyız ki; ismini koyduğumuz bu mefhumlarla kendimiz dışında herkesi yaftalamakta da tereddüdümüz yok!.. “Ene”cilik psikozu işte… Bu tür hastalıklar arızi rahatsızlıklardır. “Vatan sevgisi imandandır” hadisini kaynak alarak gösterdiğimiz bir milliyetçilik tasavvurumuz falan yok.
Bizdeki şöyle:
Ziya Gökalp’in Emile Durkheim aparması milliyetçilik anlayışı… “Aparma” diyorum, dikkat! Onun gibi düşünmüyor dahi, Durkheim’in diyalektiğini kabaca tabirle “indira gandi” yapıp cebe indirerek, ülkenin hassas döneminde ortamı boş bulup zehrini salmıştır. Durkheim düşüncesiyle ortaya konmuş olsa bu kadar zarar veremezdi belki de… Onu bile tahrif etmiş!.. Engels ve Marks da bunu yaparak “ruhçu” Hegel’in diyalektiğiyle “maddeci” komünizmayı ortaya koymuşlardı… Durkheim’ın milliyeçiliği “dini heyecan” üzerine kuruluyken, Ziya Gökalp’in milliyetçiliğindeki dini heyecan ve hassasiyet –ki Müslüman insanlar için ortaya konmuş- şu hadsiz cümleleri kurabilen cihetten:
“Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur,
Bir ülke ki, mektebinde Türkçe Kur’an okunur,
Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!..”
Demeye kadar gitmiştir.
Her Ziya Gökalp sevdalısından da şu açıklamayı duyarız:
“Ben yalnızca Türkçülük kısmını alıyorum. Dini görüşü beni ilgilendirmez.”
Biz de Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in deyişiyle “Biz İslam’ı kabul ettikten sonra Türkün Türkçüsüyüz!” diyoruz!.. Bu “sadece”ler, bizi bugün “Mümin kardeşliği” hakikatinden koparmış durumda. Suriye’de Müslüman analarımız, bacılarımız tecavüze uğramamak için ulemadan intihar fetvası beklerken, 5 yaşında çocuğun soyu kurutulmuşken, biz mümin kardeşliğinden mahrum nesepçilik peşinde sağı solu kırıyor, döküyoruz.
“Şüphesiz müminler birbiri ile kardeştirler” ayetini aklımızla bilmekten, kalbimize indirme mesabesine getirmekle gerçek kardeşlik manasına erişebileceğiz. Suriye, Doğu Türkistan, Arakan, Doğu Guta… Her biri zulüm görmüş Müslüman kardeşlerimiz. Hepsine elimizden geleni ardımıza koymamak bir borç… Ancak bu mesnetsiz boş nesepçilik “neden yukarıda Arap Suriye, bizim ırkdaşlarımız Doğu Türkistanlılardan önce yazılmış” dahi dedirtebiliyor.
“Irkçılığa (asabiyyeye) çağıran bizden değildir; ırkçılık için savaşan bizden değildir ırkçılık üzere, asabiyye uğruna ölen bizden değildir.”
Bu Hadis-i Şerif… Efendimize bağlıysak işte hüküm!.. Millet sevgisi hususunda mutedil davranmak, ne için sevdiğini bilmek, bizleri Efendimize, dolayısıyla rızay-ı ilahiye ulaştıracaktır.
Muvazene önemli bir mefhum… Bu mefhuma malikiyet nispetince meselelerin künhüne erilebilir. Milletimizi seveceğiz, ama muvazeneli. Hakeza eleştirirken de muvazeneli. Hiçbir sevgi İslam ve gerekliliklerinin önüne geçemez, geçmemeli!.. Allah’ın mutlak iradesiyle, hiçbir çaba göstermeden sahip olduğumuz nesep, bizi “ene”ci kılmamalı. Bizim övündüğümüz nesebimiz, ecdadımız bundan uzak durmuş bir kere… Bugün “pis, kaka” diye baktığımız Suriyeli, Çanakkale’de en çok şehit veren şehir olan Halepli idi.
Yine bir Hadis-i Şerifle noktalayalım meseleyi:
“Allah’ın bazı kulları vardır ki onlar ne peygamber ne de şehittirler. Fakat peygamberler ve şehitler onlara verilen makam dolayısıyla gıpta edip imrenirler.”
Bu arada sahabe-i kiramlar: “Onlar kimlerdir?” diye sordular. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle devam etti:
“Onlar (aralarında) nesep ve akrabalık olmadığı, mal alışverişi olmadığı halde birbirlerini Allah için sevenlerdir. Onların yüzü nurdur, nur üzerindedirler. İnsanların hüzünlendikleri günde onlar mahzun da olmazlar”…