İlim, Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi...
0539 924 64 98
editor@seriyyedergisi.org
Diyanet İşleri Başkanlığı ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’mızın ortak olarak düzenlediği Cami Tasarımı Yarışması geçtiğimiz yaz aylarında, projelerin sergilenmesiyle yaklaşık 8 aylık süreç son buldu. Türkiye’de yankı bulması gereken bu konu yeterli derecede insanlara aktarılamadı. Çıkan sonuçları görünce böylesi daha iyi oldu diyebiliriz. Aslında bu ikisi birbirini tetikleyen şeyler. Osmanlı zamanında hanımlar bir araya gelip oturduklarında yaptığı konuşmalardan biri de sokaktaki evlerin renklerinin birbirine uyumuydu. Halkın mimari hakkındaki bilgisi yani ‘vasat seviyesi’ bizden yukarıdaydı. Halkı bu seviyede olunca mimarı da dünyaya kafa tutabiliyordu. Çünkü mimarlık tekil bir iş değildir. Yöneticisi, halkı, sosyal ve kültürel ortamı son olarak da mimarıyla müşterek bir iştir. Mevzu bahis yarışmada 325 proje jüri tarafından değerlendirildi. Ödül alan projelere genel yorumlar getirelim.
Mimarların projelerini anlattıkları proje raporları olur. Bu raporlara baktığımızda hemen hemen hepsi ‘geleneksel cami’ formunu eleştirip farklı bir ‘tasarım’ yapmaya çalışmış. Ancak aşağıda sizin de gözünüze çarpacaktır. Farklı olmaya çalışan bütün projeler birbirinin benzeri. Vahim.
Mesela tüm projeler ‘Kartezyen’ sisteme göre yerleştirilmiş. Kartezyen sistem, Fransız filozof Descartes’in isminin Latincesi Cartesius’ dan gelir ve rasyonalizmin türlerinden biridir, kesin bilgiye akıl yoluyla ulaşılabileceğine inanır. Bunun mimarideki yansıması da binaları yerleştirirken birbirlerine dik açılarla baktırmaktır. Üstüne bastığımız toprakları bize miras bırakan efendilerin yaptığı camilere baktığımızda bu tarz bir yerleşimin daha önce sadece bir camide kullanıldığını; ödül töreninde ismi geçen Mimar Sinan’ımızın ise bu sistemi hiç kullanmadığını hemen dile getirelim. Zaten, Descartes Mimar Sinan vefat ettikten sonra dünyaya gelmiştir.[1] Peki bir tarafta cami mimarı diğer tarafta ise bir filozof varken tasarım yapan mimarlar neden bir mimarı örnek almak yerine bir filozofu örnek almışlardır? Çünkü Mimar Sinan’ın Allah tasavvuru ile projede ödül alan mimarların Allah tasavvuru aynı değil. Bunun sebebi ise örnek alınan Descartes’in bizzat sarf ettiği şu söz; “Düşünüyorum, öyleyse varım.” Varlık muhasebesini kendisine bağlayarak, merkeze kendisini koyan düşünme formu. Bu form Allah ile kuracağımız ilişkiyi sakatlıyor. Üzülerek belirtmek istiyorum ki, sanırım bu durumun farkında bile değiller!
Bütün projelerin kubbe ve minare ile sorunları var. Ödül alan tüm mimarlar ‘icma’ etmişler herhalde, kubbe ve minare sadece işlevsel bir elemanmış. Kubbe geniş açıklık geçmek için, minarede ses duyurmak için yapılıyormuş. Halbuki bu özellik doğru olmasına rağmen, kendi başına değil. Medeniyetimizin mimari geleneğini şekillendiren girdilerinden sadece biri. Diğer girdiler ise sadeliği, zarifliği ve en önemlisi dünyayı algılama biçimi. Bu temel fikirleri canları istedikleri için değil Müslüman olarak sırtlarını bir yerlere dayayarak, gözlerine dünyayı algılama gözlüğü takarak yapıyorlar. Şimdi soruyorum bu mimarlar nereye dayanıyorlar? Hangi gözlüğü takıyorlar?
Mesela bir mimarımız demiş ki, Allah önünde herkes eşit diye camiyi kare yaptım. Hasbünallah! Herkesin takvası farklı olduğundan zeminde hareket yapıp herkesi farklı yükseklikte namaz kıldırsaydınız. Sinirlenmemek elde değil. Yanlış anlaşılmasın öğrenci projesi konuşmuyoruz burada, ödül almış projeden bahsediyoruz, anlayın durumun vehametini.
Bir eserin işlevi, yani kullanım amacı tek başına yeterli değildir... Geçmişten kalan bazı eserler, işlevleri değişmiş olmasına rağmen hayatta kalmışlardır. Geriye kalan şey kullanım amaçları değil, güzellikleridir; güzellik ve şiirsellik zamanı yenmiştir. O.Niemeyer(Mimar)
Bazı projelerin hakkını da yemeyelim. Kimi projede sadelik ve zariflik ile ilgili söylem bulabiliyoruz ancak herhangi bir projede namaz kılan bir insanın dünyayı algılama biçimine değinen yok. Çünkü bilmiyorlar! Böyle olunca da ‘eleştiriler’ hep eksik. Bunun nedenini de şöyle söyleyebilirim. Zaman tasavvuru. Geçmiş tarihte yaşayan bir insan, zaman çizelgesine göre kendisinden önce olduğu için ilkeldir, diye düşünüyor olmalılar. Ama aslında Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in dediği gibi “Zaman bir dairedir.”[2] Bizden geride olduğunu sandıklarımız bize tur bindirmiştir. Bu gerçeği atlıyorlar.
“Mevziiniz, mevzunuzu belirler.”[3] Baktığımız yeri değiştirelim.
O zamanın imkanları bu kadarına müsaade etse bile tüm minarelerin silindirik olmasını neye bağlayacağız? Sene 2019’da bir mimar dikdörtgen prizma şeklinde minare yaptı diye tasarım mı yapmış oluyor? Saçmalık. Onlar dikdörtgen prizma şeklinde minare yapamazlar mıydı? Tabi ki yapabilirlerdi. Mesele sadece maddi görünüşüyle bitmiyor. Zaten Turgut Cansever’de minarenin formunu, hayatın sürekliliğine bağlayarak dünyayı anlamlandırma biçimiyle geldiğinden bahseder.[4]
Camileri toprağın altına gömmüş olmalarından bahsetmiyorum bile. Herhalde hazine arıyorlar… Başka bir açıklaması yok.
Bu konu hakkında son olarak şunu söylemek istiyorum. Üniversitelerde mimarlık eğitiminde öğretilen tek bir şey var ise o da; “Orada yaşayacak insan gibi düşünmelisin.” Bir nevi empati. 5 vakit namaz kılan insanın dünyayı algılama biçimini bir mimar tahayyül edebilir mi? Bu sorunun cevabı bence gayet net. Edemez, çünkü; bu alana dair herhangi bir eğitimi yok. Okyanus ötesi devletlerin birinde yeni bir resim okulu açılacak olmuş. Kurul toplanmış, öğrenci bu okuldan mezun olduğunda ne bilmesi gerekiyor diye konuşmaya başlamışlar. Biraz felsefe bilmesinin yeterli olacağı sonucuna varmışlar. Felsefe yani dünyayı anlamlandırma. Mevcut mimarlık eğitiminde İslam’ın dünyaya bakış açısını bırakın dünyayı anlamlandırmaya dair tek bir ders bile yok. Buradan bakınca bu kadar savruk projelerin çıkması, bir tesadüf değil.
Çamlıca Cami
Bu caminin bu şekilde yapılmasının müsebbibi reformistlerdir. Zaman değişti mimarlıkta değişmeli diye vaveyla koparanların hepsi suçludur. Son zamanlarda ‘ünlü’ mimarların yaptığı camiler; Sancaklar Cami, TBMM cami ya da diğerleri fark etmez. Hepsi için Halil İbrahim Düzenli Hoca’dan alıntıyla söyleyelim ‘Eğer bir tarafta camileri bastırmaya çalışırsanız diğer taraftan fışkırırlar.’ Çamlıca Cami tam buna örnek. Bu caminin yapımında emeği geçen herkes iyi bir iş yapmak için çaba gösterdiğine eminim. Ancak yine çok temel bir noktada yanlışımız var. Bu cami İslamiyet’in karşı olduğu post-modernizme ait bir cami. Çünkü post-modernizm, 20. yüzyılın ortalarında başlayan, modernizmden özellikle uzaklaşmaya özen gösterip daha önceki biçem ve geleneklere dönmeyi, büyük kuram ve ideolojilerden, önemli olarak görülen sanat akımlarından uzak durmayı savunan, özellikle sanayileşme sonrası bir bakışı yansıtmaya çalışan güzel sanatlar, kültür ve eleştiri akımı. Maalesef, bu camimizin bu tanımdan farklı herhangi bir noktası yok. Çamlıca Cami Osmanlı Camisi olarak başarılı bir cami. Ama bizim mimari seviyemize göre yukarıda. Bu eser bizim mimari olarak ne durumda olduğumuzu bizim olmayarak bize anlatıyor.
Bu noktada Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in Ayasofya konferansı aklıma geliyor.
“Alemde cüceleşmiş devlerin eski rollerini takınmasından daha çirkin bir tablo yoktur.”
Velhasıl, topyekün arada kalmışlığın vücut bulmuş haliyiz. Halimizin farkında olmaya çabaladığımızda, bu halin yeterli olmadığını düşündüğümüzde, sorunun bizzat kendimizde olduğunu kavradığımızda; tekrar dünyaya kafa tutan eserlerimizle gündeme geleceğiz, biiznillah.
Allah’ın selamı üzerinize olsun!..
[1] Mimar Sinan D.1489-V.1588 / Descartes D.1596-Ö.1650
[2] İman ve Aksiyon- Sayfa 91
[3] Yusuf Kaplan- 8 Ocak 2018 - Yeni Şafak gazetesi köşe yazısı
[4] Ayrıntılı bilgi için bakınız: Turgut Cansever- Kubbeyi Yere Koymamak