İlim, Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi...
0539 924 64 98
editor@seriyyedergisi.org
İslam dininde akıl kudretine haiz her insan bir neferdir. Nefer, korumakla mükellef olduğu beldesini canı pahasına koruyan, daima savaşa hazır olan kişi demektir. O halde bütün müminler birer nefer değil midir? Daima nefis ve şeytanla mücadele halinde değil midir? Evet! Bütün müminler imani siperler ve mühimmatlar arkasında birer neferdir.
Her koyun kendi bacağından asılacaktır, buna kimsenin şüphesi yoktur. Ancak bu husus İslam’ın ifade edip örgüleştirmeye çalıştığı çizgiden farklılık göstermektedir. Biz inananların yaşayışımızda, bu hususun barındırdığı “yalnızca bireye dönük yaşayış ve bireysel” kurtuluş hususu yoktur.
İslam’da yalnızca ferdi yaşayış ve yalnızca ferdi kurtuluş için mücadele, nasıl ki bir kuş tek kanatla uçamayacaksa o derecede yoktur. İslam dini hem bireysel hem de toplumsal açıdan insanı ele alıp ve insanı iman tahtasında yonttuktan sonra yaşama, ölüme ve asıl ölümden sonrasına hazır hale getirmeye çalışan mutlak ve hakiki dindir.
Hem bizzat mümine hitap edip mümini İlahi amaca yaklaştırmayı, hem topluma hitap edip toplumu İlahi amaca yaklaştırmayı hem de ikisini bir bütün halinde bir araya getirip İlahi maksadın yerleşmesini gaye edinmiştir. Mesele “bir dağın başında veli olmakta değil, halk içinde Hakk (c.c) ile olmak” mevzuuyla özdeşleştirilebilir.
Peki İslam’da birey kimdir?
Toplum, bireylerden oluşur. Bireylerin inanışları, davranışları ve karakteristik özellikleri içinde bulundukları toplumu şekillendirir. Bu sebeple toplumun şekillendirici unsurlarından biri olan birey, toplumdan ayrı düşünülemez. O halde toplumun mayası nispetindeki bireyin, toplumu temsil eden ve topluma şekil veren, toplumun küçük bir parçası olduğunu söylemek gerekir.
İslam’daki birey yani mümin de toplumu temsil eden ve toplumu İlahi maksada yaklaştırmaya çalışan, Allah (c.c) tarafından sorumlulukları olan ve bu sorumluluklarından hesaba çekileceğini ve hatta dünya yaşantısından kendisine uyarılar gönderilen, nimetler verilen kişidir. Bu sebeple mümin, İslam nazarında kendi başına bir “İslam”dır. İslam’da bu sebeple anlamaya muktedir her mümin birer neferdir.
Kur’an-ı Kerim’de müminlerin uyması gereken emir ve yasaklar belirtilmiştir. Bunlar kısaca:
Allah'ı zikredin ve bol bol dua edin; yalnız Allah'a kulluk edin ve ondan yardım isteyin; namaz kılın; oruç tutun; şükredin; tövbe edin; açık ve anlamlı konuşun; çalışkan olun; affedici olun.
Bu emir ve yasakların hepsi ayrı ayrı ciltlerce kitap yazılası nispettedir. Fakat bu emirlerden kastın ne olduğunu anlayan için kitaplık çapta bilgiye hacet yoktur. Maksat, Allah (c.c) rızasına mazhar olmak ve ona yaklaşmaktır. Fert yani mümin, bu emir ve yasaklara uyduğu nispette hem toplumu etkileyecek hem de Allah (c.c) rızasını kazanacaktır.
Peki İslam’da toplum nedir?
Dünya üzerinde bütün beşeri sistemler, İslam dininin getirdiği esasların bir benzerini örgülemeye çalışıp daha ilk sınıfı geçemeden sınıfta kalmışlardır. Komünizm, sosyalizm ve daha sonu (-izm)’le biten, sözde arzulanan dünya ve toplum nizamını sağlayan(!) beşeri sistemlerin, sözde dünya nizamı adına nizamsızca ne büyük kitlesel kıyımlar yaptıklarını iki kere iki dört eder derecesinde bilmekteyiz. Toplumun ihyasını ve bireylerin saadetini sağlayamadıkları gibi zulüm ve şiddetten başka bir şey verebilmiş değillerdir.
İslam dini ise insan hayatının ehemmiyeti hususunda yukarda sonu (-izm)’le biten beşeri sistemlere nazaran mahyalaştırdığı dünya nizamına şu Ayet-i Kerime ile cevabı taa asırlar öncesinden vermiştir:
“Bir cana kıymaya veya yeryüzünde fesat çıkarmaya karşılık olması dışında, kim bir kimseyi öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir can kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur.” (Maide-32)
Bu sayede İslam’ın insan hayatına yalnızca içtimai anlamda değil ayrı ayrı fertler halinde ne kadar büyük değer vermiş olduğu görülmüş olur ki toplulukların haksız yere kıyımına ne büyük tepki verecek olması anlaşılmış olsun.
İslam dini insanların birbirleriyle dayanışma içinde olmasını ve yardımlaşmasını sağlamıştır. Asırlar boyu İslam devletlerinde farklı milletlerin birbirleriyle huzur içinde ve barış içinde yaşamalarını sağlamıştır. Daha sonra İslami olmayan nifakların girip bu huzuru bertaraf etmeleri, Dünya’nın İslam nizamını deyim yerindeyse kıskanıp çekememezliğine açık delildir. İslam dini asla ayrım yapmaksızın hakta hukukta usullere riayet etmiştir. Bu hususta Efendimiz (s.a.v) Veda Hutbesi’nde, herkesin Hazreti Adem’in çocukları olduğunu belirtmiştir. İslam herkesi Allah’ın huzurunda eşit kabul etmiştir.
Birlikte hareket etme şuuru, din ve toplum ilişkisinde önemli yer tutar. Özellikle Efendimiz (s.a.v)’in toplumun ihyası için alınacak kararların sıhhatinde meşveretin ehemmiyetini vurgulamasıyla yine toplumsallığın, İslam dini nazarında ne kadar ehemmiyet arz ettiği ve birey ile ayrılmaz bir parça olduğunu gözler önüne serecek çaptadır.
İslam dini, kullar arasında toplumsallığın ehemmiyetini vurgulamıştır ki İlahi Kudret, ferdi ibadetlere biçtiği kıymetin kat ve kat fazlası mükafatını cemiyet halinde yapılan ibadetlere biçmiştir. Bu sayede tarih boyunca içtimai anlamda sağlanan vecd ve aşk bireylere sirayet etmiş ve müminler hayırlara koşarak iman hisarlarını şeytanın manevi planda aşamayacağı duvarlarla örmüş, yekpare bir vücut görüntüsü vermiştir.
Kur’an-ı Kerim’de toplumun uyması gereken emir ve yasaklardan bazıları:
Malınızın ihtiyaçtan fazlasını dağıtın; yetim ve yoksullara iyi davranın; hayırlı işlerde birbirinizle yarışın; emanetleri ehil kişilere verin; devlet yönetiminde birbirinize danışın.
Görüldüğü üzere İslam dini bireysel ve toplumsal açıdan bir bütünlük arz etmekte ve bunun hayat düsturu haline getirilmesini emretmektedir. O halde mümin fert, içinde yaşadığı topluluğun ıslahı için de mücadele halinde olması gereken kişidir. O kişi ne güzeldir ki, yalnızca bir insana dahi olsa güzel huy edindirsin ve onu Hak Teala nazarında bir kademe ilerletsin.
Her müminin mükellef olduğu çok mühim bir mevzu vardır ki hem fert hem toplumsal anlam ifade etmektedir. O da “iyiliği emretmek ve kötülükten nehyetmek” düsturudur. Bu mükellefiyet bütün müminler üzerinedir. Saadet asrında bir grup insan Resûl-i Ekrem'e (s.a.v) gelerek sordular:
“Yâ Resûlallah! İçinde iyilerin de bulunduğu bir memleket helak olur mu?”
Bu soruya Efendimiz "Evet, helak olur!” buyurdu.
“Nasıl olur yâ Resûlallah?” diye sormaları üzerine, “İsyana, kötülüklere sükût etmeleri ve bu suretle dine ihanet etmeleri sebebiyle!” buyurdular.
Bir Hadîs-i Şerif’te, “Sizden biriniz bir kötülüğün işlendiğini görürse, hemen onu eliyle bozsun. Eğer gücü yetmezse diliyle... Şayet buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzedip o işi reddetsin. Bu, îmanın en zayıf olanıdır.” buyurulmaktadır.
En başta belirtmeye çalıştığımız gibi fert fert temyiz kudretinin hasıl olduğu nispette bizler İslam’ın birer neferiyiz. Nasıl ki düşman kuvvetleri içinde yalnızca bir neferin mücadele azmi, koca bir bölüğün kurtuluşuna yetmeyecekse İslam’da da fert fert bu mücadeleye azimli olmak düsturuna sahip çıkılmalıdır ve her mümin, hem ferdi hem içtimai manada gücü nispetinde emirlere riayet etmeli; kötülükleri ve yasakları İslam beldesinden def etmelidir.
Müminin kalbi de içinde yaşadığı toplum da İslam beldesidir.