İlim, Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi...
0539 924 64 98
editor@seriyyedergisi.org
Ayasofya, bir sırlar mezarlığıdır…
Bu haliyle yüzünü ilk defa, Roma İmparatoru Büyük Konstantin, Hristiyanlığı Roma’ya din eylediğinde gösterir… İmparatorluk güya, paganlığı terk edecektir… Bu sebeple Ayasofya ortaya çıksın diye ilk kazma, Artemis Tapınağı üzerine vurulur… Çalışmalar yıllar sürer… İnşaatı ancak 360’ta ve Oğul Konstantin bitirir… Ve Ayasofya için de kara ve kaotik bir süreci başlatmış olur…
Zira paganizm, evrim geçirmiş, daha bir teksif olunmuş, koyu katmer bir teoloji haline getirilmiş, ismine de Hristiyanlık denmiş işte bu örtük haliyle, tevhide peşin hasret Ayasofya’nın ahşaplarına zift gibi topyekûn zerk edilmiştir…
Boğucu çan tokmaklarıyla edilen işkenceler altında yıllar geçer… Ayasofya bahtı dayanamaz, Ayasofya ahşabını 404’te kahırla tutuşturur ve vesilesi de bir isyan olur… Teslisi kusup, tevhid tavrıyla da toprağa karışıp kaçan Ayasofya’yı, 415’te adeta yeniden yakalarlar ve ayaklarındaki bukağılarla teslis namına yeniden dikerler… Böğründeki bazilika hançerleri, boğazını bir pençe gibi sıkan Latin atriumuyla Ayasofya, gene bir isyan vesilesiyle ve toptan yok olmak pahasına 532’de yeniden kaçıp kurtulur… Yakılmış, yıkılmıştır… Ve Ayasofya gene bir karışıklık vesilesine tutunup teslisten kaçmıştır…
Sanki de, Allah’ın dört elemente, girdikleri her şekil ve şartta sabrı ve dahi sünnetullaha riayeti emrettiği bir yerde Ayasofya, istisna tutulmuştur ve ruhundaki tabiî tevhide hasret cevelanlarıyla, her fırsatta teslisten kaçmaya çalışmıştır…
Yani Ayasofya’ya böylesi yokluk, öylesi varlıktan daha iyi gelmiştir… Amma çektiği kahır da henüz bitmemiştir…
Zira bu defa, bilindik Ayasofya’yı ortaya çıkaracak Bizans hamlesi gelir ve İmparator I. Justinianus, kendisine bütün dünyaya tafra sattıracak dev bir Ayasofya için seferberlik başlatır…
Üç bin yıllık bir taş sütunundan bir heykel yontarsanız, bu heykel yalnız malzemesiyle üç bin yıllıktır, yani üzerindeki çekiç izlerinin taze olması, onu üç bin yıllık bütün bir heykel olmak vasıf ve kıymetine erdirmez, haliyle müzeye değil, bit pazarına şayan olduğunu da ifşa eder…
Belki de bu sebeple I. Justinianus, daha baştan, yani içindeki hırsın ona geç kalmış olduğu hissini telkin etmesinden, Ayasofya’yı üçüncü suretiyle inşaya yeltendiğinde, daha eski yapı ve tapınaklarda kullanılmış daha eski taşlar, sütunlar, kapılar kullanır… Efes’teki Artemis Tapınağı, Mısır’daki Güneş Tapınağı, Lübnan’daki Baalbek Tapınağı, uzuv uzuv Konstantinapolis’e taşınır ve Ayasofya’da birleşir… Binlerce kişi çalışmış ve bütün heybetiyle yeni yapı ortaya çıkmıştır… Marmara Denizi’nden boğaza baş sokan her gemi, içindekilerin nazarını ilk önce Ayasofya’ya sunacaktır…
Ama siz Ayasofya’nın kara bahtına bakın… Esareti bu defa, saçlarından tel tel sütunlara bağlanmak, tırnaklarından tek tek toprağa saplanmak ve dahi toplamda tek ruhuna sayısız bukağı vurulmak suretiyle husule getirilir… Yani bin yıl boyunca kemiyet ve hacim hesabıyla geçilemeyecek olan Ayasofya, çoğu azası kendinden yaşlı ama taze bir ruh bütünü olmak iddiasıyla kurulmuştur… Gerçekteyse kubbeli bir kilise zindanı, suretsiz bir tevhid mahpusu olarak Ayasofya’nın başına geçirilmiştir… Böğrüne haç, harcına da kibir, şirk, küfür, kan, ihtiras karıştırılmıştır…
Rivayet odur ki; Ayasofya bütün kıvrım ve heybetiyle ortaya çıkınca İmparator Justinianus, Süleyman Mabedi’ni kasıtla Süleyman Peygamber’e “Seni yendim!” diye seslenmiştir… Amma rivayet değil de hakikat olan şudur ki; asıl Ayasofya, uzun bir teslis devresini, dev bir gövdeyle yaşayacak olmasından “Şimdi yandım!” diye ağlamıştır…
Bizans, peşin iddiası cebinde, yaklaşık 500 yıl Ayasofya’nın kalbini değil, dirseğini Roma’ya yaslar, onunla dünyadan başka, hassaten Katolizm’e karşı böbürlenir… Harcı, haçından eski Ayasofya bu haliyle, itikadî ayrışma kavşağına kadar, Konstantinapolis ile Roma arasında, kısır politikanın inikas ettirildiği donuk bir levha olarak kalır… Çoğu, kendi daha doğmadan balyozlar tanımış, çekiçler tatmış, süpürgeler, süngerler, harçlar yalamış uzuvlarıyla Ayasofya, taşı değil de, ruhu gediğine oturmamış bir hal lisanıyla gerilir ve Doğu-Batı Kiliselerinin en belirgin hatlarla ayrılmasına şahitlik eder… Katolizm Roması, 1054’te Papa ağzıyla Konstantinapol’u aforoz ettiğinde, bu aforoza baş muhatap Patriğin mekânı da Ayasofya’dır…
Doğu-Batı Kiliseleri birbirlerini aforoz eder ve Ayasofya, teslisten tevhide hicret etmek ister… Böyle böyle Ayasofya’nın, taşı gediğine oturmamış, kuruluş niyeti ve işleyiş akıbeti baştan buruk kalmış bir halde geçecek 400 yılı daha olur… Ve bu sürede, kumar masasına Hristiyanlığın sürdüğü en görkemli pul olarak Ayasofya, Ortodoksluk kumarbazının adına tescillenir… Dile kolay, Ayasofya ruh taşının, gediğine oturmamış haliyle başını adeta taştan taşa vurarak geçirdiği süre, toplamda dokuz asır olur…
Ve 1453’te, Ayasofya’nın teslisten hicret ederek varamadığı tevhidi, teslis haçını kırmak ve tepesinde asırlarca baykuş gibi ötmüş çanları susturmak suretiyle Sultan Fatih ona getirir. Belki de bu aceleyle, Konstantinapolis içiyle henüz zapt edilmeden, yani daha çarpışmaların tozu yere konmamışken, yani fetih yurdu daha tam İstanbul-İslambol eylenmemişken Fatih Sultan, Topkapı’dan şehre girer ve usul usul Ayasofya’ya doğru süzülür… Ennihayet, bin yıllık bir esareti sonlandırmak üzere beyaz atından Ayasofya önünde iner, evvela başındaki cihaddan vareste tozları silkeler ve Allah’a secde için alnıyla, Ayasofya’ya ruhunu iade edici bir hal lisanıyla toprağı öper…
Bu manzara aslında, tevhidin, Ayasofya’yı alnından ilk kez öpüşüdür!
Fatih Sultan’ın, hicransız bir hasretle bin yıldır bekleyen teslis mahpusu Ayasofya’ya, hakiki hürriyetini teslim edişidir!
Allah’a teslim Fatih, Allah düşmanlarını teslim almış olmanın neşvesiyle “Gerçekte bu kişiler yaşadılar ve öldüler ve gelecek olan diğerleri ise bunlara benzemeyecek!” diyerek Ayasofya’ya girer… O esnada gözüne, Ayasofya’dan mermer sökmeye çalışan bir yeniçeri ilişir… Belli ki yeniçeri, Ayasofya mermerlerinde nabzın teslis namına attığını zannetmektedir ki; Sultan Fatih’in bunu ne sebeple yaptığını sorduğunda “İslam namına…” diye cevap verir… Oysa Ayasofya, bin yıldır teslisin mahpusudur ve mermerlerinin nabzında da adeta Nakşî sırrıyla sadece tevhidi saklı saklı zikretmiştir. Sultan Fatih, askerini azarlar, Ayasofya’nın mermerlerinin nabzına tevhidi, avaz serbestisiyle iade eder… Ve sonra Ayasofya’nın kubbesine çıkarak, içindeki Konstantinapolis’i çıkmış ve topuklamış, ruh makamına yeni kurulmuş İslambol’uyla da kucaklamış şehri seyreder… Yakınında bulunanlar o esnada dudaklarından:
“Kisra’nın Sarayı’nda örümcek perdedârlık ediyor, Efrasiyab’ın Kalesi’nde baykuş nevbet vuruyor!”
Sözlerini duyar… Amma velayete şayan genç Sultan, çok çok uzaklarda belki de batmakta olan güneşin arkasında, istikbalde batırılacak güneşinden tayflar görür, Ayasofya namına da gözüne, tevhidden yana bir gurbet şavkı ilişir… Ferasetiyle yalnız anın değil, çok çok ilerinin de, tevhid membaı Ayasofya’ya ilişecek örümcek ve baykuşlarını kavrar… Bu hislerle aşk ile terennüm edilen fetih ezanları okutur… Peygamber müjdesine nail kumandan, Peygamber müjdesine nail olmuş mücahitlerin, Ayasofya’nın içini titreten tekbirleri eşliğinde kubbeden iner, Ayasofya’nın, teslis manzarasında apsisliğinin son anını yaşayan kısmına gider, şükür namazı kılarak orayı da mihrap kılar… Üç gün sonraki Cuma namazı için Ayasofya’nın hazırlanması emrini verir. Aşr-ı şerifler, tekbirler eşliğinde Cuma’nın Ayasofya’sına girer ve Ayasofya’nın ilk cumasını binlerce mücahitle beraber eda eder…
Ve namazdan sonra, istikbalin, ne Kisra için ne Efrasiyab için ne sarayda ne de kalede, yalnız Ayasofya Camii’ne perdedârlık edip nevbet vuracak örümcek ve baykuşları için önlem alır. Bunun için, Ayasofya’nın, İstanbul’la beraber hem maddî hem de manevî tezyin ve tenkisi için “Fatih Külliyesi ve Ayasofya-i Kebir Vakfı” vakfını kurdurur ve vakfiyesine de “ilelebed” kaydıyla Ayasofya’nın tevhid mahalli kalacağını yazdırır. Her kim, ileride Ayasofya’yı cami olmaktan çıkarmaya kalkarsa, o kimseler için Allah’tan lanet diler, canlarını da cehenneme ısmarlar, beddualar kaydettirir…
Ayasofya, ruh taşı gediğine oturmuş hali ve fethe sembollük vasfıyla istikbâle doğru tam 482 sene süzülür… 482 yıl, tevhidin, gökleri zikriyle inleten güvercini gibi kanat çırpar… Fakat Sultan Fatih’in, Ayasofya kubbesinden görür gibi olduğu örümcek ve baykuşlar, Osmanlı sultanlarından sonra da Ayasofya için ağ örüp nevbet vururlar ve Ayasofya, teslisin tevhidden örtülü bir intikam hamlesiyle müzeye evrilir!
482 yıldan beri aşk ile çekilen zikir ve tekbirlerle doldurulmuş kubbesi, şimdi Sultan Fatih’in Allah’tan ısmarladığı lanetle dolar ve oradan da Ayasofya’ya değil, Ayasofya’yı cami vasfından ayıranların üzerine sessiz sedasız sıçrayıp durur… 916 yıl teslisin kodesinde tıkılı kalmış, kurulduğu ilk andan itibaren peşin bir gurbete düşmüş Ayasofya, 482 yıllık tevhid neşvesi ve vuslat ahenginden sonra, öz vatanında 86 yıllık bir esarete düşer, müze yapılmak kılıfı altında aslında müzeye kaldırılır…
Amma 86 yıl boyunca derin ve gerçek müminler, Ayasofya için ağlar durur, öfkelerini Ayasofya’nın zincirlerine sürterek bileylerler, Ayasofya’yı ayna eyler, ondan Allah düşmanlarını tek tek izlerler, şiirler yazarlar, içli gönül ağıtlarıyla Ayasofya’ya tevhid mührü olduğunu unutturmazlar ve önüne geçilmez bir sele dönüşecek bu hasret de, 2020 yılında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a şerefli bir talimat verdirir, esaret biter ve Ayasofya kurtulur…
Ayasofya, makûs talihli Anadolu eliyle “öz işgalden” kurtarılmıştır amma işte şimdi sıra, Ayasofya’dadır!
Yani şimdi de Ayasofya Anadolu’yu, maddede değilse de manada, kültürde, fikirde, anlayışta, sanatta tezahür etmiş örtülü işgalinden kurtarmalıdır!
Dedik ya; Ayasofya, hendesî bir taş yığını değildir, bir sır mezarlığıdır…
Hal lisanıyla sırrını, kâh eser kâh esir olup hal lisanıyla haykırır, her hâlükârda muhataplarına bir şeyler söyler, sessizliğe en çok gömüldüğü anlarında bile duyabilenler için, sırrını ezanları içine saklayıp öyle ifşa eder!
Ve Ayasofya, bu keyfiyetiyle ve vaziyetin bir milleti maddede değil, manada uçurumlara sürüklediği bir hengâmda, İslam’ın taşlanarak değil, okşanarak yok edilmek istendiği bir hokkabazlık devresinde dile gelir, bu defa 86 yıllık esaretinden sonraki ilk imamı Mehmet Boynukalın ağzından konuşur:
“Madem yeni anayasa yapılacak; 1921 ve 1924 anayasalarımızda İslam vardı. Laiklik sonradan eklendi. Cumhuriyet fabrika ayarlarına dönsün, Anayasamızda İslam olsun!”
Evet, Anadolu’nun 86 yıllık işgalden kurtardığı Ayasofya sanki de Anadolu’yu kurtarmak üzere dile gelmiştir!
Bu sebeple, bir kıvılcım hiçbir yerde tek lahzalık bir alev olsun çıkartamayacak bu sözler, Ayasofya’nın kahır barutuyla dolmuş kubbesinde imanî bir patlamaya evrilir, Anadolu bu sözleri Mehmet Boynukalın tarafından değil, bizzat Ayasofya tarafından söylenmiş gibi aşkla karşılar, bu sözlere, o sözleri söyleyenle beraber sahip çıkar, ama işte Ayasofya’nın bize ait manasına perde çeken ve bize ait mananın Ayasofya’yla beraber öldüğünü ilan için nevbet vuran örümcek ve baykuşlar da ortaya çıkarlar…
Ayasofya İmamı Prof. Mehmet Boynukalın’a, “İmamsan, imamlığını yap!” diye fırça atmaya kalkarlar. Aslında denilen şey Anadolu’yadır ve şu mealdedir:
“Müslümansan, içinde yaşasana!”
Anadolu, bunu da anlar… Örümcek ve baykuşları, kastlarıyla beraber görür… İşlevde bir olsalar da renkte yeşil ve kızıl bu örümcek ve baykuşlar, ağ örüp nevbet vurdukça, Anadolu bu sebeple üfler ve bağırır, ağları parçalar, ötmeleri bastırır, Ayasofya ile dile getirilmiş hakikatlerin örtülüp bastırılmasına müsaade etmez…
Mehmet Boynukalın Hoca, Ayasofya’yı dile getirir gibi, İslam’ın en bediî hakikatlerini bir bir sıralar, örümcek ve baykuşlara perva etmez, o konuştukça, sahte kurtuluşlarla sahte saadetlerin mahzenine kapatılmış Müslüman Anadolu halkı da adeta gerçek bir kurtuluş savaşının, gerçek kurtuluşa götürücü peşrevini terennüm eder… Başına getirdiklerini bu terennümle ikaz eder, yarım kurtuluşun tam esaretten beter olduğunu, Ayasofya lisanı ve hâl lisanıyla haykırıp durur…
Anadolu, Ayasofya’yı uyandırmıştır ve Ayasofya da, örtülü işgalinden sonraki ilk imamı ağzından, Anadolu’yu dürtmüştür!
Dedik ya; Ayasofya sırlar mezarlığıdır ve bu mezarlıkta ruhuna kayıt konulamayacak tek ruh da, Müslümanlığa aittir!
Ve işte; O ruhun bereketi ile Ayasofya’nın sırrı; imamlık ve Ayasofya dilemması halinde Ayasofya minberinde birleşmiştir ki; Ayasofya ile Anadolu, gerçek kurtuluş savaşları için birleşmiştir…
Yeşili ve kızılıyla bütün örümcek ve baykuşlar için heyhat!
Mehmet Boynukalın Hoca’yı, bin ağ ile örseniz ve vaziyetinin yokluğuna nişane olsun diye bin nevbet vursanız, artık boş!
Çünkü gerçek kurtuluş savaşının icrası için, Ayasofya’nın kubbesi iman ve fikir şuuruyla dolmuş, Anadolu’yu da doldurmaya başlamıştır…
Ayasofya, dile gelmiştir…
Ve bu millet, her veçhesiyle fabrika ayarlarına geri dönecektir…
Çatlasanız da, patlasanız da!