İlim, Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi...
0539 924 64 98
editor@seriyyedergisi.org
İzahın sıhhatinde iki ana husus vardır ki izahı yapılan hakkında şüpheye yer kalmasın. İlki “izah edilen nedir?”, ikincisi ise “ne değildir?”.
Doğru: Ehl-i Sünnet’in nurdan yolu, yani bizzat hakikatiyle İslam’dır. Ölçümüzün izahı bununla bitmiyor. Ya başka ne lazım sıhhati için? Ne olmadığı… O da kötüdür. Kötü ise küfrü telkin ve tasdik edici her şeydir. İslam doğru; gerisi yalan, yanlış ve kötü. İslam’ın olmadığı yerde güzeli aramak çöl topraklarını sulamak edasıyla boş bir çırpınış ve bu topraklardan bir ürün elde etmiş gibi olmak bakımından da büyük ahmaklık. Yani Müslüman her meseleye Ehl-i Sünnet yolunun nur harmanından süzdüğü fikrî ölçüyle sarkacak ve yine bu cehd ile şeytanın ellerini her meselede mümin ferasetiyle sezecek.
Şüphesiz şeytanla mücadelenin baş şartı onu görebilmektir. Ak sütün içindeki ak kılı görebilmek kabiliyetine ermek meselesi… Görmek, izlemek, eşya ve hadiselerin üzerine abanmış şeytanı ve hamlelerini yakalamak. Müslüman tüm taktik ve metotlarıyla ona atacağı ağı ilmek ilmek dokuyacak, her ilmekte bir önceki ilmeğe samimi bir niyeti ve sonraki ilmeğe hasretlik muradını gözetecek. En nihayetinde örgüleştirdiği ağını, koşmakta olan bir sırtlanın birkaç saniye sonra nereye varacağını hesaplayan bir akıl tekâmülüyle atacak ve avına kımıldama imkânı dahi tanımayacak. Küfrün hendesesini idrak etmeksizin İslamî bir formül üretilmesinin mümkün olmadığını anlayacak...
Bugün geçmişte yapmış olduğu meşhur icraatlarıyla küfür bizzat kendisini ifşadan çekinmemesine rağmen doğrunun ne olduğu hususunda kafası karışık yobaz, onu taşların altında aramaktadır. Evet, işte bu yobaz, şeytanın şövalye edasıyla Hz. Âdem (as)'dan bu yana cirit attığı cenk meydanına onu yenmek iddiasıyla çıkıp perişan olduğu halde, yine bu her türlü oyunun ve binbir numaranın yazarı kara şövalyenin kendisini manipüle etmesiyle zafer sarhoşu olmaktadır. Şeytanın oyuncak kumandanı olarak kendi namına zafer saydığı sözde fetihlerle de ona hizmetin aslını icra etmektedir. Tersinden ilk ilmeği nur kaynağından atılmayan bir ağ, hiçbir şekilde bir bütünlük arz etmeyeceği gibi her ilmeğin ilk ilmeğe nispetindeki her arıza, yine onunla savaşta mutlak yenilginin habercisi… Evvela onu bir kötülük için bin doğrunun pohpohlayıcısı olduğu meselelerde dahi tespit etmek ve kanına girmeye çalıştığı her doğrunun yine bu doğrunun manasıyla idrak ve tahliline dayanarak görüldüğü yerde ezmek icap eder. Mücadele hususunda tersinden o melunu düşmanlıkta küçümsemek ve kendine güvenmek de büyük ahmaklık. Elbette onunla boy ölçüşmekteki tek yardımcımız Allah, sonra Efendimiz (sav)’in nurdan eteklerine sıkı sıkıya tutunmak.
Âdem babamızdan beri süren bu düşmanlıkta iki taraf da kendince samimi… Küfür yobazları yıllardır küfründe; cebinde beş kuruşu olmayan, kimseye eyvallahı olmayan Anadolu çocukları da kendi davasında... Peki, ava çıkarken avlanan yahut avcılık edasıyla en başından av olanlar?
Yıllar evvel… Oruç tutan, Kur’an okuyan; alnı nurlu, sakalı seyrek de olsa sünnet miktarınca uzun Yusuf dedenin İngiliz’e gösterilmeyen bir hışımla dövüldüğü zamanlar, taraflar net. Yusuf dedenin torunu ise, güvercin yumurtasından çıkma akrep misali, adını aldığı dedesinin bir de ela gözlerini almış. O gözlerde ne müminlik alameti olan vakur, delikanlı, sert bakışlar ne de merhamet nazarıyla bakmak hasleti kalmış. Gözleri zahiriyle dedesini andırıyor fakat hiçbir yönüyle dedesinin gözleri değil. Yusuf dede gibi bakamıyor, göremiyor ve elbette sezemiyor. Gözleri doyumsuz, hırslı ve şeytanın üstüne gerdiği şatafatlı her belaya hevesli bakıyor. Her isteğine emeksiz ulaşma hazzı bile artık onu cezbetmiyor. Konformizmin kendisine sunduğu imkânlar; onda dert, yokluk, yetinmek, mücadele, paylaşmak ve daha nice manaların öylesine içini boşaltmış ki manasından eksilen her hakikatin yeri tersiyle dolmuş ve belki farkında dahi olmadan benimsemiş. Markette beş kuruşu eksik olanın parasını tamamlamayı kayıp biliyor, mücadeleyi hırslanmak zannediyor. Endişeyi ve derdi sadece McDonalds’ta karnını doyururken kolasının ‘light’ mı yoksa şekersiz mi olacağına karar verirken çekiyor. Küfrün geometrisini idrak etmek gayreti bir kenara dursun. Hatta en temel örfi ahlakın şahsiyet namına sırf taklitle bile oturtulması bir kenara dursun, Yusuf dedelerden gelme torun Yusufların dedelerini yobazlık ve cehaletle suçlaması da cabası.
“Bu dede-torun ilişkisinin hiç mi benzer bir tarafı yok? En nihayetinde bu kan yine o kandır” edebiyatına gelecek olanlar varsa da elbette birkaç getirisini sunalım ve dededen kalma kanın damarda birikip kabarınca fikirsiz aklın yaptığına bakalım. Torun Yusuf arada bir sandıkta tozlanmış muhafazakârlık pelerinini kahraman edasıyla takıyor; evet, tabiriyle mangalda kül bırakmıyor. Sloganları ise kafiyeli fakat içi boşaltılmış, incisi çıkarılmış istiridye kabuklarına eş… Her meselenin pudralı sathından kabuk soyarak hikmet devşirme girişimleri de aklınca ona ayrı bir hava katıyor. Saçları elbette modaya göre jöleli -anlayacağınız havalı(!)- bir çocuk...
Helyum gazı basılmış uçan bir balonun bir çocuğun elinden kaçıp giderken çocuğun anne/baba diye ağlayarak çırpınışları ve çaresiz gökyüzüne bakışı karşısında anne ve babasının balonun patlayışını seyretmekten başka yapabileceği hiçbir şey yoktur. İşte havası fazlasıyla basılmış torunu anne ve babası gökyüzüne yükselirken izliyor da yine dedesi bir yere tırmanmak ve onu en uygun noktayı kollayıp yakalamak plan ve stratejisini gözetiyor. Peki, Yusuf dede torununun böylesine yitip gitmesine nasıl izin verdi yahut nasıl engel olamadı?
Meşhur bir kıssa vardır: Adamın biri şeytanı şuracıkta görse yere sereceğini, onun oyun ve aldatmacalarını alt edici yöntemler geliştirdiğini söyleyip durur. Kendisine güveni şeytanın karşısına çıkıp:
-“Beni yere serecekmişsin öyleyse gel benimle de iddianı ispatla!” demesine sebep olunca adam şeytanın peşinden gider. Siyah pelerinin altında alaycı tavrıyla her daim ince küfür hesaplarının lanetlenmiş mimarı:
-İnsanları peşimden iple zor sürüklüyorken, sen peşimden kurbanlık koyun gibi yürüyorsun, der.
En başında değindiğimiz hususun başka bir tecellisi bu kıssa...
Yusuf dedelerden bugüne değişen küfür her daim taze kalmanın yolunu bulmuşken küfre, dededen kalma metotlarla saldırmak ona, kurbanlık koyun tavrıyla bizzat kendi eliyle kendini sunmak olacaktır. Üniversitelerin küfür eliyle bir topaç gibi çevrildiği, döndükçe içindekileri savurduğu, kızlarımızın "kendi ayaklarının üstünde dur" merdiveniyle birlikte rızk kaygısıyla indirildiği, masiva şelaleleriyle dört bir yanı bezeli, küfür cerahatinin patladıkça oluk oluk bir lav gibi toprakta aktığı çukur. Çukuru güzel göstermek gibisinden merkezine dikilmiş, çukurun tüm pislik ve karanlık görüntüsünden sözde uzak bir ağaç. Ağacı sulamak ve bakımını yapmak bataklık sineklerinin işi... Ağacın pazarlamacılığı ise ne tuhaf ki bu çukura söven “fakat ağacı da sonuçta çukurda da olsa ağaçtır” gibisinden ucuz söylemleriyle torun Yusufların işi... Ağaç sulandıkça değil de bizzat çukurdan çıkmak ve evreni kaplamak niyetiyle yeşillik adında gösterildikçe büyüyor ve daha korkunç halini de ancak böyle alıyor.
Oysa Anadolu çocuğunun takındığı tavır her zaman şu ölçüyle sabittir:
Efendimiz (sav)'e duyduğumuz sevgi ancak Ebu Cehil'e duyduğumuz nefret kadardır. Hiçbir zaman, Efendimize(sav) giderken, “gönlü hoş olsun, aslında özünde iyi de adam” tavrıyla Ebu Cehil'e de uğramak gibi bir alçaklığın güdücüsü olamayız.
Kökleri ve dallarıyla her daim küfrün dilek ağacı olmuş, İslam’a düşmanlık nişanesi olarak ne kadar çaput varsa bağlanmış bu ağaç, bahar geldi, çiçek açtı, meyve verdi diye kesilmekten vazgeçilemez. Nitekim bu ağacın gölgesinde bir an soluklanmaktan da Allah'a sığınırız.