İlim, Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi...
0539 924 64 98
editor@seriyyedergisi.org
“Veli-velayet” kelimesi, yalnızca tasavvufun değil, İslam’ın en temel kavramlarından biridir. Bilinmez…
Mezkûr kelime Kuran’da “veli” formuyla 24, “velayet” formuyla 62, diğer çekim ve türevleriyle beraber toplamda 232 kere geçer. Fark edilmez…
Tarikat-tasavvuf münkiri kalas adam, kendi kalaslığıyla bu kelime hinterlandında teşekküle gelmiş bütün ıstılahlara ve bu ıstılahların hücresi mesabesinde bulunan bütün müesseselere vurur, abanır, saldırır ama gerçekte İslam’a saldırdığını anlamaz!
Peki ya tarikat-tasavvufu kabul eden ama onu fikirden halas bir şekilde idrak eden adamın bu kelimenin hakikatiyle, arası nasıldır? Düşünülmez…
Kalas adamın, Kuran’ın “veli-evliya” tavsifi, Kaf Dağı’nın ardında duran ve içi boş olan bir kaftana tekabül eder. Böylesi farkında olmasa bile “Veli-Evliya” denilen kimse, kendisi için ulaşılmaz, teorik, fantastik bir “misal adam”dır. Sezilmez…
Tarikat ve tasavvuf yanlısı olsa da onları fikirden halas bir şekilde benimseyen adam içinse “Veli-Evliya” modeli, gene o farkında değildir ama idrakinde Peygamberlerden daha mahir –haşa!-, daha üstün –haşa!-, daha değerli –haşa!- bir donanımla durur. Çakılmaz…
Bu halleriyle biri dost, biri düşman ama ikisi de “Velilik-Evliyalık” nuru ve hakikatinden mahrum bu iki tipleme, mezkûr hususun ifrat-tefrit kutuplarını birlikte oluştururlar, didişirken aslında dayanışmış olurlar, ayıkılmaz…
●
Buyurun, Kuran’daki varlığıyla “Veli” kelimesine –çoğulu evliya- nazar edelim:
“Veli”, Esma’ül Hüsna kadrajına girdiğinde Allah için kullanılır ve “işleri idare eden, dost, yardımcı” gibi manalara gelir. Ama aynı zamanda “veli”, müminlerin de bir sıfatıdır ve bu sıfat “işlerini Allahın gördüğü” ve “Allah’a ibadet ve taat işini üstlenen, ifa eden” şeklinde bir manaya gelir.
Ayet meali:
“Bilesiniz ki Allah’ın –velilerine- asla korku yoktur; onlar üzüntü de çekmeyecekler…” (Yunus-62)
Bu ayette korku ve hüzünden hali bulunan velilerin vasıfları sonraki ayette açılır:
“Onlar ki, iman etmişler ve takvâya ermişlerdir, işte onlara hem bu dünya hayatında hem de âhirette müjdeler olsun!” (Yunus-63)
“İman etmek ve takvaya ermek” fiilini, müminlik eşiğinden geçmekle erilen bir keyfiyet sayarsanız, ki bu mümkün, her mümin Allah’ın velisidir. İtiraz olunmaz.
Ama tıpkı, normal bir atın ıstıfa süzgecinden geçirile geçirile “safkan” bir at cinsi elde edilmesi gibi, müminlik vasfı da kirlerden, günahlardan, paslardan, ataletten arındırıla arındırıla ortaya safkan bir veli-evliya prototipi çıkarılır. Buna da itiraz olunmaz, olunamaz.
Ama hem kalas adamımız, hem de fikirden halas haliyle tarikata-tasavvufa taraftarlık eden adamımız, tersli-düzlü bu hikmete bigânelik ederler. Anlaşılmaz…
İlki için, kendisi dahil, her mümin Allah’ın velisidir ve “Allah Veliliğine” has münhasır bir insan tiplemesi de yoktur!
İkinci içinse, Allahın velisi müminler içinden tek tük çıkar ve onlar da, söze getirilmese de muhtevada Peygamberlerden alâ bilgiye sahip –haşa!-, gaip bilgisine her zerresiyle vakıftır –haşa!- ve adeta, önündeki küreden geçmiş-gelecek her şeyi seyreden bir kudret makamında dururlar! –haşa!-
İlkinin alenen yok demeye getirdiği “Veli”, ikincinin elinde “haddini aşan şeyin tersine inkılâbı” hakikatince “farkında olmadan” yoktur!
İlki, Allah’ın gerçek velilerine bir şirk aparatı gözüyle bakar, ikinci de çoğu kere Allah’ın gerçek velileri etrafında nefs orkestrasından çıkan bir şirk senfonyası öttürür!
İlkinin dışından, ikincininse içinden düşman olduğu Velilerin gerçek hakikat ve kıymetiyse, derin ve gerçek müminlerin izan ve irfan sözlüğünde yazılı durur. Kimse okumak istemez…
●
Anlayacağınız; Allah velileri-dostlarına dair idrak ve irfan cihazımız çalışmadıkça, Allah velilerinden-dostlarından istifade nispetimiz de o derece zayıf kalacak…
İstifadede bugün için zayıf olmadığımızı kim inkâr edebilir?
Teorik yelleme yapmanın lüzumu yok! Buyurun en yakın pratiğine bakın:
En yekûn işi, müridlerinin gönlünden dünya sevgisini boşaltmak ve onları Allah’ın huzuruna masiva yükünden kurtarılmış olarak çıkarmak olan Velilerin huzuruna, onlara güya veli-dost olmak vasfı ve dünya sevgisiyle dolu dolu ceplerini daha da doldurmak maksatlı çıkan ve alacağı arabanın rengine kadar soran bir adam, Allah’ın dostuna dostluk mu sergilemektedir, yoksa kendi nefsine görünmez cinsinden bir post mu sermektedir, siz söyleyin?
Şimdi suç Allah’a dost olanın mı, nefsine post bakınanın mı?
Buyurun söyleyin; orta yerde, insanların susuzluğunu gidersin diye bir ab-ı hayat çeşmesi duruyor ve insanlar, onunla susuzluklarını gidermek yerine onun şebeke borularına salıncak kurup sallanıyorsa, ortadaki sabıka hem ontolojik, hem de epistemolojik manada ab-ı hayat çeşmesinin değil, salıncakçıların vesikasına işli değil midir?
●
Gerçek veliyi-veliliği görmek isteyen evvela, Allah’ın dışındaki hiçbir şeyi görülmeye değer görmeyen nazar aramalıdır, tabi eğer Allah’a dair marifet ve muhabbet arayışı varsa?
Marifet Allah’ı bilmek ve muhabbet, Allah’ı sevmek… Allah bilgisi ve Allah sevgisi… Bir kez daha soralım:
Veli, ikisinden de hisse sahibi marifet ve gönül adamı iken, marifeti ve gönlü izbeliğe çeken ve gerçek Veliyi, masiva bilgisi ve masiva sevgisi kadrajında gözetleyenlerin hali, “Veli-Velayet” nurundan halî midir, değil midir?
Allah’tan başkasını görmeye-görülmeye değer görmeyen Veliyi-evliyayı, eriştiği mana burcuna eriştiren Allah bilgisi ve Allah muhabbetidir ama gafil insanların velayet şartnamesinde, bilgi ve muhabbette handiyse turşunun limon ile mi yoksa sirke ile mi daha güzel yapılacağı bilgisi bile yazılı durur!
Turşuyu sevmekle Allah’ı sevmek arasındaki bu ontolojik ve epistemolojik şaşılık, insan idrakine velinin-evliyanın hakikatini değil de, imitasyonunu-replikasını yerleştirir ve bu idrake sahip bir insan, maliklik pozundaki mahrum olarak bu alanı meşgul eder. Bu meşguliyet, iğdişe odaklanmış bir meşguliyettir. Velayet nurunu gölgeleyen, perdeleyen bir meşguliyet…
Gerçek bir Veli, böyle tiplerin idrakine yerleşirken transforme olmadan yerleşmez, yani oraya yerleşmez ama yerleşmiş zannedilir. Böyle tiplerde idrak, gerçek Velilik-Evliyalık hakikati için adeta bir işkence odasıdır. Böyleyken dışarıdan bakanlar, böyle tipleri Velilik-Evliyalık hakikatine tahtlar-tahtırevanlar hazırlamış sanır. Zira bu tipler mesela gerçek bir veliyi, “bütün bilgiye eksiksiz-hatasız bir maliklik” burcuna yerleştirirlerken, ettikleri halt ve hata görülmez. Oysa bilgi gömleğinin ilk düğmesini yanlış iliğe iliştiren ve böylece ortalığa kendinden itibaren “Hataistan” isimli bir hurda ülkesi çıkaranlar, bunlardır. İmam Şafî Hazretleri gibi bir ilim ve mana kartalı bile, kendi eserlerini her defasında tashih ettikten sonra:
“Allah, kendi kitabından başka bir kitabın hatasız olmasını murat etmemiştir!”
Derken, böyle tipler kendi tırtıllıklarındaki gizli kartallık vehmini, Velilik hinterlandına yansıtırlar ve aslında kendilerinde gördükleri yüceliği, tam idrak edemedikleri Velilik nuruna haddinden fazla mana yükleme yoluyla atfederler.
Nefsi, emmarelikle sürünen tırtıllık, nefsi, mutmainlikte uçan Velilere-Evliyalara böylece tersinden bir zulüm tatbik etmiş olur. Zaten böylesi tırtıllığın, öylesi kartallığın hakikatine ermesi de muhaldir. Şizofrenisi, kendisini kendine aynada kartal gösteren tırtıl, Allah’a velilik makamına ermiş zatların, bilgi manasına her dediklerini doğru sayar, bu haliyle onların pençesine tutunmuş ve bir parça da kartal olmuş pozu takınır. Bu poz takınısı, nefsi, emmarelikte sürünen her tırtılın fiilidir!
Kendi cüceliğini, başkasının yüceliğinde ama kalpazanlık marifetiyle ve de yücelik olarak tedavüle sokmak!
İşte fikir hassası olmadan “tarikatta-tasavvufta irfan” ve “Veliye-evliyaya dostluk” manzarasının hakikatteki sefaleti budur?
Bu sefalet, hakikate musallat olmasaydı zaten, bütün müminler için Şeriat tek kıstas ve tek nispet sancağı olarak orta yere çekilir miydi?
Hal böyleyken, Velilik kalasını top atışlarıyla yıkan bu tipler, sanki de onu korumaya çalışır gibi dururlar ve bunların bu hokkabazlık halleri, Velilik kalasını gerçekten korumaya çalışanları, sanki de onu top atışlarıyla yıkmaya çalışanlar gibi gösterir. Maatteessüf, el an, durum böyledir…
●
Velilik-Evliyalık, ölçülür cinsinden bir şey olsaydı eğer, bunun ölçü birimi daha çok bilgi mi, daha çok muhabbet mi olurdu? Elbette Allah’ı daha çok bilen, daha çok sever. Ve Allah’ı daha çok seven, daha çok bilmek yoluna girer. Ama bilgiye ve muhabbete muhatap zat, Mutlak Varlık, yani Allah olacak…
Bir de şöyle bir husus:
Velayette, bilgisi daha az olup da muhabbeti fazla olan mı, muhabbeti daha az olup da bilgisi fazla olan mı daha kıymetlidir sualinin cevabı bellidir ve bu cevap, muhabbeti fazla olup da bilgisi daha az olana racîdir! Muhabbet, yani aşk güneşi olmadan, yalnız bilgi değil, daha nelerin nelerin yemişi ham kalmaz ki?
Nice bilgisi noksan ya da hatiatla alude Veli vardır ki; Allah’a duyduğu muhabbet, Allah’ın Ona duyduğu muhabbet haline öyle bir evrilmiştir ki; duası dönmez, nazı, dua makamına geçer. Ama Veliye fikirden halas haliyle taraftar adam, Velilik postunun pahasını kafasındaki bilgi yarışmasının eyvanına serer. Kafası, gerçek velayet nurundan öyle bir halidir ki; gerçek bir Veliden, yanlış bir bilgi sadır olabileceğini asla kabul edemez ve bu tavrı, öldürücü hatalar doğuran hatası olur.
Oysa Hz. Musa, Peygamberliğiyle, Peygamber olmayan Hızır’dan makamı yüksek bir zattı ama Kuran’ın beyanına göre, O’ndan ilim öğrenmek istemişti. Hz. Musa’nın, bilgide Hızır’dan noksanlığı, Allah indinde de kıymet ve makam manasına O’ndan noksan olmasını gerektirmiş miydi? Elbette hayır… Ama kafası bilgi yarışması dekorundan farksız fikir halası adam, bu inceliği anlamaz, idrakine bir türlü indiremez ve tarikat-tasavvuf münkiri kalas adamın Velayete olan doğrudan düşmanlığını, doğrudan dostluk görünümlü dolaylı düşmanlığıyla gölgede bırakır. Baksanız, böyleleri Velilere gerçek dost, bunların bu hallerini görüp de ikaz edenlerse, Velilere lakayt ve az bağımlı!
Miraç gecesinin dönüş yolunda, Peygamberler Peygamberi iken Allah’ın Resulü, Allah’ın ümmete farz kıldığı elli vakit namaz için Hz. Musa’dan tavsiye almıştı:
“Ben iki vakit namazı bile İsrailoğulları’na kıldırmadım! Rabbimize dön ve vakit sayısını indirmesini dile!”
Ve Allah Resulü, birkaç kez Allah’a başvurmuş ve Hz. Musa’nın telkinleriyle başlayan ve yinelenen bu başvurmalar, namaz vakitlerini beşe indirmişti. Hz. Musa, makamı kendisinden büyük Peygamberler Peygamberi ile tecrübesini-bilgisini paylaşmıştı, o an itibariyle daha çok bilmişti ama bu bilgi, O’nun makamının Allah Resulü’nden daha üstün olduğuna delalet etmemişti.
Anlayın işte; bir baba, on oğlu içinden en sevdiği olarak her zaman için en çok bileni seçmez, en sevdiği, “en sevdiği” olur ve bazen en sevdiği oğlu, nasıl bazen en çok bilen olabilirse, bazen de en az bilen oğlu olur!
İşte bizim, gerçek Velilere bazı bilgilerde itiraz ediyor olmamıza rağmen, onları her bilgide teyit eden kimselerden daha fazla seviyor olmak iddiamız, işte böyle bir hakikate yaslı…
Bunu anlaması zor…
Zor işte: Orta yerde her müminin kıstas ve nispet makamı Şeriat olacak ve Şeriatin patronajında kaldıktan sonra, bilgi ve muhabbetin kutup başları doğru kutuplara yerleştirilecek…
Zor, zor, zor iş… Zaten hangi kıymetli işin teşekkül istikameti, kolay mıntıkalara muhataptır ki?
İşte bu zor ama kıymetli işten dolayıdır ki; halimizin anlaşılması da zor ve yapmaya çalıştığımız şey, nefslerimizde eğrilmiş doğrularımızın düzeltilmesi olarak, daha da zor…
Biz, yuvası billur billur nura mahal göz çeperlerinden çapak alıp o gözleri gönlümüzle öpüyoruz, fikirden halas adam, “İşte bütün hakikatlerin merkezi!” diyerek aynı gözlere yanaşıyor ve onları işaretlemek üzere nefsinin çivisini aynı gözlere çakmaya çalışıyor!
Böyleyken biz bigâne ve lakayt, o ise sevgide çelik ve müstakim…
Hey gidi hey…