Âtıl Nesillerin Bâtıl Mahsülleri...

Yazan: 24 Mart 2022 1133

Ziraat alanında az çok bilgisi olanlar bilecektir. Bu alanda “yorulmuş toprak” diye bir tabir vardır. İlimsiz ve bilinçsiz bir şekilde sahibi tarafından ara verilmeden sürekli ve yanlış yöntemlerle ekilip biçilen toprak, bir süre sonra verimsizleşmeye başlar. Buna “âtıl toprak” da deriz. Âtıl… Yani tembel ve verimsiz… O toprağa en kaliteli tohumu da atsanız alacağınız sonuç beklentinin her zaman altında olacaktır. Bir de tersi bir durum var tabi. Eğer tohumunuz kalitesizse ve depoda çok fazla bekletilmişse, bu sefer dinç ve ham toprağa da atsanız sonuç yine değişmeyecektir. Yani alacağınız verim düşük olacaktır.

O halde kaliteli ve verimli mahsul elde etmek istiyorsak ne yapmamız gerekir? Hem toprak hem de tohumdan azami verim elde etmek için tohum ve toprak hususunda zirai tedbirlere başvururuz. Bu sayede alacağımız her zirai tedbir, verimi artıracaktır. Zira her şeyin bir kullanım talimatı ve bir kullanım kotası vardır. Bu durum toprak ve tohum ikilisi için de geçerlidir.

İşte mevzumuza geçiş yapacağımız yer de tam olarak burasıdır aslında. Zira insan birçok yönden toprak gibidir. Hatta ‘gibi’sini de atın, insan bizzat topraktır. Buna delil, Allah’ın (c.c) Kur’ân-ı Kerîm’de mealen belirttiği:

Gerçek şu ki biz, insanı çamurdan alınmış bir özden yaratıyoruz.” ( Mü’minun suresi-12. ayet)

Ayetinde sabittir. Buna başka bir alandan da cevap verilebilir. Bilimin bgün vardığı noktada bize tebellür ettirdiği bir hakikat var. Bu da insan vücudundaki 20 elementin topraktaki 20 elementle aynı olduğu gerçeğidir. Hem insanın yaşı kemale, ömrü de zevale erince yüzündeki hatlar çorak topraklardaki yarık hatlara benzemeye başlamaz mı? Topraktaki verimi artıran zirai tedbir, Müslüman bir toplumda insanı eğitmede alınacak İslami tedbirlere karşılık gelir.

 O halde diyebiliriz ki; insanı da eğitim ve terbiye hususunda bilinçsiz ve yanlış usullerle terbiye etmek ve eğitmek, onun verimini düşürdüğü gibi, ortaya hiç istenmeyen sonuçlar da çıkaracaktır. Yanlış usuller, tohumdan ve topraktan istenmeyen mahsuller çıkartacaktır.  Bugün eğitim yuvası kabul ettiğimiz ve sayıları devlet tarafından giderek artırılan ancak vasıfları kumdan kalelere kadar alçaltılan ve tazyif edilen, buna rağmen yine de bu artışla her zaman ve her zeminde iftihar edilen üniversitelerimizde vaziyet ne durumdadır peki?

Üniversiteleri, Anadolu halkının ilim ve bilim alanındaki ihtiyacını gidermek için kurulmuş pazar tezgâhlarına taze meyve-sebzeler yetiştiren tarlaları kabul edersek, orada eğitim gören Anadolu gencini de bu tarlalara serpiştirilmiş ve kabuğu henüz çatlamaya yeni yeni başlamış tohumu olarak kabul edebiliriz. O halde bu tarla ve tohuma fikir mercekli gözlüklerle daha net bakmaya çalışmalıyız.

 Yıllardır Batı’ya entegreli eğitim modelleriyle eğitilen nesil, artık âtıl vaziyete düşmüştür. Eğitim yuvalarımız verimsizleşmiş ve çoraklaşmıştır. Doğu’nun endemik bitkileri Batı’nın topraklarında can bulamamıştır. Veya tersi bir durum… Batı’nın zehirli sarmaşıkları bizim asırlardır İslam arklarıyla beslenen tarlalarımızda toprak ve mahsul verimini öldürmüştür. İslami esaslara dayalı eğitim usullerinin hayatımızdan birer birer silinişi, büyük bir musibet olarak kabul edilmediğinden, bu anlayıştan doğacak sorumluluk da maatteessüf yerine getirilememiştir.

Bir adam yere düşse ve düştüğünü kabul etse, kalkmaya çalışır öyle değil mi? Peki düştüğü halde bir de düşmediğini iddia ederse? Onun için vaziyet artık acınasıdır. İşte biz de eğitim alanında düştüğümüz halde düşmüşlüğümüzü kalkmışlık olarak gördüğümüzden kalkmak için hiçbir zaman harekete geçmeyeceğiz. Hareket için düşmüşlüğümüzü kabul etmek zorundayız. Batı’nın “Sizin okuyan gençleriniz en sonunda gidip temizlik işçisi oluyor, inşaat amelesi oluyor.” sözüne karşılık, biz, false analogy usulüyle, yani mantığı tersinden kullanarak “Hayır efendim, öyle değil. Biz o kadar okumuş bir toplumuz ki bizim çöpçümüz ve inşaatta çalışan amelemiz bile asgari üniversite mezunudur.” şeklinde karşılık veriyoruz.

Bir çocuğun hayatındaki ilk ve en etkin eğitim kurumu olan ailede bile bugün İslami usullerle verilen eğitim ve terbiyeden geriye verimi artıracak hiçbir şey kalmamıştır. Normalde ailede başlayan çocuk eğitimi devlet tarafından sürdürülür. Ancak bugün aile, bu sorumluluğu tamamen devlete yüklerken devlet de bundan faklı bir şey yapmamaktadır. Bu haliyle yeni nesil, sahada iki kale arasında sektirilen meşin bir toptan farksızdır.

Ülkemiz, 1920’den bu yana 76 eğitim bakanı görmüş. Biz buna 76 farklı eğitim modeli ve usulü desek çok da mübalağa etmiş olmayız. Zira her yeni gelen eğitim bakanının bir öncekini, getirdiği yeni müfredat ve usullerle yadsıması, bize, Antik Yunan ve Helen filozoflarının şu komik vaziyetini ihtar ettiriyor. Antik Yunan’da yeni gelen filozof, bir önceki filozofun inşa ettiği düşünceler ve iddialar kulesini devasa hiltilerle yıkan başka bir düşünce amelesidir.

Bizde de her yeni gelen eğitim bakanı, bir öncekinin eğitim modelini yıkan ve yerine kendi eğitim felsefesini oturtmaya çalışan yıkım ekibi şefidir. Üstünkörü bakıldığında bu vaziyet kendini göstermez belki ancak 102 yıllık eğitim serüvenimize bakıldığında bu vaziyet anlaşılacaktır.

Üniversite inşa etmekle orayı bir eğitim merkezi haline getirmek arasında ciddi manada kemiyet ve keyfiyet farkı vardır. Ak Parti iktidarı devrinde kurulan üniversitelerin toplumun toplamından tüten eğitim keyfiyetini düşürdüğünü söyleyebiliriz.

İslâmi eğitimin verildiğini düşündüğümüz ve bu düşünceyle çocuklarımızı gönderdiğimiz İlahiyat ve İslami İlimler Fakültelerinden çıkan gençlerin Deizme ve Ateizme sempati duyması, bu inançlara kayması, bu inançlar karşısında yeterli donanım ve ilme sahip olamaması da çarpık eğitim düzeninin bir sonucudur. Daha yeni gelen bir değişiklikle üniversitelere giriş barajının kaldırılması da bu işin cabasıdır. Bir barajın kapaklarına dinamit döşeyip patlatırsanız, orda birikmiş suyun önüne katacağı köy ve kasabaların halini bir düşünün. Yeni gelen kuralla üniversitelere giriş barajının kaldırılmasının bundan farkı nedir peki?

Neslimizin âtıl, bu nesilden elde edilen mahsullerimizin de bâtıl oluşunun gözle görülen birkaç sebebini sayalım ve hastalığı teşhis etmiş olmakla yetinelim. Zira teşhis edilmiş bu hastalığı tedavi edecek kurum yine devletin patronajındadır.

  • · İslam toplumunun inanç değerleri, örf ve ananeleri, yetişme tarzları ve beklentileriyle taban tabana zıt olan eğitim modellerinin Batı’dan entegre edilerek olduğu gibi kullanılması…
  • · Eğitim kurumları açmak ile inşaat sektörünü hareketlendirecek binalar inşa etmek arasındaki farkın anlaşılamaması…
  • · Düzensiz eğitim sisteminden doğan ve sürekli değiştirilen kanun ve kuralların hızına yetişemeyen gençlerin eğitim zayiatı olarak alakasız ve tecrübesiz alanlara yönelmesi…
  • · Ülkede üniversite mezunu sayısının artmasıyla bu sistemden mahzun olanların sayısının paralellik gösterdiği gerçeğinin devlet tarafından halen görülmediği, görülmek istenmediği, ıslık çalıp havaya bakmakla durumdan sıyrılmaya çalışıldığı gerçeği…
  • · Devletin anlayış ve nazarında kemiyetin keyfiyeti galebe çaldığı gerçeği…

Üstadımız Necip Fazıl’ın Muhasebe şiirinde geçen bir ifadesinde “Yükseldik sanıyorlar, alçaldıkça tabana” deyişi buraya nasıl da uygun düşüyor. İşte bütün bu sebepler görülmediği taktirde düşmüşlüğümüz esas kalkmışlığımız olarak kabul edilecektir ve kalkmak için bütün hamleler âtıl bir bünyede çürütülmüş olacaktır.

Dergiler

Servet Turgut'un Kaleminden

© 2022 Seriyye Dergisi