İlim, Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi...
0539 924 64 98
editor@seriyyedergisi.org
Tebriz, bütün İran’la beraber Sünni İslam’ın huzur yataklarından biriydi. Şah İsmail onu, ökçeleri altında eze eze Şiileştirdi… Hal böyleyken… İslam’ı, gönül treninin lokomotif makamına yerleştirmek yerine, kuyruk vagonuna istifleyen ve tam da bu sebeple hakiki İslam’la hakiki tek rabıta belirtmeyen Türkçü kafası, Şah İsmail’in Şiileştirme yolunda katlettiklerinin Farisî mi, Türkî mi olduğuna bakmayışına da bakmaz ve Şah İsmail’e karşı gönül telini tıngır mıngır titretirken, İslam’a, Sultan Yavuz gibi bütün bir kafa ile bakıp, onu gönlüne “bütün bir İslam” olarak alan gerçek Türklük kafası, tarihî derinliğine doğru Tebriz’e bakıp ağlar, onu genişliğine doğru anımızın aynasına Halep, Şam, Dera, Deyrizor olarak yansıdığını görür ve öfkeyle karışık bir hüzün lisanıyla haykırır:
“Suriye’m, ökçeler altında ezile ezile Şiileştirilirken, şimdi nerde benim Sultan Yavuz’um!”
Haykırır, çünkü bilir ki; tarih, an itibariyle kendi aleyhine tekrar etmekte ve ortalıkta da bu vaziyete, mezkûr muvaceheden bakan-bakabilen kimse görünmemektedir…
Tarihî derinlik mi dedik? İşte buyurun, bir lahza, beş asır evvelinin Tebriz’ine bir bakın…
12. asırdan itibaren İldenizliler’e, İlhanlılara, Karakoyun ve Akkoyunlular’a başkentlik eden Tebriz’in üzerine, 16. asrın başında bir kan sineği kondu. Bu sinek, Akkoyunlu Ehvent Mirza’yı mağlup edip Tebriz’e çöreklenen İsmail’den başkası değildi. İsmail, kan emici bir sinek olarak burada kendini evvela Şah ilân etti, sonra Tebriz halkının kanını, madde ve ruh cihetinden emdikçe emdi ve ennihayet gene Tebriz’de bir kan vampiri ebadına erdi!
Tebriz bu andan itibaren tam on kez Osmanlı ile Safevî arasında el değiştirse de, Şah İsmail, Tebriz’de kaldığı anlarda Tebriz’in ruhunu emmiş, onu zorla başkalaştırmış ve belki de bu sebeple “kapanın elinde kalmak” şeklinde cereyan eden cehd ennihayet, Tebriz’i onlarda bırakmıştı. Daha da mı bırakmasaydı, nüfusu nerdeyse tamamen Sünni Türkmenler’den oluşan bu huzur şehrini, kılıç zoruyla Şiileştirmiş, kendisine bu yolda engel olmak isteyen herkesi, annesi de dâhil olmak üzere katletmişti. Zira kendisini “Allah’ın Mazharı” ilan etmişti, icraatına her karşı çıkanı da Allah’a karşı çıkmakla itham eder olmuştu. Kulak verin, duyun ama duymakla yetinmeyip anlamaya da çalışın; Tebriz’in Ehl-i Sünnet ile hemhal olmuş halkına doğrulmuş Şah İsmail kılıcını, sayhalı Şah İsmail ağzından çıkan şu slogan yalayıp durmaktaydı:
“Ben bu yola baş koydum! Ya Şii olurlar ya da kılıcımın tadına bakarlar!”
Gerçekten de Tebriz meydanına toplanarak kendilerine Şii fıkhı anlatılan halkın iki seçeneği vardı; ya Şiiliği kabul ettiklerini beyan edip canlarını kurtaracaklar, ya da aynı meydanda Şah İsmail kılıcının tadına bakacaklardı! Tebriz’de kapı kapı ne zulümler uygulandı. Kapı eşiklerine gelen Kızılbaşlıklı kılıçlı adamlar, ev halkını kapı önüne, hem de Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Aişe’ye küfretmek üzere davet ediyor, bu şenî işi işlemeyenlerin evlerini eşiklerinden itibaren ateşe veriyorlardı. Ele geçirdiği Karşı Kalesi’nde 15.000 Müslümanı, kadın, çocuk, ihtiyar, genç demeden katleden de Şah İsmail’den başkası değildi! Böylece, Safevî-Şiî-Fars kaynaklarının (Misal, Safevî saray tarihçisi Yahya-i Kazvinî’nin Lübbü’t Tevarih’i- Ya da Safevi tarihçisi Rumlu Hasan’ın Ahsenü’t Tevarih’i) övünme kastıyla ballandıra ballandıra anlattıkları bu zulümler neticesinde Tebriz’den, kan kusturula kusturula aslî ruhu giderildi. Sanki de Tebriz güneyindeki sönmüş bir volkanik dağ olan Sehend Dağı’ndan kor alınmış, Tebriz kuzeyinde bulunan Aynalî Dağı’ndaki eski Zerdüşt tapınağının ateşi yeniden yakılmış ve mazide asırlarca tütmüş ama ennihayet sönmüş bulunan dalalet dumanı, yeniden ve bu defa Şiîlik formatıyla tütmeye başlamıştı. Şah İsmail Türk imiş! Ya Şah İsmail ile beraber Tebriz’e gelen kim? Tastamam Pers! Yalnız Tebriz’e mi? Elbette hayır… Horasan, Yezd, Fars, İsfahan, Kirman… Bütün Azerbaycan coğrafyasında sırf Sünnî oldukları için on binlerce mümin katledildi, geri kalanı ise kılıçların kaba, sinsi akıllarınsa ince taktikleriyle Şiileştirildi. Sünnîlik resmen yasaklanmış, resmî inanç ilan edilen Şiilik ise Lübnan ve Bahreyn’den getirilen Şiî ulema eliyle zorla zerk edilmeye başlanmıştı. Neticede, tarih içinde süzülüp süzülüp “Mecusî Sasanî” olan “Pagan Pers”, şimdi de kıvrılıp kıvrılıp “Şiî İran” olmuştu ve yeni formatıyla da beş asır boyunca başta Osmanlı olmak üzere, tüm İslam dünyasının başına bela olacaktı... Bela oldu da! Başta Osmanlı Türkiye’si, bütün İslam dünyasına bugün için bakanlar, iman ve itikattan yana kör değillerse eğer, bu belayı mutlaka görecekler…
Hadi şimdi, tarihî derinliğine doğru baktığımız Tebriz’in, genişliğine doğru bir de anımızın aynasında göründüğü şekline, hatta şekillerine, yani Halep’e, Şam’a, Dera’ya, Deyrizor’a bakalım…
Başın başında bakın da görün; Şah İsmail’in, Şiileştirme yolunda Tebriz ve bütün Azerbaycan coğrafyasında yaptığı katliam ve ettiği sinsiliklerin aynısını ama belki daha fazlasını, el’an İran, Suriye coğrafyasında tatbik etmektedir… Zira Şah İsmail için Tebriz ve tüm Azerbaycan hinterlandında katl, soykırım ve asimilasyon yapmak, devrinin siyasî mesele gerekliliklerinden çok, kendi inancından doğma bir zaruretti. Ve şimdi de İran için Suriye’de katl, soykırım ve asimilasyon yapmak, bu devrin siyasî meselelerinden çok, inancından doğma bir zaruret… Evet, 2021 Eylül ayındayız ve İran, gözümüzün içine baka baka, Suriye’nin kadim sünnî şehirlerini Şiîleştiriyor! An an, adım adım kayıtlıdır, gün gibi sarih, güneş gibi açıktır; İran, 2013’ten bu yana Suriye şehirlerinde Sünnîleri katlediyor, yerlerine hem İran’dan hem de daha uzak coğrafyalardan Şiî unsurlar getirip yerleştiriyor ve savaşın vurduğu mazlum Suriye halkını, maddî yardım ve sosyal organizasyon gibi tufalara getirip, çocuklarından itibaren asimile ediyor, Şiîleştiriyor…
Yani İran Suriye’de, salt Esed rejimine yardım için bulunmuyor, Suriye’ye Şiîliği zerk için bulunuyor, bu minvalde Suriye’den çekilmek zorunda kalacağı an gelmeden evvel bir an önce de, Suriye’de Şiî şehirler deruhte etmeye çalışıyor, bunu hem öldürdüğü ya da şehrinden kovduğu sünnîlerin yerine, dışarıdan türlü vaatlerle Şiiler getirerek yapıyor, hem de telkin ve tebliğ yoluyla mevcut halkı Şiîleştirerek, hiç olmadı İran ve ideolojisine yakın bir toplumsal zemin meydana getirerek yapmaya çalışıyor. Nusayrî olan, bu sebepledir ki bir şekilde Şiî tandanslı bulunan Esed rejimiyle el ele, kadim Suriye şehirlerinin demografik yapısıyla oynuyor…
Gizli gizli değil ha, açık açık!
Çünkü Türkiye, Osmanlı Aslanı Sultan Yavuz gibi, Anadolu’dan üzerlerine doğru kükreyemiyor, haliyle onlar da Şah İsmail gibi topukları kıçlarını döve döve Tebriz’in ardına kaçmıyor ve hatta Anadolu’da bir ihtimal yeniden Yavuzlar doğar diye Anadolu’yu güneyinden itibaren kafesliyor, bu sebeple 15 yıl önce içerisinde %1 bile Şiî unsur bulunmayan kadim Sünnî şehirlerini, Halep’i, Şam’ı, Dera’yı, Deyrizor’u, milyonluk Şiî nüfuslu şehirler olarak adım adım sıfırdan kuruyor!
Diyoruz ya; gelinen noktada İran, Suriye’de 2013’ten beri alenen yaptığı zulüm ve katliamlar neticesinde, bölgenin iki gerdanlığı mesabesindeki Şam’ı ve Halep’i, beş asır evvel Şah İsmail’in Tebriz ve bütün Azerbaycan şehirlerine yaptığı gibi, kaydettiğimiz Şiîleştirme politikasının çoktan kurbanı mevkiine düşürmüş vaziyettedir. Bu aslında salt İran’ın değil, Fars-Horasan-Azerbaycan vilayetlerinin Şiîleştirilmesinden beş asır boyunca verim alan ve bu verimi, 1979 İran Şia devriminden sonra yaklaşık kırk yıldır zirve mikyaslarda hisseden Batı dünyasının bir projesidir. Zira İslam dünyasında, kemiyet oranı her daim 10/1 kaldığı halde İslam dünyasının başına 10/9’luk belalar açmış Şiîliğin, İslam dünyası içindeki varlık nispetini eğer 10/2, 10/3 ve en ideal olarak 10/5’e çıkartabilirse eğer, “İslam problemini” kendi içinden çözebileceklerini fark etmiş durumdalar…
Onlar bu sebeple Suriye bağlamında İran’a karşı sessizler ve İran, bu sebebin etkisiyle de Suriye’deki teşeyyu’ (Şiileştirme) faaliyetlerinde pervasız… İşte bakın; Şam’ın güneyindeki Zeynebiye bölgesi, şimdiden bir İran kentine döndürülmüş vaziyette…
“Seyyide Zeyneb Türbesi” vesilesiyle gazlanan ve bölgeye taşınan milisler, üzerlerindeki üniformaları çıkartılıp “halk” vaziyetiyle, bölgenin mülk ve arazileri de üzerlerine geçirilmiş olduğu halde hayatın içine çoktan karıştılar… Sayıları on binlerce… Zaten bu organizasyonu, Devrim Muhafızları ile irtibatlı bankalar ve emlakçılar organize etmekteler… İran’da, Suriye’de mülk satın almak isteyenler adeta okşanan sırtlarından itibaren iteklenmekte, cazip kredilerle Suriye’de iskân teşvik edilmekte… Her yanda Farsça tabelalar, İran’ın Suriye’de verdiği kayıplara ait “Şehit” ön ekli posterler, İran Şam Büyükelçiliği vasıtasıyla bölgenin kayda değer bütün ticarî faaliyet ve müesseselerinin ele geçirilmesi… İran, lif lif Şiîleştirdiği Şam’ın bu güney bölgesini, tıpkı Beyrut güneyindeki Şiî bölge gibi bir tampon vaziyetine evirmiş durumda… Suriye’yi Irak’a bağlayan konumuyla Deyrizor’un da durumu farksız… DAEŞ’i bölgeden sürenler, İran’ın bu bölgeye süzülmesine adeta seyirci kaldılar. Tahran-Akdeniz karayolunun, güvenli ve ticarî bir İran istifra ve hazım kanalı olması için buranın da Şiîleştirilmesi İran için çok önemli… Bu sebeple, tehdit, telkin ve tebliğ yoluyla bütün teşeyyu kartlarını burada da açmış durumda… Bölgeye hastaneler, parklar inşa ediyor, bölgenin savaştan yılmış mazlum halkına yardımlar ediyor, şehrin çocuk ve gençlerini daha taze çağlarında milis organizasyonları içinde Şiîlik lehine eritmek istiyor… Ve bütün bunları yaparken de çok rahat… Öyle ki; Deyrizor’daki bu Şiîleştirme faaliyetleri bir ara İran’ın cıvatalarını öyle bir gevşetti ki, doğu mıntıkasındaki camilerde Şiî ezanı bile okutmaya başladılar… Bütün bunların, aklı ve imanı olan herkese söylediği şudur:
-Suriye’den mülteci kılınan tek tek ne şu ne bu, bizzat Sünnîliktir!
Bir şekilde Esed rejimi, savaşın rölantiye alınmasıyla beraber Şam ve Humus’un kenar mahallerine geri dönmek isteyen Sünnî halka müsaade etmiyor. Lübnan sınırındaki Kasir şehrini mesela, bizzat Lübnan Hizbullah’ı aldı ve handiyse şehre Sünnî kuşların bile girmesini yasakladı. Savaşın baştan başa yıktığı Suriye, İran’ın baştan başa bir hayır rekreasyon alanı gibi… Hayır dediysek, savaştan canı yananların yarasına, hayrına değil, Şiîleştirme emeliyle merhem çalıyor… Bizim ilde (Türkiye’de) TOKİ isimli kurum, tek tek her ilde, şehir ve mahalle kavramlarını delik deşik ederken, İran’ın, “zehirli de olsa bir fikre matuf” Tokisi mesabesindeki “İRAN İMAR CİHADI KURUMU”, Halep’teki okulları, içlerinde tatbik edilecek Şiî müfredatıyla beraber yeniden inşa ediyor. Hatta Esed rejimi, Suriye eğitim ve öğretimini, geçen sene (2020 Ocak) resmi bir protokolle İran Eğitim ve Öğretim Bakanlığı’na verdi. İran, 250 okulu daha onaracak ama bunun karşılığında hem eğitim verecek öğretmenleri eğitecek hem de eğitim verilirken kullanılacak müfredatı hazırlayacak… Doğu Guta ve Dera’da da durum farksız… Sünnî halktan boşaltılan bu şehirler, bir Şiî mahalline dönüştürülmek üzere baskılanmış halde… Dera, günlerdir Rus ve rejim güçleri tarafından bombalanmakta idi. Muhalifler ile birkaç gün evvel bir ateşkes imzalandı. Ama bu ateşkese uymadılar ve Dera’ya iyice sokulunca, Dera’da bulunanların silah bırakmasını, verdikleri isimlerinse Dera’yı terk etmesini istediler. Zira burayı da buradaki 50.000 muhalifin çıkartılmasını isteyen İran’a teslim edecek ve Şiîleştirecekler… Aynı film… İran, tahta mafsallarına bağlı iplerle oynattığı kuklası mesabesindeki Esed’den, Dera yerli halkının tehcir edilmesini istiyor. Böyle giderse, Şah İsmail insaf ve icraatına terk edilmiş Suriye sahası, Türkiye’nin Yavuzsuzluk vaziyetinden istifadeyle baştanbaşa Şiîleşecek, böylece İslam içre ekilmiş bu delalet tohumuna, Fars-Azerbaycan coğrafyasından sonra ikinci bir kale daha inşa edilmiş olacak… Bu vaziyet, bu milletin uçkur ipine, onu çözmek üzere el atmaktan daha beter bir girişimdir ve el’an, uygulamadadır, uygulanmaktadır!
Suriye sahasının zaten 4/1’lik kısmından fazlası, Suriye petrol sahalarını havi ve ABD himayesinde de olarak PKK-PYD’nin elindedir. 4/2’lik kısmından fazlası da zaten İran-Esed rejimi kontrolündedir. Ya geriye kalan 4/1’den az kısmı? O da muhalifleri de havi olarak bizde mi? Hayır… Kır kıraç arazi mevkiindeki kısımları da çıkınca bu oran, kuzeybatıdaki İdlib-Afrin-Carablus hattını havî olarak belki 8/1’lik bir kısma müteallik… Fırat Kalkanı, Barış Pınarı, Zeytin Dalı Harekâtlarıyla çevrilen ince bir şerit… Belki de ABD tarafından, bu şeridin Türkiye pençesine gelmesine, sırf PKK-PYD’ye daha beride alan açmak için göz yumuldu. Yani ABD, sınırlarımız boyunca uzanan bir PKK-PYD koridoru mevzuunu, bir korku masalı olarak bir süre anlattı, Türkiye kamuoyu tesirine girince Türkiye’nin askerî harekâtlarla sınırı geçmesi sağlandı ve Türkiye’ye “ABD’ye rağmen” Suriye’de operasyon yapma avansı verilince de “Türkiye’ye rağmen” Suriye’de ve PKK-PYD namına ve devlet için arazi kapatılmasının avansı ele geçirildi. Yani aslında başından beri Türkiye sınır hattı boyunca bir PKK-PYD koridoru tesis edilmeyecekti ama edilecek gibi yapıldı, Türk kamuoyu yeterince gerilince de, şu an Türkiye kontrolündeki ince şeridin alınması çok büyük bir zafer gibi algılandı ama işte buna karşılık olarak da, çeyrek (1/4) Suriye’de PKK-PYD’ye bir hâkimiyet alanı açıldı. Yani aslında ABD, Türkiye’ye veremi gösterdi ve Türkiye de sıtmaya razı oldu! An itibariyle böyle düşünmek için her şey müsaittir. Yani Suriye sahasında PKK ve İran, savaştan galip çıkmış gibi bir vaziyettedir, buna rağmen Türkiye, savaştan yaralı bereli kurtulmuş ve Suriye halkıyla beraber Suriye kuzeybatısındaki ince şeride çekilmiş gibi bir manzara belirtmektedir. Üstelik Türkiye’de misafir edilmekte olan milyonlarca Suriyeli, hem dış istihbarat örgütlerinin hem de CHP gibi ruh vatanımızın işgalcisi mevkiindeki muhalefetin bir istismar mevzuu olarak Türkiye’yi, bütün bu hengâmda bir de güçten düşürmek mevki ve avantajındadır…
Ama her şeyden öte…
Suriye parça parça dinsizleştirilmek ve Şiileştirilmek mevkiinin eşiğinden geçirilmişken, henüz beşiğinde uyumakta olsun tek bir Yavuz’un, tek bir emaresi bile idrak eşiğimizden geçirilmiş değildir…
Bu milletin, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a atfettiği “devrimiz Yavuz’luğu”, maatteessüf sekteye uğratılmış, ertelenmeye duçar kılınmıştır… An itibariyle vaziyetin bize tenazur ettirdiği manzara budur… Ve işte:
-“Ertelenmiş Yavuzluk” ile, “Hızlandırılmış Şah İsmailliğe” karşı durabilmek de, muhaldir!
Kelimeler dökemese de, millî vicdan ve emel lisanı, damlalaşmamış gözyaşlarıyla yanaklarından aşağı değil, gırtlağından aşağı ve ciğerlerine doğru yaşlar dökmekte ve harfsiz-kelimesiz şöyle deyu deyu ağlamaktadır:
“Can Suriye’m, tam gaz ve ilmik ilmik Şiileştirilirken, Yavuz’umuz nerededir?”