İlim, Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi...
0539 924 64 98
editor@seriyyedergisi.org
İnsan, aşkın bir varlıktır. Bu bedense ona sadece kafestir. Bir gün bir el kafesi açacak ve uçmağa varacaktır. İnsanı aşkın kılan vasfı ruhu iken, aşağı çeken tarafı ise nefsidir. Ruh; varlığın, nefs; yokluğun remzidir.Bütün savaşlar bu ikili arasında geçer. Ruhun kaynağı ulvi, nefsin kaynağı suflidir. Bundan sebep ürettikleri hep zıtlık ifade eder. Her ikisinden de sadır olan uygulama farklılıkları fikre dayanır. İşte bu iki hayati gücün fikir mücadelesi, insanlığın amel defteri olan tarihi oluşturur. İnsan; ürettiği fikre, sabrettiği çileye, öfkesini ne yönde kullandığına göre şeref bulur. Bu üçlü; fikir, çile ve öfke davaların manivelasıdır. Bütün bunları yakan, körükleyen ateş; aşktır. Aşk da ruha perçinlidir.
Medeniyetimizde kaybolan en önemli şey aşktır. Aşk, aşıktan öğrenilir. Aşıklar, durgun petrol yatağı mesabesindeki ruha kıvılcım atar ve harlanmasını sağlarlar. Aşk tohumunu ekerler. Misal; Habbab bin Eret’in (r.a) öyle bir aşkı vardı ki gönül kuşunu ateşleyen, mürşidlere mürşidlik eden Resul-i Zişan’a (a.s) bende olmuştu. Derdi, içindeki ateşi anlatmak, kendi nasıl yanıyorsa öylece yakmaktı. Bir gün çok sevdiği biri ona doğru gelirken o da demirci olduğu için ateş ve demirle meşguldü. Gelen kişi içindeki derde derman arayan Musab bin Umeyr’di. Gelen dertli, gidilen dertli... Derken, dükkana giren Musab b. Umeyr gördüğü manzara karşısında şaşkınlık geçirdi ve Habbab bin Eret’e (ra) “Bu ne hal ya Habbab?” dedi, çünkü Habbab’ın (r.a) elinde kordan demiri tuttuğunu görmüştü. Habbab (r.a) ”İçimdeki ateş o kadar büyük ki elimdeki ateşi hissetmemişim.” dedi. Yanmanın ne olduğunu gören Musab ancak böyle yanarsa erileceğini anladı. Hz. Musab olmak için pervane olmayı seçti. Yandı, pişti, tad oldu. Bugün dert, fikir, iman muhayyilemizde güdüklük, pıhtılaşma varsa bunun sebebi işte böyle yanamadığımız, yakamadığımız ve vahyin inşa etmek istediği karakterden yoksun oluşumuzdandır.
Damardaki akan kanın önüne pıhtı gelince cerrahi müdahale ile pıhtı alınır. Alınır ki kan akışıyla beraber diğer hücre ve organlara taşınan oksijen güven içinde taşınabilsin. Pıhtı tedavisinin amacı tekrar pıhtı oluşumuna engel olmaktır. Bu örnekte olduğu gibi bizim fikir havuzumuza akıp gelmekte olan fikir şelalesi kurumuş ya da kurutulmuştur. Eğer kurumuşsa yeni arklarla veya fikre set olan taş, ağaç gibi maniaları (engelleri) tahliye etmekle, fikir nehrinin önünden çekmekle bu nehrin tekrar gürül gürül çağlamasını sağlamak önceliğimiz olmalıdır. Hastalık tespit edilince tedavi yüzde elli çözülmüş demektir. Şimdi gerekli olan, acı ilacı içmektir. Tahliye, fikir çilesi, öfkesi ve aksiyon. Aşkı olmayan fert ve toplumlar yokluğa mahkumdur. Aşk varsa dert, çile ve dava var demektir. Tarihi; çile çekenler, davası uğruna ömrünü harcayan ve feda edenler yazmıştır.
İslam tahliye ile başlar. İslam’ın tahliye edatı “la”dır. Çünkü tahliye olmazsa sentez olur. Bu sentezin oluşmasını engellemek adına fikir öfkesi şarttır. Fikir öfkesi; dinamodur. Batıl, davasının gereğince fikir öfkesine yaslanmış ve bugünlere gelmiştir. Tarih boyunca batılın hiç kaybetmediği şey fikir öfkesidir. Bunun sebebi şeytanın Batı’yı kendine hakkı yıkmak için karargâh edinmesidir. Tüm fikir ve silahlarıyla Batı’nın yanındadır. Bir akım, inanç ya da ideolojinin itici gücü fikir öfkesidir. Bu tıkanırsa veya pıhtılaşırsa hareket kabiliyetini yitirir. Ecdat, neden ve nasıl dünyaya fikir, adalet, nizam dağıtırdı. Çünkü ecdat orijinaldi, şahsiyet sahibiydi. Bugün biz ise ne oyuz ne buyuz. Taklit eden taklit ettiğinin kölesi olur kaidesince ne kendimiz kalabildik ne de taklit ettiklerimiz olabildik. Başkasının silahı ile rakibinizi vuramazsınız. Vurmak için önce şahsiyet sonra şahsi fikir çilesi ve öfkesi şarttır.
Fikir ve öfkenin mahalli kalptir. Kalp ise; iman mahallidir. Eğer fikir öfkemizde ve aksiyonumuzda ümmet olarak bir pıhtılaşma var ise bunun sebebi iman zafiyetidir. İman ettiğimizi iddia ettiğimiz (iddia ispat ister) hususlarda derin fay kırıklarımız var. Bu fay kırıkları imanî noktalarda büyük depremlere yol açmaktadır. Bugün yeni yeni akımlara, ideolojilere, kulüplere, mistik akımlara kapılmamız bunun bariz örneği değil midir? Bizim çaremiz sentez değil. Pazarlıksız, şartsız İslam’dır.
Fikir öfkesi olmayanın çileye, zorluklara, belalara ve daha nice türlü badirelere tahammül etmesi mümkün değildir. O yüzden Üstad buyurmuş ya:
Ey düşmanım, sen benim ifadem ve hızımsın
Gece gündüze muhtaç, bana da sen lazımsın.
Varlığın kendini tarif edebilmesi zıddı ile mümkündür. Bu ise kendi varlığını bilmek ve zıddını tanımak ile sağlanır. Kendini unutan bulduğu şeyin lehine ya da aleyhine olduğunu nasıl bilebilir? İşte burada devreye muazzam ölçü olan fikir öfkesi girer. Fikir; imandan beslendiğinde otomatik olarak çifte kanat muvazenesine ram olur. Hubbenlillah, buğzenlillah. Konu özelinde “buğzenlillah” mümini ayakta, diri ve agâh tutan hassadır. Tabii önemli olan yönüdür ve tek muhatabı da Allah düşmanlarıdır. Fakat idrakinden felce uğramış ise mümin, bu öfkeyi gerçek düşmanlara kullanmak yerine önüne konulmak istenen sahtelere harcayabilir. Agâhlık bu yüzden birinci öncüldür. Agâh olup teksifi düşmana doğru taktik ve hamlelerle yönelttiğimizde tevfik ve inayet bizimledir.
Fikir öfkesi sadece bizde yoktur. Fikir öfkesi hem hak hem batıl cephesinde vardır. İman cephesinde olunca ilim ve hikmet, batıl cephesinde olunca bilim ve felsefe olarak karşımıza çıkmıştır. Bizim üretimdeki pıhtılaşmamızın sebebi fikir öfkesini ve çilesini yitirişimizdendir. Fikir öfkesi kendi nizamını kursun diye her iki cenaha da verilen itici güç, yakıt ikmalidir. Bu itici güç hangi tarafta harekete geçmiş ise orda kendi nizamını kurmuş nerede gaflet, yeis, atalet gördüyse o tarafın başaktör iken çaycılığa devrilmesine sebep olmuştur. Bunun müşahhas örnekleri; Selahaddin Eyyubi’nin Kudüs’ü, Fatih’in İstanbul'u ele geçirirken verdikleri destansı mücadele ve azimde saklıdır. Bir de Abdülhakim el-Arvasi’nin (k.s) “Hiçbir amelime güvenmiyorum lakin Allah’ın düşmanlarına düşmanlığım var.” ifadesindeki Allah için öfkeyi sahada Üstad Necip Fazıl Kısakürek olarak müşahhaslaştırmasıdır. Hayattayken ve vefatından sonra nakış nakış ihya ve inşa ederek önceki batıl ve küfür fikirleri İslam rafinerisinde damıtıp süzmüş, Üstad’ı kendisinin en canlı kerameti olmakla beraber en parlak fikir çilesi ve öfkesi yapmıştır.
Dün bizim eteklerimizi öpenler, saray kapılarımızı aşındıranlar derecesinden şimdi yurtdışına işçi olabilmek için kapı arşınlayanlar derekesine gelişimizi iyi tahlil etmek gerekir. Bu hal; yılmışlık, donmuşluk, çaresizlik vs. ne dersek diyelim. Hep şuna buna bakmaktan hatta İslam’da bile hata aramaktan kendimizdeki eksik ve kusurları telafiye yönelemedik. Kendimizden ve alacağımız cevaplardan korktuk ve bu atalet, gevşeklik, yeis hali bizi bugünlere getirdi. Demek ki bir şey kaybettik, o zaman kaybedileni bulmalı ve dedelerinin kemiklerini sızlatan torunlar sayfasına noktayı kondurmalıyız.
Burada aklıma Nasreddin Hoca’nın bir fıkrası geldi:
Hoca bir gün evinin önünde anahtar kaybetmiş onu arıyor. Komşusu da hocaya yardımcı olmak istiyor.
Komşu: Hocam! Ne arıyorsun? Yardımcı olayım.
Hoca: Anahtarımı kaybettim, onu arıyorum.
Saatlerce ararlar fakat bulamazlar.
Aramaktan yorulan komşu sorar: Hocam kaç saattir arıyoruz bulamadık. Burada kaybettiğinden emin misin? Burada yok çünkü.
Hoca: Yok, bodrumda kaybettim.
Komşu: E hocam bodrumda kaybettin burada niye arıyoruz?
Hoca: Bodrum karanlık orada bulamam burası aydınlık ondan burada arıyorum.
Nasreddin Hoca burada bize kaybedilen şey kaybedilen yerde aranır demek istiyor, anlamışsınızdır. Aradığın şeyin ne olduğunu bilmezsen, nerede ve nasıl kaybettiğini bilmezsen bulduğunu sandığın şey seni bulman gerekenden uzaklaştırır. Geçmiş büyüklerle hem iman hem irfan hem de kavram olarak farklılıklarımız var. Maalesef bu farklılıklar hayatımızın her alanına yansımış durumda. Misal; nimet kelimesi bizim için ekmek, iaşe gibi anlamlara geliyor. Tabii ki doğru ama eksik bir anlayış. Bu eksiklik bizim dünya tasavvurumuzu kökünden etkilemiştir. Nimet geçmiş için İlayı Kelimetullah’a hizmet, bu uğurda şehadetti. Biz bugün vehen hastalığına tutulduğumuzdan bundan bihaberiz. Efendimiz (a.s) ahir zaman ümmetinin çer çöp olma sebebini bu vehene bağlar. Vehen; dünya sevgisi ve ölüm korkusudur. Ayrıca düşmanların kalbinden alınan bizim korkumuz. Bize bu nimeti unutturdular. Bu konuda güzel bir misal:
Vaktiyle zenginliği ve hayır yapmasıyla meşhur bir Gül Ahmet vardı. Bu lakap ona yaptırılan camilerin temeline akıttığı gül sularından gelirdi. Her camiye, Efendimiz’e (a.s) hürmetinden gül suyu dökerdi. Gül suyundan zenginliği beldeler aşardı. Gül suyu ticareti yapan bir esnaf Gül Ahmet’e uğrar, alacağını alır yoluna gider. Epey sonra aynı esnaf tekrar gül suyu için aynı yere gelir. Gül Ahmet’i sorar fakat bulamaz. Gül Ahmet artık Kül Ahmet olmuştur. Esnaf şaşırır. O zengin adam nasıl bu hale gelir. Gül Ahmet öyle darbeler yemiştir ki külhanlık yaptığından lakabı Kül Ahmet’e dönmüştür.
Esnaf sorar: Beyim bu hal nedir, neyin nesidir?
Gül Ahmet: Bir zaman yolda gider idim. Önüme bir ekmek parçası çıktı. Eğilip almak istedim. Nefsim bana; “Koskoca Gül Ahmet’sin. Yakışır mı sana yere eğilmek bir ekmek için?” dedi. Ben de o ekmeği ayağımla kenara ittim. İtiş o itiş, o gün bugündür yemediğim darbe kalmadı. Gül gitti, Kül geldi.
Bu kıssada anlatılmak istenen; Allah (c.c) yoluna hizmet, nimettir. Biz tarih boyunca Allah (c.c) yolunda dertlenip ter döküp, çile ve ızdırap çektiğimiz, Allah’ın (c.c) davasına omuz verdiğimiz dönemlerde Allah (c.c) bizi aziz etmiş yani “gül” eylemiş. Ne zaman biz tarafımızı, derdimizi, çilemizi Allah (c.c) cihetinden bu sufli aleme çevirdik işte o zaman bugünkü zelil hale düştük yani “kül” olduk.
Sözün özü; fikri ve şuuru açık insan, düşünebilen varlıktır. Varlığı fikrine uymayan ölçülerle birleşim oluşturmaz. Fakat toplumda fikri ve şuuru olmayan fertler, önce inanç ve örflerine uymayan akımlara tepki verir. Daha sonra kanıksar. En nihayet benimser. Türkiye’de oynanan oyun buydu aslında. Önce dozerle, dar ağacıyla fikrimizi oluşturan müktesebatımızın üzerinden geçip halkın fikir damarlarını kuruttular. Tıpkı toprağa atılan hibrit tohumların toprağı kurutması gibi. Fikirden yoksun kalan cemiyet, örf icabı gördüklerini reddetse de bunu neden reddettiğini bilmediğinden nesline de bunun fikrini savunamadığından, sonra gelen her nesilde bozulma daha da derinleşti. İnkar, yerini alışmaya, kanıksama da yerini benimsemeye bıraktı. Dışta olan etkinin temizlenmesi kolay iken içselleştirilmiş olan etkinin ortadan kaldırılması daha zordu.
Dert ve çilemiz, bu zora talip olarak, imamesi koparılmış tespih taneleri gibi dağı(tı)lan, mazlum ve mağdur coğrafyamız ve coğrafyalarda yaşayan gönül hinterlandının tüm sakinlerinin dinimizin verdiği haysiyet, izzet ve idraki tekrar kuşanmasını sağlamak.
Öfkemiz, bu mazlumluğa ve mağdurluğa sebep olan, idraklere ekilen hibrit tohumlarla, bu tohumların kökleşmesine sebep olup muhayyilemizi kurutanlarla, aşkımızın yakıtı olan iman ve hak cephesine düşman olan küfür ve batılladır.
Son söz sadedinde Üstadımızın şu mısrasına kulak verelim:
Razı mısın olmasın kaşı gözü simanın?
Hiçbir değeri yoktur, öfkesi yok imanın!