Türk Televizyonları

Yazan: 28 Mart 2020 2123

Türk televizyonları bir insan portresi olsaydı, bu portreden inikas eden ve hakiki insan tipinin nazarına tükürüp, midesini kaldıran iğrenç renkler tek tek şöyle olurdu:

AHLÂK: Hedefledikleri mücerret kadın tipi için kullandıkları müşahhas kadın tipi, dondurma reklamı bile apış çekilen bir şehvet kölesi… Bu haliyle Türk televizyonları, hayal ötesi çıplaklık mevzuunda ince işçilik mahareti gösteren, mücerret kadın ceylanını, şehvet denilen mücerret sırtlana diş ve tırnak sathından kilo kilo parçalatmak yerine, damar ve his sathından gram gram bocalattıran ve bu hususta kuyumcu titizliği gösteren ekran pezevenkliğinin kurumsal camiasıdır.

Bu kurumsal camia, erkek, kadın, genç, ihtiyar demeden kendi başına topladığı bütün insanlara adeta cam ekrandan uzanır ve her birine pistonları “Ahlakınız alçaldıkça, yükseleceğim!” diye işleyen bir aparat takmaya çalışır… Aparatlandırıldıkça ahlaksızlaştırıldığımızın müşahhas bir nişanesi de, dünün Rahibe Teressa kılıklı haber spikerlerinden bile nazar kaçıran utangaç “Türk televizyon izleyicisinin” şimdilerde, ip donlu kadın ve erkeklerin biribirlerinin namus ve bedenleri üzerinde attıkları perendeleri, ailecek izleme evresine geçmesi…

HABER: Türk televizyonculuğunda haber, eskinin güvercin pençesinde gelen ve ruloları düzlendikçe muhatabına heyecan veren haber tipine nazaran, şehrin meydan yerinde duran ve donsuz vaziyetiyle gelip geçeni tenasül organıyla selamlayan heykeller kadar heyecansız, bayağı ve alenidir. Hangi hadise, cemiyeti ne tarafından sarsarsa sarssın, Türk televizyonu denen aygıt, bu hadiseye olay örgüsü, mekân ve zamandan başka dördüncü bir fikir buudu katmamaktan-katamamaktan başka, onu yalan ve çarpıtma odaklı tek bir buuddan tartar ve vatandaş denilen sallabaş müşterinin kese kâğıdına yerleştiriverir. Vatandaşın tek tek kafa kâğıdı da işte, bu kese kâğıtlarından yediği mikyasta zuhura gelir.

Bu manada Türk televizyonları için henüz olmamış olaylardan henüz damıtılmamış her haber, olması istenenlerin piramidine taş taşıyacak potansiyel birer paryadır, bu sebeple nasıl ve ne sebeple oldukları mevzuundaki bilgiler birer angaryadır ve televizyonun tastamam şeytan cihazı gibi işlediği bir ülkede haber, bu cihaza çarşı pazar enerji toplayan bir bataryadır…

SANAT: Yabancı kanallardan ithal edip de gösterdikleri hayvan belgeselleri, yerli imalatla sergiledikleri dizilerden daha mantıklı ve zevkli bir sanat kurgusuna sahip olan Türk televizyonları, el, kol, burun, göz, bacak demeden tek tek koparılan ve ayrı durdukları yerde her birine hususî bir insan muamelesi yapılan organlar gibi, televizyon kanalları üzerinden haber, spor, eğlence, belgesel diye kanal kanal ayrılmıştır ama her biri hususi bir televizyon yerine konulan bu kanallardan tek bir tanesi bile ulvi sanat hassasına ermemiştir.

Spor programlarıyla kahvehane köşeleri, haber programlarıyla mobese kameraları, eğlence programlarıyla pavyon damları, belgesellerle camekân camlarının bir farkı yoktur, varsa da fark, daha az berbat olmak manasına birincilerin değil, ikincilerin lehinedir.

Folklorik gezi programlarının, donattığı masayı dürüm dürüm yutan sunucularıyla, hayvanlar âlemi belgesellerinin geyik yutan sırtlanları arasındaki farkın, içte değil, dışta, esasta değil, usulde olduğu Türk televizyonlarında sanat aramak, çölde sandal, milimde santim, taçta santra aramak kadar yersizdir. Zira sanat sandalı, onların çölüne uğramamış, sanat santimi milimlik kafalarına sığmamış, sanat santrası da, taca çıkan ve bir daha dönmeyen yuvarlak meşinden hallerine bakılırsa, hiç yapılmamıştır…

Bir zamanların, cereyan yemiş de kabarmış gibi duran saçlarıyla devlet televizyonunda boy gösteren ve:

“Belki şurada bir mutluluk çalısı vardır!”

Gibi naif söylemlerle manzara resimleri çizen Floridalı ressam Bob Ross, çoktan öldü. Alelade manzara resimleriyle avamın seyir ilgisine mazhar olsa da, “Resimlerinde sanatsal bir değer yoktur!” diye belki de haklı olarak sanatsal hücumlara uğrayan Bob Ross, bize sorarsanız bütün sanat cüceliğiyle öyle bir ekran çukurunda arzı endam etmişti ki; bu sebeple tam bir sanat devi görünmüştü. Bob’dan sonra da zaten, Bob’dan önce olduğu gibi resimden müziğe, edebiyattan filme hiçbir sanat atraksiyonunda değişen bir şey olmadı. Sanat namına ekrana konuk edilen her bir kimse, böyle gelmiş böyle gider ritmiyle ve her biri Bob Ross lisanınca sanat idrakimizin içine:

“Belki burada, içine edilmedik bir nokta kalmıştır!”

Diyerek etmeye devam etmekte...

KÜLTÜR: Türk televizyonlarında, belki göz atılabilecek birkaç kültür programı vardır ama onlar da, cam ekrana dışından yapışmış tozlar kadar saklı ve meçhuldür, kimselerin bu programlardan haberi yoktur ve zaten bu programlar, yayın akışının zulası denebilecek saatlere yerleştirilmiştir. Bunun dışında kültürlenmek isteyen, yayın akışının en işlek saatlerinde Türk televizyonlarına baksa, filanca mankenin verdiği frikiği, değişik açı ve kombinasyonlarla izlemek ve böylece fuhuşî bir irfanla ziyadeleşmek imkânına sahiptir.

Magazin denilen ve en aşağılık bir röntgenci ile en pislik bir teşhirci arasında, güya kaçmak ve kovalamak şeklinde sürdürülen ama gerçekte açmak ve izlemek, sonra da milyonlara izlettirmek şeklinde cereyan eden melanet, Türk televizyonlarının dinamo aygıtıdır, o olmazsa, Türk televizyonları bitkindir, müşterisi dağınıktır, heyecanı soluktur.

Ve hatta Türk televizyonu denen şey, her türlü namussuzluğun, kendisinden gösterilince doğal ve uygun bir davranış haline döndüğü bir namussuzluk paratoneridir. Öyledir ki; mahallesinden geçen yabancıya belki gözü sağa sola kaydı ya da kayar diye bir dünya sopa atan adamlar, evinin odasına ip donuyla giren adamı, sırf aralarında cam bir ekran var diye doğal karşılar, yetmez, onun başka bir kadının visaline, peyderpey iştirak etmesine müsaade eder, hatta yaşlılıkla körelmiş şehvet hissini, bu cinsel münasebet sahnesine keşkül açarak gidermeye çalışır.

SİYASET: Türk televizyonlarında politikaya tarafsız kaldığını göstermek, horoz dövüşçüleri gibi gagalaşmak arenası kurmaktan farksızdır. Kartondan bir seddin sağ yanında üç horoz ve sol yanında üç horoz ve onlara, ortadaki cam sandalyesinden nezaret eden moderatör isimli horoz dövüştürücüsü… Reyting esasına dayalı bu horoz dövüşünde, uysal horozlar para etmez ve para kazandırmazlar ve moderatör isimli horoz dövüşçüsü de, adeta elinde görünmez bir kondisdatör kırbacı taşır, mayıştıkları her an onunla horozları haşlar ve programın sevk ve idaresini, horozların biribirlerini daha çok gagalamaları esası üzerinde yürütür. Bir zamanların, Başbakanları pijamasıyla karşılayan medya patronları gitmişlerdir ama medyatik bir reenkarnasyon ile politikacıları, içlerini gösteren gözlüklerle izleyen basın röntgencileri olarak geri dönmüşlerdir.

İÇTİMAİYAT: Türk televizyonları, dedikodu çapımızı üç kişi ve tek odalık bir çaptan, 80 milyonluk ve vatan boyu bir çapa erdiren bir teşmil aletidir. Sanki de, bir esrar içiciliği gibi duran dedikodu faaliyetini devlet, içilmesine engel olmayınca “Hiç olmazsa kontrolüm altında içilsin!” demiş ve her sabah vatan sathına yayılmak üzere dedikodu divanını televizyon ekranlarına kurmuştur. Maatteessüf, koca bir milletin içtimaiyat hassası Türk televizyon stüdyolarında “Pakize’nin çocuğu, sağımda duran Turan’dan mı, yoksa solumda duran Dursun’un mu? Az sonnnnraa!” gibi aşağılık bir reyting sayhasının salyası haline gelmiştir.

Bir zamanların, keçileri beslemek ve keçilerce beslendikçe gene keçileri beslemek ve iman ve irfan hassasını her dem Allah’a bağlı tutmak burcundaki aynı millet, yemek programlarının yoğunluğuna bakılırsa, “midesi karnaval alanı” bir iştah azmanına dönmüş ve Türk televizyonları, bu azmanı beslemek ve onu besledikçe onun tarafından beslenmek gibi nefsanî bir kısır döngünün direksiyonuna geçmiştir.

Göğüs uçları, sanki de cinayet ve magazin sayfalarından tedarik edilen ve bir parmak boyunda bulunan çarpraz çatılı iki izole bantla örtüldüğü için örtünmüş farz edilen mankenler, yemek programlarına eş moda programlarında, mor tuniği yeşil pantolonla kombinlemek ile meşgul iken gerçekte ve toplamda, yapılan eşekliği katırlıkla, çıplaklığı sürtüklükle, arsızlığı yüzsüzlükle, densizliği aşuftelikle kombinlemekte ama çürük domatesten obüs topuna kadar ele ne geçerse onunla taşlanmaya layıkken, ellerden geldiğince alkışa muhatap tutulmaktadır.

VİCDAN: Geçmişin, taşa bile fikir nakşeden ehilleri bir yana, Türk televizyonlarının cam ekranlarına nakşedemedikleri şeylerinden biri de, vicdandır. Yaşlı bir kadının, hasbelkader şahit olduğu bir Türk televizyon dizisinde, bir sahnede o kadar çok ve o kadar rahat adam öldürülmüştür ki, dayanamayıp vicdana gelmiş ve:

“Sanki tavuk öldürüyorlar! O ne anam bacım!”

Diye çıkışmıştır. Ortalama bir mafya dizisinde zahmete girilse ve tek tek öldürülen insanlar sayılsa, galibe bunların sayısı ortalama bir il kuracak kadar fazladır. Ve bütün bu adamlar, memleketteki herkesten vicdan hissiyle beraber, asayiş hissini de silmekte, böylece dizilerdeki suç oranı ile gerçek hayattaki suç oranı arasında doğrusal bir korelasyon kurmaktadır. Hayatın dizilerdeki gibi olmadığını yüz binlerce insana öğretmek ise, devlete ek maliyet getirdiği gibi bizler gibi hayatı içinden yaşayan kimselere de, ek zahmet getirmekte, bu da çoğu zaman Türk televizyonlarının dolaylı şerrine muhatap olmak durumunu doğurmaktadır.

Dünün, gazoza ilaç atıp tecavüz icra eden Nuri Alço’su, artık hususi şahsiyetiyle değil, rezil vaziyetiyle de müzeliktir, çünkü bu vaziyetinin rezalet çapı bugünün Türk televizyonlarına yetişememektedir, zira artık Türk dizilerinde namusunu, bekâreti vesilesiyle korumaya odaklı Türk kızı da yoktur. Namus kavramı ile ona tasallut etmeye kalkan kötü adam nispeti bozulmuş, namus ile ona musallat adam nispeti, maymun ile daldaki muz nispetine dönmüştür. Artık bekâret denilen şeyin esamesi bile Türk dizilerinde okunmamaktadır. Üstelik Nuri Alço tiplemesiyle beraber, abidevî namus anlayışımızı da işsiz bırakan bu vaziyet, rast gele değil, bilinçli bir operasyonla duhule getirilen sinsi bir işgale mütealliktir.

Türkiye’de, Edirne’den Kars’a, bir avuç sütü bozuk dışında evine ayakkabı ile giren kimse yok iken, Türk televizyon dizilerinde evine ayakkabısını çıkardıktan sonra giren kimse yoktur ve gözlerden kaçan bu vaziyet, sessiz sedasız hanemize kıvrılan bir yılandan daha sessiz ve daha tehlikelidir.

ŞUUR: Yerinde kullanılsa, en ciddi ve etkili bir şuurlandırma makinesi olacak televizyon, Türk televizyonları elinde bir iğdiş makinesidir. Yarışma programları, pavyon podyumlarından farksızdır ve bu podyumlarda milli heyecan ve yarışma hassası fossalaştırılır ve onlarda oluşan bu fossalara, mil’li solucan ve kıpraşma posaları doldurulur.

Tarihî şuur, mesela Osmanlı’nın güzide bir eğitim ve terbiye müessessi olan Harem’ini kafalarda, “hamam kurnasında çiftleşme kurumu” olarak kurmak gibi tersi yüz, yüzü ters göstermek gibi bir iblisliğe emanettir. Çoğu Türk televizyonu için “millî şuur”, Mustafa Kemal’i sevmek derecesine göre derecelendirilir ve mesela hepsi toptan, Çanakkale muharebelerinin 18 Mart’taki deniz safhasında Mustafa Kemal’in olmadığı bilgisinden de yoksun, 18 Mart’ı da Mustafa Kemal’in şahsına endeksler ve bu günde başka hiçbir şeye ve hiçbir kimseye şuur projektörü tutmaz.

Türk televizyonlarının transatlantiği mevkiine, o da son yirmi yılda yirmi kez televizyonel dezenfekte ile yıkanmak ve temizlenmek suretiyle geçen devlet televizyonu, devleti de yöneten ve Atatürk ile Alpaslan arası, Ataslan ya da Alptürk isimli yeni nesil insan modelini seri üretime geçirmek isteyen hükümet elinde, bizzat kendisi tarihten yoksun bir şuursuz haline dönmüştür, bu şuursuzlukla da, Kemalizmin buzdan dağlarını eritmek için Osman Bey ve Sultan Abdulhamid dizilerinin çırasını yakmak işine ilaveten, onlara buz püskürtmek gibi bir tesir yapacağı muhakkak başka bir diziyi, “Ya İstiklâl Ya Ölüm” ismiyle ekrana sürmüştür. Oysa yapılan şey gerçekte “Ya Herro Ya Merro” diyalektikli bir tenakuz haline mütealliktir, yakmak ve söndürmek, düzetmek ve eğritmek, yapmak ve bozmak fiillerinin kucaklaştırılma girişimidir ve zaman, Türk televizyonlarında değilse bile, yılların perdesine yansıtılan kendi projektöründe hem İsa’ya, hem Musa’ya yaranmaya kalkanların, İsa ile Musa’dan başka bir de M….d’e (SAV) yaranamayacaklarını gösterecek, izlettirecektir…

Dergiler

Servet Turgut'un Kaleminden

© 2022 Seriyye Dergisi