İlim, Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi...
0539 924 64 98
editor@seriyyedergisi.org
Dedim: Bazı hususlar, derin nazar olmayınca, aldatır insanı… Dostluk, düşmanlık gibi görünür, düşmanlık, dostluk gibi…
Dedi: Açılmayınca, bu haliyle anlaşılmıyor…
Dedim: Bana açmam için merak merdivenini uzatman lazımdı… O da oldu… Şimdi şöyle; bazen insan, saldırdığının kaldıranıdır… Bazen de, kaldırdığının saldırganı… Bazen övücü, övdüğü şeyi, gömer de, haberi olmaz… Bir de, herkes tarafından övülmek de, iyi bir şey değildir…
Büyük bir kavga hatırlıyorum… Kapalı bir mekânda, havada uçuşan sandalye ve adamlardan sonra, açık mekâna taşmış bir kavga… Karşı grup, son ferdine kadar yediği dayaktan açık mekânın değişik yerlerine yatmış vaziyetteler, kalanlarının da yatırılmakta olduğu bir an… O an ne görsem iyi; muhitin, artık altmışını geçmiş ve herkesçe tanınır hale gelmiş kaldırım fahişelerinden biri, deminden beri izlediği kavganın heyecanına kaptırmış kendini, kavga edenler kimler, kavga niye çıkmış bunları bilmeden, çıkmış bir kaldırım korkuluğuna alkış çalıyor… Bir yandan da “Vurun aslanlarım vurun!” diye bağırıyor! Dehşet bir vaziyet! Görür görmez, henüz bitmemiş kavgayı bitirdim, bütün arkadaşları süratle sahadan çektim… Anlıyor musun, böyle bir kadının alkış çaldıkları, Niğbolu kahramanları olsa, o an belki anlaşılmaz ve kamu nazarına açık böyle bir kavgada yanlış konumlandırılabilirler? O gün, dayak yiyenlere faydası olmuştu bu kadının, dayak yarıda kesilmişti, bugün de ben onu, mevzuumuz için misale taşıyorum ve hayrından tek huzme nasipsiz olarak, mevzuumuza faydası oluyor…
Dedi: Pisin, alkış aldığı nezih olmak, pis bir şey yani…
Dedim: Nezihe, pislik bulaştırabilecek bir şey… Baksan, alkış çalıyor… Burada, alkış çalana müteallik, yani esasa dair bir örnek var… Bir de, usul açısından pislik belirtecek bir alkış çalma hali vardır ki; bunu da, bir şeyi yanlış müdafaanın, bazen o şeye saldırmaktan daha çok zedelemesi ile açıklayabiliriz…
Dedi: Mesela, Muhsin Başkan’ı öven kokoş kadın misalin vardı…
Dedim: Evet, davetli olduğu bir ortam… Bir dünya dolusu kokoş toplanmış, etrafını sarmışlar… Kaçmaya kaçamıyor… Kadınlar sıra ile mikrofona çıkıyorlar ve oradan yüzüne bakarak konuşuyorlar… İçlerinde, yazdıkları yirminci sınıf şiirleri, adeta örtülü bir aşk-ı ilan gibi okuyanları bile var… Başkan’ın o halini görseydiniz, hal lisanıyla “Aman ne bu kadınların beni övdüğünü, ne de övme şekillerini kimse görmese!” dediğini de görürdünüz… Yani hem esasta, hem de usulde bir örnek oldu bu… Öven öyle ki, övdüğünü zedeler, övüş tarzı öyle ki; övüleni zedeler…
Dedi: Evet!
Dedim: Ama dur… Ben esas, işin öven değil de, yeren açısından beliren tarafıyla ilgiliyim… Mesela bir şeyi, bir kimseyi, bir rejimi, bir anlayışı, fikirden fiile yıkacaksın… İşte burada, kokoşun, neticesi ister istemez yıkma olan övgüsünde lazım olmayan bir strateji gerekiyor. Yoksa yerdikçe ve vurdukça, daha da güçlendirirsin… En ulvi bir misalle açayım kısaca: Musa Peygamber, Firavun rejimini yıkmak için hem ilke, hem de strateji sahibiydi… Firavun karşısındaki asalet ve cesaret tavrını kaybetmeden, diklenmeden evvel ördü, Mısır’ı terk etti ama gittiği yerde geçirdiği uzun yıllar boyunca, dönüşü için hazırlandı, öyle ki döndüğünde Firavun onu tehdit edince “Medyen çöllerinden geliyorum ben, açlığı tattım, susuzluğu tattım, yokluğu tattım!” dedi, tehdit edilecek bir şeyi olmadığını söyledi… Anlıyor musun, Firavun hangi imkânlara sahipse, hepsinden boşa düştü… İşte bu; Firavun özelinde, yıkacağın şeyi, yıkmak için bir strateji izlemek gerektiğinin en açık örneklerinden biri… Oysa devrimizde, Firavun’a kaşı olmak iddiasında olanlardan silolar kurulur ama hepsine toplu bir nazar atsanız, birer birer çoğunun Firavun ehramlarına taş taşıyan birer köle olduğunu görürsünüz…
Hani kaba gözle baksan, her biri birer Firavun düşmanı ama hakikat röntgenine sokup öyle baksan, her birinin gerçekte birer ehram işçisi-kölesi olduğunu görürsün… Firavun’a çakıyorum derken, farkında değiller ama Firavun’un ehramlarına çivi çakıyorlar. Firavun karşıtlığında bile nefsî haz var yani… Oysa Firavunlara karşı çıkmak işi, nefsin değil, tastamam ruhun bir meselesidir… Ruh ile nefs karışınca da, her şey karışıyor… Tevekkeli dememiş erenler, “Bir ben vardır benden içeru!” diye… Ve tevekkeli dememiş Allah’ın Resulü, “Nefsini bilen, Rabbini bilir!” diye… Nefsini bilen, ruhunu da bilir, Firavun ile Musa’yı da ayırt eder… Ya bilmeyenler?
Dedi: Hepsini birbirine karıştırırlar… Devrimizde, bunun en net tecelli ettiği alanı…
Dedim: Kemalizm sahasında tebellür ediyor, diye keseyim sözünü… O sahanın Firavun’u hakkında…
Dedi: Mevzunun buraya geleceğini hiç tahmin etmezdim…
Dedim: Ama geldi… Bununla da bitirelim zaten… Bitirmek üzere başlayalım ama… Şimdi; Necip Fazıl Kısakürek, korkak biri midir?
Dedi: Asla!
Dedim: Maddede ve manada korkak olmadığı gibi bir de kahraman, o kadar cesur… Hapistir, sürgündür, tehdittir, tınmamış tek birini… Düşmanın bile takdir edeceği, ettiği bir şey bu… Tabiatında var bu… Mesela Nurullah Ataç züppelik ediyor bir gün ve “Sen kim adam tokatlamak kim?” diyor… Ama daha lafı bitmeden onu tokatlayıp bir kenara yığıveriyor… Ahmet Haşim’i de, yanındaki Peyami Safa’ya hakaretler savurunca pat diye dövüyor, bir sanat balosunda… Sevdiğini yükseltmek için kollayan, sevmediğini de batırmak için kollayan bir yanı var… Abdulhakim Arvasî Hazretlerinin nefesiyle aslî kimliğini bulunca hele… Hadis hatırlatayım burada… İnsanlar altın ve gümüş gibidir, Müslümanlığından önceki bir kimse karakterde altın ve gümüş ise Müslüman olduktan ve onu tam manasıyla kavradıktan sonra da altın ve gümüş olmaya devam ederler, mealinde bir Hadis… Hz. Ömer misal, Müslümanlığından evvel de heybetli, şecaatli, azametli bir adam… Müslüman oluyor ve sahip olduğu bu keyfiyetlerin, kalitesi de kat be kat artmakla beraber yönü değişiyor… Yok olmuyor ama… Üstadımızın da, sevdiğini tam sevmek, sevmediğini hiç sevmemek tavrı, İslamî hayatı tam benimsediği devresinden itibaren, “Allah için sevmek, Allah için buğz etmek” keyfiyetinin yatağına mermerden bir parça gibi oturuyor… Biliyorsun, yalnız biz değil, bütün bir Anadolu gençliği de, bu keyfiyeti Necip Fazıl tezgâhındaki fikrî torna ve tesviyesinden sonra aldı… Yoksa Kemalizm, bu keyfiyeti de, İslam’la beraber peyderpey öldürecekti… Öldüremezdi de, ölmeme vesilesi Necip Fazıl Kısakürek oldu…
Dedi: Allah razı olsun, babalarımızdan çok emeği var üzerimizde…
Dedim: Muhakkak öyle… Şimdi; Üstadımızın, Birinci C. R. hakkında ne düşündüğünü herkes bilir… Ama hakkında alenen yazdığı şeyler, on sayfa bile etmez… Böyleyken, yüz küsur adetlik külliyatının tamamını, Birinci C. R.’i maddede ve manada imhaya hedeflenmiş sayabiliriz… Gölge boksu gibi hayal et… Yumruklar, aparkatlar işini yapıyor ama ortada yok… Burada ortaya çıkmama tavrı, işte korkudan değil… Sen deli dana gibi orta yere çıkar ve zalim krala parmak atarsan, parmağınla beraber kafanı da keserler… Hatta kafatasını, zalim kralın sarayında tuğla diye kullanırlar… Ne oldu, ne işe yaradı? Yaramadığı gibi, bir de işe koyulan cinsinden bir taş da, bu oldu…
İşin zorluğuna bak: Hem zalim krala payanda olmayacaksın, hem de zalim kralın saltanatını sonlandıracak lahuti senfonyayı besteleyeceksin… Niyetini bozsan, sen, sen olmaktan çıkarsın, niyetini açık etsen, kafanı koparırlar, yapman gerekeni yapamazsın… O halde, dışından kendisine bahçıvanlık ederek kimliğinden kopmadığın zalim kral sarayına, mesela çok uzağından tünel kazmak ve dibine sarkarak bomba döşemek gibi yollara başvuracaksın…
Uzun, meşakkatli ama gerçekleştirilebilirse, esaslı bir iş!
Necip Fazıl Kısakürek, Cumhurbaşkanı iken İsmet İnönü için dergisinin kapağına kocaman bir kulak çizip “Başımıza kulak istiyoruz!” diye manşet atan birisi… İsmet İnönü’nün sağırlığına atıfla, laf çakıyor açık açık… Dergisi kapanıyor, kendisi hapse giriyor… Bilmem kaçıncı kez! Korkmaz yani, korkmamış yani! Bu herkesçe malum… İşte istese, İsmet İnönü’nün, bir üst katına da çıkar, aynını orada da, O’na da yapardı. Yapmaması işte, uzaktan tünel kazmak ve onu esaslı bir hamleyle imha etmek hedefinden kaynaklanıyor…
Yazdığı hususi bir eseri, Arap dünyasında Arapça bastırıp, kendisine ait olduğu bilinmeksizin dağıttırması da, böyle bir hamle… Nasılsa o eser de bir gün gelecek, bir millete mal olmuş bir mütefekkirin ve şairin eseri olarak ölümünden sonra da iş görecek… “Biz sussak, mezarlarımız konuşacak!” dediği şey… Toplayacak olursak… Firavun’un imhası için, bütün Mısır temelinde ve plânlı olarak çalışacak ve Firavun düşmanlığını bir millete mal edeceksin… Böyle yapmazsan, Firavun kazanır… Kazanması da şu yolla olur: Orta yere çıkarsın, piçliğinden tut, hiçliğine kadar, hiçbir fikre dayanmaksızın küfürler edersin, böylece Firavun düşmanlığı, marjinal, dengesiz ve deli bir zümrenin işi olur çıkar… Böylece Firavun da, yediği onca halta rağmen, bir millet nezdinde aklanıp çıkar… Necip Fazıl Kısakürek’in, bence deha belirten bu taktiğine, 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin birkaç yıl öncesindeki rahat ortamda, fikirsiz sövüşçülerce zarar verdirilmiştir. Zaten darbe sonrasında da Ak Parti’nin, Kemalizm’e yaslanma gibi acayip davranışları üzerinde, verilen bu zararın da tesiri vardır…
Dedi: Enteresan…
Dedim: Daha açık söyleyeyim; Üstadımız Necip Fazıl Kısakürek, Ahbes muarızlığını millete şamil kılmak için çok ince stratejiler gütmüşken, Ergenekon operasyonlarının da tesiriyle neredeyse Ahbes’in CHP’de bile yüzüne bakılmaz hale gelinen şu birkaç yıllık zamanda, bir kısım insan tarafından Ahbes “ölüsüne-dürüsüne küfür” şeklinde topa tutulunca para etmeye başladı yeniden… Rahatlık ortamına Ahbes’e sövmek, nefsin dürtüklediği, nefsanî lezzetli ve nefsanî risksiz bir işti ve nefsin dürtükleyişi ile eylenen bu tür işlerin neticesi de hiçbir zaman hayırlı değildir… Üstadımızın:
“Ortada kimse yoktu biz sökerken bayırı
Açıldı şimdi sahte mürşitler panayırı!”
Dediği durum… Ama bu durumun o kadar farkında değil ki insanlar, deli tavrıyla Ahbes hücumu yapan kimselere “Kemalizm’i bitiren adam!” muamelesi yapıyorlar, oysa böyle kimseler, Kemalizm’i bitiren değil bitmişken dirilten adamlardır… Firavun-Ahbes muarızlığını, daraltan, küçülten, marjinallerin işi kılan adamlar… Yaşarken bu muarızlığı, tüm İslam dünyasına sessiz sedasız yayan ve oralarda bile nice insanın, kitlelerin “Biz Ahbes’in ne idüğünü bu eserle öğrendik!” demeleri gibi hayırlı bir netice çıkaran Üstadımız bu olanları görseydi, kim bilir ne derdi?
Dedi: Köpüreceği muhakkak!
Dedim: Hatta şu nevi bir beyit bile karalardı, Allahu âlem:
“İbrahim cakasında, elinde güya balta
Put devirme işinde, yaramaz hiçbir halta”
Dedi: Çok güzel oldu…
Dedim: Mevzuumuza doğru kıvıralım hayali beyitleri…
“Firavun düşmanlığın, gerçek değil vesvese
Vurunca tuncu parlar, umur olmaz Ahbes’e…”
Dedi: Daha da…
“Top atma sanrısıyla, yaptığın tuğla dizme
Ruhun yok, nefsin hazır, hizmette Kemalizm’e…”
Dedi: Mevzuumuz, adeta beyitleşti…
Dedim: O halde bitirelim…
Dedi: Devam etseydi…
Dedim: Nokta olsun diye son bir tane…
“Başımızda her bela, iki sarhoş hesabı
Fikrî bin strateji, ancak sorar hesabı…”