İlim, Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi...
0539 924 64 98
editor@seriyyedergisi.org
Devletin sermaye akışına müdahalesinin gerekip gerekmediği, değişen konjonktürler(daralma-refah dönemleri) nezdinde geçerliliğini koruyan bir tartışma unsurudur. Malumunuz; buhranlardan, keşiflerden, teknolojinin gelişmesinden, dünya savaşlarından mütevellit, hissesinde menfi manada kırılmalar yaşanan dev ekonomilerin reformları ulusal olmakla kalmamış, küresel çapta farklı yaklaşımlara zemin oluşturmuştur. Yabancı sermaye giriş-çıkışı kontrol edilemez safhalara ulaşmıştır.
Günümüzde sermaye hareketliliğinin yüksekliği gözlerden kaçmamaktadır. Bu olguyu bir örnekle açıklarsak; Türkiye’de ikamet eden bir işçinin sabahın ilk ışıklarında kalkıp Güney Afrika’daki bir elmas madenine çalışmak için gitmesi, akşam namazına müteakip de evine gelerek elini yüzünü yıkayıp sofraya oturması imkan dâhilinde değildir. Yani emek üretim faktörü, mobilitesi(hareketliliği) yüksek bir üretim faktörü değildir. Az önceki örnekten yola çıkarsak eğer, sermaye hareketliliğine bakıp, günümüzde internet erişiminin olduğu her platformda sermayenizi(tasarruflarınızı) birkaç parmak hareketiyle faiz oranı yüksek olan herhangi bir ülkeye yönlendirebilirsiniz. İnternetin sunmuş olduğu imkanlar akabinde dev finans sektörlerinin tohumları filizlenmiş, sermaye akışları hızlanmış ve ülke ekonomilerinde finans sektörü ile ilişkili varlıklar ciddi paylara ulaşmıştır. Piyasalar içerisinde finans sektörünün, varlıkların GSYH(garı safi yurtiçi hasıla)'ya bölünmesi ile elde edilen değer, piyasa derinliğidir. Bizdeki finans piyasalarının derinliği %170’lerde seyretmektedir.
Sermaye hareketliliğinin artması ile finans piyasalarının oynadığı etkin rolü Mundell Fleming(Ödemeler Bilançosu Dengesi) Modeli ile açıklamaya çalışalım. Mevcut ithalatımızı(döviz çıkışı) ve ihracatımızı(döviz girişi) kabataslak tasnif edersek; ithalatımızın ihracatımızdan fazla olması durumunda yurtiçi piyasada döviz açığımız oluşacaktır. Böyle bir durumda şehit Saddam Hüseyin gibi piyasaya müdahale amacıyla döviz basamayacağımıza göre ya sabit döviz kuru müdahale aracı olan(Merkez Bankası döviz rezervlerinin hatırı sayılır biçimde fazla olması koşuluyla) yurtiçi piyasaya döviz süreceğiz ya da şu an ülkemizde 2001 yılından itibaren uygulanan esnek döviz kuru sistemindeki gibi piyasalarımızı yabancı sermaye(döviz) girişine uygun hale getireceğiz. Yabancı sermaye girişi tabi ki sadece faize duyarlı değildir ama biz modelimizde bu varsayımdan yola çıkacağız ve yabancı sermayenin yurtiçi faize duyarlılığını “k katsayısı” ile açıklayacağız. “K katsayısı” sermayenin akışının faize duyarlılığını belirler. Yani k katsayımız ne kadar fazla olursa faiz artırımı sonucu ülkemize giren yabancı sermaye miktarı da o kadar fazla olur. Eğer model bazında k katsayınız fazla olmazsa, yabancı sermayenin faiz artırımınıza duyarlılığı az olacaktır. Son yıllarda döviz açığı fazla olan ülkemizin 2014’e kadar faiz oranları artırımına duyarlılığı fazla olan bir piyasası vardı(k katsayısı yüksekti). Faizleri normal seyrinde ve Merkez Bankası verilerine göre döviz rezervinin en fazla olduğu yıl 2014 idi. 2014’ü izleyen yıllarda gelişen yurtiçi ve yurtdışı olumsuzluklar sonucu kredi puanımız(k katsayımızı en çok etkileyen puanın) hızla düşmekte, şu an ise Merkez Bankası rezervlerinin dibini kazımaktayız.
K katsayısını artırmak kısa dönemde faizleri artırmaktan daha meşakkatli olduğu için, faizleri artırmak politika uygulayıcıların işine gelmekte, böylelikle faizleri artırıp çaresiz yabancı sermaye akışını beklemekteyiz. Artırılan yurtiçi faiz ile tasarruf sahiplerini yatırıma değil de yüksek faiz ile özel veya devlet tahvili almaya teşvik etmek, uzun vadede, işsizlik yılanının boynumuza dolanmasına sebep olur. Yabancı sermaye sahibi oluğumuzu farz edersek Türkiye piyasalarına yatırım yapmak istediğimizde dikkat edeceğimiz ilk şey, tatil sezonunda yabancı turistlere yarı, Türk turistlere iki katı çekilen otel fiyatları ile kadim bir Selçuklu şehri olan Alanya’nın plajlarında anadan üryan gezip, akabinde Türk piyasasının kırılganlıklarına kulak aşinalığım olmazsa eğer finansal kredi kuruluşlarının verdiği kredi notları olacaktır. Ufak dalgalanmalarda ise tasarrufumu başka piyasalara aktarmam olağan bir davranıştır.
Moody's, Fitch gibi finansal kredi kuruluşlarının ülkelere verdiği kredi puanı, sermaye hareketliliğinin faize duyarlılığını (k katsayısını) etkilemektedir. Bu kuruluşlar, puanlama kriterlerinde ülkenin sosyolojik yapısına da bakmakta, kırılgan ekonomili ülkelerin yüksek puanlanması için yüksek taviz vermesi istenmektedir. Örneğin, Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı ve AB uyum sürecinde verdiğimiz tavizler, sadece ekonomik alanla sınırlı kalmamaktadır. 2001 yılında zuhur eden bankacılık krizinde kredi almak için kendisine başvurduğumuz IMF’nin şartlarından birisi de Türk Telekom’un başkanı ve yönetim kurulu üyelerinin bazılarının istifa etmesidir. Bu, IMF icra direktörlerinin bizzat ön şartıdır. Koşulun, kredi ile alakasını anlamlandıramadınız değil mi? Herhalde Türk Telekom başkanının tavukları, IMF bahçesinin marullarını tırtıkladı(!) Bu teklifi İngiltere Dışişleri Bakanı ya da İtalya Ekonomi Bakanı dillendirse, ciddi krizlere sebep olacakken, Akdeniz kültürüne yakın, rakı balık sevdalısı, dansöz ile bizim müsteşarlardan daha iyi raks eden bir İtalyan IMF uzmanı dile getirince, Türk Telekom başkanının ve yönetim kurulu elemanlarının gözünün yaşına bakılmamıştır. Sanırsınız ki IMF bir hayır kurumudur ve uzmanları da Antarktika’dan gelen barış penguenleridir.
Bahsini ettiğimiz kredi kuruluşları, kredi puanlamasında yüksek puan verirken iş hayatına katılımı ve uyumu sağlanmış, yani istihdam edilmiş kadın oranına da bakmaktadır. Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) 2017 raporlarına göre Türkiye diğer OECD ülkeleri arasında %33,6 ile kadın istihdam oranında sonuncu sıradadır. Rapordaki kadın istihdam oranı, kredi puanımızı olumsuz etkilemiş ve sermaye akışında bir aksaklığa sebep olmuş mudur? Burası tartışılır… Lakin şurası bir gerçek ki AK Parti, kadınların iş hayatına atılmaları ve siyasete katılmaları için var güçleriyle çalıştılar. Bununla da yetinmeyip aile müessesemizin temeline dinamit döşeyen İstanbul Sözleşmesini 2011 yılında imzalayarak her yıl sayıları yüz binler ile ifade edilen aile ocağının sönmesine sebep oldular. Ve bu süreç mukadder oluşlar halinde Ankara’nın Kurtuluş meydanındaki bilboardlarda "İşinden dönen kadını, kocası bebeği ile karşılar.", "Bir erkek, inatçı lekelerin hakkından gelir." gibi ifadelerin yer almasına kadar geldi.
Kredi puanımız düştükçe yurtiçi faiz oranlarını arttırıyoruz. Baktık fayda etmiyor, yabancı sermaye adına yabancılaşıyor, çamurlaşıyor, bulanıyor ve bunalıyoruz!