Yeni Korona: Covid-19, Vesilesiyle…

Yazan: 16 Mart 2020 8114

Korona, şeceresi M.Ö. 8000’e kadar tarihlenen bir virüs ailesi… Daha doğrusu bir virüs çetesi… Bu çetenin varlığı elbette yeni değil… Binlerce yıllık mazisi var. Ama insanlık tarafından tespiti ilk, 1960’da… Zamana ve zemine göre de gard tutuyorlar ve evrim geçirerek atağa geçiyorlar…

“Corona”, Yunanca “taç” demek... Elektron mikroskobunda bu virüs çetesi, krallık tacına benzer çıkıntılara sahip olduğundan, bu isimle anılır olmuş... 2002-2003 yılında ismini duyuran Sars Virüsü, bu çetenin bir ferdiydi ve ona yakalananların ölüm oranı % 10 idi. Yine 2012’de Suudi Arabistan’da ortaya çıkan Mers Virüsü de, Korona çetesindendi ve sirayet ettiklerinin % 36’sını öldürmüştü. Bugün dünyanın en popüler mevzu başlığı haline gelen “Korona Virüsü” de işte, bu çetenin yeni nesil bir çaylağı…

İnsanlık henüz onun ne yapacağını, nasıl davranacağını, pençesini insanlığın ensesine ne derece geçireceğini gözlemleme aşamasında… Ama namına tespit edilen bazı sinsilikleri var. Mesela insan vücuduna duhul ettiğinde davul çalmıyor hemen… 14 gün süre hayalet gibi saklanabiliyor. Kuluçka evresi bu… Bir de, hayalet gibi bekleştiği bu 14 günlük kuluçka evresinde, başkalarına bulaşabilmek gibi korkunç bir sinsiliği var. Görünen bir bankın üzerindeki görünmeyen bir boyaya, herkes oturur… Böyle bir hal…

Dünya Sağlık Örgütü, Korona mensubu bu virüse, COVİD-19 ismini verdi. Çin’in Vuhan Eyaleti’nde ortaya çıktığı için onu Vuhan Virüsü diye ananlar da var. Mevcut istatistiklerse, an itibariyle COVİD-19’a yakalananların ancak % 2’sinin öldüğünü söylemekte…

Fakat buna rağmen COVİD-19, Sars gibi kısıtlı kalmadı… Yayılım hızı çok yüksek... Bu anlamda “Yahu trafik kazasından, normal gripten daha çok insan ölmüş!” diyerek mevcut istatistiklere yanlışa yormamak ve COVİD-19’u küçümsememek lazım. Zira yayılı olduğunu müşahede ettiğimiz bu hesap yanlış… Bilindik gribe dünyada handiyse her insan, her sene yakalanır. Bu manada ölüm oranlarının adet sayısı, an itibariyle COVİD-19’dan ölenlere göre istatistik tablosundan yüksek durur ama oranı çok daha düşüktür. Oysa COVİD-19’un yayılım hızına bakar, onun kısa sürede tüm dünyaya bulaştığını düşünür ve mevcut ölüm oranına göre hesap edersek, korkunç bir rakamla karşılaşırız. 8 milyar insandan 160 milyonunun ölümü manasına gelir bu…

Rakamlar yüksek gelmesin… Birinci Dünya Savası sürerken ortaya çıkan ve savaşa girmeyen İspanya’da, medyanın sıkça haber yapmasından “İspanyol Gribi” diye anılan virüs, 1918-1920 tarihleri arasında en az 100 milyona yakın insanın ölümüne sebep olmuş... Tüm cephelerde ölen asker sayısının 8.5 milyon olduğunu hatırlayınca, ürkütücü bir rakam bu… Dünyanın nüfusu da o demde, 8 değil, 1.5 milyar...

Hani İspanyol Gribi, biraz daha gayret etse, Eskimo ırkını dünyadan komple silecekmiş… Zira Eskimoların yüzde 60’ını öldürmüş… Ve dikkat, COVİD-19 gibi İspanyol Gribi de, 1917 sonlarında Çin’in ortasındaki Cong-King şehrinde ortaya çıkmış ve oradan dünyaya yayılmış... Savaş dünyayı dışından, İspanyol Gribi içinden kavururken, onun yaz aylarında pılıyla beraber pırtısını da toplayıp gitmesi şeklinde bir beklenti oluşmuş... Tıpkı COVİD-19 için bugünlerde oluşan beklenti gibi... Ama Ağustos ayında İspanyol Gribi iyice azmış ve üç yıla yayılı yangınını, üç kez söner gibi yapıp yeniden parlatmak şeklinde tecelliye getirmiş... Anlayacağınız savaşan ülke orduları, çekili süngülerinin kirli çeliklerinde, cepheden cepheye evvela kendilerine saplanacak grip askerleri taşıdıklarından habersiz, virüsü yaymışlar…

Virüs salgınları sebebiyle toplu ölümler, insanlığın kadim bir problemi aslında… Mesela 541-542’de gene Uzak Asya’da doğduğu tahmin edilen, Mısır’a sıçrayan, oradan Avrupa’ya geçen, en nihayet Bizans merkezi Konstantinapolis’e (İstanbul) uğrayan ve farelerin tüylerinden havalanan uçucu bir böcek vesilesiyle İmparatoru Jüstinyen’i de enseleyen ama onu yedi ay yatırdığı halde öldüremediği için “Jüstinyen Salgını” diye isimlendirilen veba, yarı nüfusunu öldürdüğü, mezarlıkları yetişmediğinden ölü vatandaşlarını boğaz sularına attırdığı dünün Konstantinapolis’inden, bugünün İstanbul’una, tam 15 asır geriden parmak sallar…

Ya da 1347-1351 yılları arasındaki meşhur veba salgını… Kara Ölüm namlı bu veba ise parmağını Avrupa’dan tüm dünyaya sallar ve varlığını tarih sayfalarında bile gösterdiğinde ürkütür. Zira bu vebada Avrupa nüfusunun üçte biri ölmüştür. Tüm dünyada da ölen insan sayısı tahminlere göre 200 milyona yakındır… Ve duyun, bu veba da ilginçtir ki; Uzak Doğu’da doğmuştur… Uzak Doğu’yu bu manada fikirde ve fiilde şöyle yaftalamak mümkün:

“Uzak Doğu, Doğu’nun o kadar uzağıdır ki; onu Batı sayabiliriz!”

Çorbasında yarasa, bağırsaklarında kedi köpek koşturan iğrenç Çinlinin, tahakkümü altındaki bir coğrafyadan bahsediyoruz… Bir kulağı tersinden tutmaktan çok daha kolay olanı, Çin ile Batı’yı tersinden biribirine bağlamaktır… Tepsi gibi açılmış haritalar üzerinden dünyaya bakmak, bir bakış illüzyonu ve Çin ile Batı’yı, bu illüzyon biribirine çok uzak kılıyor. Oysa Türkiye ile uzaklığı 10.000 kilometreden fazla olan ABD’nin, Çin ile uzaklığı sadece 6751 kilometredir… Doğunun en uzağında doğan hastalıklar, adeta işbirliği toplantısı yapar gibi evvela Doğu’nun batısına sıçrıyor ve sonra Ortadoğu denilen mıntıkaya saldırıyor. COVİD-19’da da böyle oldu gibi…

Biz, 14. asır Avrupa’sındaki Kara Ölüm’e bakalım…

Kırım’daki bir Ceneviz ticaret merkezini kuşatan Moğollar, mancınıklarla kaleden içeriye vebadan ölmüş cesetler atıyor. Sonra bu kentten İtalya’ya giden bir ticaret gemisi, bir bayrak yarışı formuyla veba mikrobu taşıyan fareleri bilmeden sahile çıkarıyor. O dem İtalya’dan itibaren bütün Avrupa, öküz Papa 9. Gregory’un teşvikiyle kedilerin soyuna kıran düşürmüştür. Zira Kilise’nin çıkardığı Voxin Rama isimli bir belge, kedilerin aslında şeytan olduklarını ilan etmiş ve Avrupa’da Hristiyanlık gayretiyle misilsiz bir kedi avı başlamıştır. İşte belki de Kırım’dan gelen geminin taşıdığı fareler ve bu farelerin taşıdığı veba mikropları, engelsiz bir kıvrılışla evvela İtalya’nın liflerine salınabilmiş ve sonra tüm Avrupa’ya kara bir ölümün tentesini gerdirebilmiştir… Devrin İtalyan yazarı Boccacio, veba soluklu eseri Boccacio’da bir salgından değil, adeta kıyametten sahneler sunar:

“Babalar, oğullarını; anneler, bebeklerini terk ediyor; hizmetçiler, hanımlarından kaçıyor, noterler ölülerin son arzularını kaydetmekten vazgeçiyor; doktorlar, rahipler ve rahibeler, hastaları ziyarete gitmiyorlardı. Kimse Hristiyan usullerine göre gömülemiyordu; evler birer mezarlığa dönüşmüştü…”

An itibariyle Türkiye’de de vakalar görülmeye başlandı ve COVİD-19’dan olmasa da, kimilerinin hastalıklı kafalarındaki ertelenmiş kıyamet sahneleri orta yere saçılma yoluna girdi. Türkiye’nin, iktidarla beraber vatanı da düşürmeye razı muhalefeti maatteessüf, seçim sandıklarından alamadığı müjdeli haberi, Korona Virüs’ten almak gibi bir hevesin foseptiğinde tepinip duruyor. “Cehapeli kesim”, felaket tellalı her ortaya çıktığında, tedarikini yapmak ve felaket geçtiğinde memleketin nimetini, oturacağı yeni kucakta gene yemek için market raflarını yağmalayadursun, milli bünye ve idrak, Korona fonlu bu felaket tablosuna metanetle bakmalı ve oradan çıkardığı derslerle daha da güçlü çıkmalı…

Bir kere; Türkiye’de Milli Savunma Bakanlığı çapında bir bakanlık, sırf biyolojik saldırı ve müdafaa konularında çalışma yapmak üzere kurulmalı… İsmini BİYO-SAVUNMA BAKANLIĞI mı koyarlar, başka bir şey mi, işlevi muhakkak Türkiye’yi biyolojik salgın ve saldırılardan korumak olmalı… Zira 2020’de, 2019 çıkışlı yeni nesil Korona virüsü vesilesiyle görülmüştür ki; doğal salgın ve sunî saldırı konusu yapılınca virüsler, soy da kırabilici bir ölüm ordusuna dönüşebiliyor. COVİD-19, kitle iletişim araçlarının iyice yaygınlaştığı bu devirde, eşeğin aklına ama midesinde olan karpuz kabuklarını iyice düşürmüştür. Karpuz kabukları, eşeğin midesindedir, çünkü biyolojik ajan mesabesindeki virüslerle saldırı, insanlığın sabıka kaydına çoktan beri işlidir.

Az evvel, Moğolların mancınıklarla vebalı cesetleri düşman mıntıkasına attıklarından bahsettik… Çin kaynaklarında, Hunların at cesetlerini Çinlilerin su kaynaklarına bırakmak suretiyle biyolojik savaş taktiği geliştirdikleri yazılı… Ya da Avrupalıların, çiçek hastalarının kullandıkları battaniyeleri, iyi niyet maskesiyle Kızılderililere vermek ve bu suretle yüz binlerce Kızılderiliyi öldürmeleri vakıası…

Yakına gelelim: Birleşmiş Milletler, biyolojik silah kullanımının yasaklanmasını öngören bir taslağı imzaya açıyor ve tarihi, 1925… ABD ve Rusya, bu taslağa imzayı ancak 1972’de atıyor. Tabi 47 yılda kırk bin nane yemiş bulunuyorlar… Halâ laboratuar ortamında virüs genetiği değiştirmekle meşgul olduklarından kimsenin şüphesi olmasın…

Japonya, 2. Dünya Savaşı’nda, işgilini biyolojik silah geliştirme alanına teksif eden yegâne ülkedir. Farelere uçaklardan, veba mikrobu taşıyan pirelerle dolu pirinç ısmarlamak ve sonra milyonlarca fareyi, düşman üzerine birer veba bombası olarak göndermek… Denedikleri yöntemlerden sadece biri bu idi. Savaşı kaybedince, savaşı kazanan ABD, Japon bilim adamlarını biyolojik silah programlarıyla beraber göğsüne bastı. Bütün yöntemleriyle beraber… Japonya, biyolojik savaş programına sonradan son veriyor. Demek ki; başlanmış ve yürütülmüş bir şey bu… Zaten 1982’de “Pardon, savaş ortamıydı, üzgünüm!” diye özür de diliyor. Aynı şekilde Sovyet Rusya’nın çöküşünden sonra da, Rus biyologları, Sovyetler Birliği'nin biyolojik silah programlarıyla beraber batan geminin virüstraşları olarak Amerika’ya taşıdı. Hakeza, toplama kampında Yahudiler üzerinde gerçekleştirdikleri deneylerle meşhur Alman-Nazi biyologlarına, kucaklarındaki biyolojik savaş tekniklerini kucağına dökmeleri şartıyla kucak açısı… Yani şeytan vasfıyla Amerika bir nevi, batan geminin mallarını değil de, virüslerine varis oluyor…

Bunlar, sonraki yıllarda ABD’nin yaptığını kabul ettiği haltları… Yine 2014 yılında, etkisiz kılınmamış canlı şarbon virüslerini, ABD ordusu yanlışlıkla ülkedeki bazı laboratuarlara ve Güney Kore’deki üssüne gönderiyor… Bunu da zaten bizzat ordunun kendisi açıklıyor…

Hastalık Kontrol Merkezi (CDC), Amerika’da işleyen ve aslında kafasını, hangi hastalığın, nereye, ne zaman ve nasıl yayılacağına yoran bir şeytanî merkez… Bu merkezin, 1984’ten, 1989’a kadar Saddam Hüseyin Irak’ına, Botulinum toksini, Batı Nil Virüsü, Dang Humması gibi nice virüs gönderdiği noktasında da itirafları var. İtiraf etmediklerinin, ettiklerine nispeten ne denli bir vahamet kapsamı belirttiği hesap edelim…

Bu ABD’nin, biyolojik silah geliştirmemek üzere ıslak imza vermiş hali… Şeytanlığı, kupkuru bir veba mikrobu gibi zaten insanlığın alnına kazılı vaziyette… Zora düştüğünde, zorda kalmamak için neler deneyebileceğini hayal etmek lazımdır…

Su ve gıda kaynaklarının biyolojik ajanlarla kirletilmesi, bakteri içerikli bombalar atılması, ısıtma ve havalandırma sistemlerine virüs salınması, virüs taşıyan bombalar ve kıtalararası balistik füzeler, daha neler neler…

Doğal salgınların delirmiş atına, onu zapt etmek için de, onunla ihtiyarî soykırımlar yapmak için de hâkim olmaya kalkılabilir. Kalkıldı, kalkılıyor, kalkılacak… Devlet ve millet olarak bu şuurla yaşamalı, tedbirleri almalı ve sonra Allah’a tevekkül etmeliyiz… Ve pek tabi ki; tekbirsiz namaza girilmeyeceği gibi tedbirsiz de tevekküle girilmeyeceğini bilmeliyiz…

Ve tedbir ile tevekkül arası bir bağlamda, insanlığın başına bu bela ve musibetlerin, haliyle Allah’ın tayin ettiği hudutlar çiğnendiğinden geldiğini idrak etmeliyiz… Allah’ın koyduğu hudutlar çiğnenince, Allah’ın yarattığı virüslere de hudutları aşmak ruhsatı doğuyor ve bu nevi belalar zuhura geliyor. Allah, buyuruyor:

“Başınıza gelen herhangi bir musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir…” (Şûra-30) 

Ne yiyilecek, ne yiyilmeyecek, hepsi belirlenmiş… Fareyi, yarasayı, domuzu yemeyeceksin, gayet basit… Yersen, belayı, virüsü celp edersin… Celp eden kimse, belasıyla beraber, azabını da bulur. Etmeyene erişen zarar ise O’nun günahlarına kefalet olur. Allah Resulü’ne ait bir ölçülendirme:

“Mümine gelen her sıkıntı, günahlarına kefaret olur…” (Buharî)

Ama mümine ve hudutları aşmayana… Neticede Allah, insana neyi musallat ederse, o şey Allah’ın ordularındandır. Ayet meali:

“Göklerin ve yerin orduları Allah'ındır. Allah azîzdir, hakîmdir…” (Fetih-7)

İstikbâl, insanlığa neler getirecek ve neler, musibet, neler, fütuhatlara sebep olacak, göreceğiz… Birkaç milyon yıl önce oluşmuş buzullar altında, uykuya alınmış ne virüsler var kim bilir? Buzulların erime safhasına geçtiği bir süreçte, eşya ve hadiseleri tesirle mükellef insan, azgınlarıyla musibet, mutedilleriyle fetihlere gebe istikbâli, istikbara mı sürecek, istikamete mi sokacak, göreceğiz… Görmek değil de, fethi ve istikameti tahakkuk ettirmek için hazırlanacağız… Kim bilir; belki de Mehdi Hazretlerinin, arzı tanzim işinde bir veçhe de virüs mevzuunda zuhura gelecektir. Hadis meali:

“Mehdi bizdendir, Allah onu bir gecede ıslah eder.” (İbn-i Mace)

Söylemeye hacet yoktur; O’nun ıslah edilmesi, düzeltmesi, tanzim edebilmesi için düzeltmek, tanzim edebilmek kuvvetine erdirilmesi manasınadır… Eşya ve hadiseleri ve dahi belki virüsleri, ıslah ve tanzim etmesi, manasına…

Dergiler

Servet Turgut'un Kaleminden

© 2022 Seriyye Dergisi