Meal Müslümanlığı mı, Şarkiyatçılığın Meali mi?

Yazan: 24 Ağustos 2020 2053

Hadis Düşmanlığı ve Tarihçesi

Hadis düşmanlığı Avrupa’da 1800'lü yıllarda başladı. Aslına bakılırsa onun planları da çok önceden yapılmıştı. Müslümanların birliğine atılmak üzere pimi çekilmiş bir bomba mesabesinde olan hadis inkârcılığını, neşredecekleri uygun bir zaman kolluyorlardı. İslâm düşmanları için en uygun zaman Osmanlı'nın yıkılış dönemi oldu. Bu zaman seçimi tesadüfi olamazdı çünkü onlar çok iyi biliyorlardı ki bu akıl almaz tahrif Osmanlı'nın kudret ve kuvvetinin olduğu zamanlara denk gelse idi başlamadan son bulurdu…

İslam dünyasında Kuraniyyun olarak bilinen hadis-i şerifleri tamamen reddederek, Kur'an-ı Kerim'i anlamada risaletin görevini inkar eden bu ekol 19. yüzyılın sonlarına doğru Hindistan'da zuhur etti. Kuraniyyun ekolü Seyyid Ahmet Han’ın düşünceleri doğrultusunda Abdullah Çekrâlevi tarafından kuruldu. Seyyid Ahmet Han’ı tanımak adına edeceğimiz her kelam Kuraniyyun ekolünün malzemelerinin, önce Yahudi ve Hristiyan mutfağında hazırlanmış olduğunun kanıtı niteliğindedir. Tanıyalım;

1857 yılında İngilizlere karşı başlatılan ve Hint tarihine “Sipahi Ayaklanması” olarak geçen hareket sırasında, Bicnor’da bulunan Ahmet Han, tamamen İngilizlere bağlı kaldı. Bu hareketleri İngilizler tarafından takdire şayan görülüp kendisine “Star Of India (Hint Yıldızı) nişanının Compaion rütbesi verildi. İslam'ın küfür ile mücadelesindeki imtihanını böyle veren Ahmet Han, hayatının hiçbir aşamasında İngilizlerin, Kur'an düşmanlığı bürümüş gözlerinden düşmedi. Nitekim hayatı boyunca Müslümanların, İngilizlerin büyük teveccühlerini (!) kaybettirecek her türlü oluşumun içine girmesini şiddetle tenkit etti. Böylece sevdiği ve sevildiği İngilizlerden ikinci nişanı almayı hak etti. Kendisine “Sir” ve “Knight Commander of the Star Of İndia” nişanının Şövalye Kumandanı unvanı verildi.1898 tarihinde Aligar’da öldü. Gulam Kadıyani ve Abdullah Çekrâlevi gibilerini de ya doğrudan ya da dolaylı yoldan yetiştirdi.mmmşmm2

Oluşumun zemini olarak Hindistan’ın seçimi de tesadüfî değildi. Hindistan'da dünyanın en güçlü ilim medreseleri mevcut idi. Küfre karşı tek vücut olarak ilerliyorlardı. Ne var ki İngiliz oyunu olan Kuraniyyun ekolünden, Ehli Sünnet kalesini koruma meşguliyeti İngilizlere karşı mücadelelerini zayıflattı. Nihayet Pakistan ve Bangladeş, Hindistan’dan ayrıldı. Üzülerek ifade etmeliyiz ki, eğer bu ayrılma olmasaydı Hindistan 700 milyonluk dünyanın en kalabalık İslam ve ilim merkezi olacaktı. Bu ve buna benzer adamların kıymet hükmünü büyüğümüz Servet Turgut'tan aktaralım:

“Amerika'nın sevmediği Müslüman olmak imanın levazımındandır, sevdiği Müslüman olmaksa münafıklığın taş gibi alameti!”

Kuklaların Perde Arkası Müsteşrikler

Kuraniyyun ekolünün fikir babaları ve senaristleri Hz. Adem (a.s) devrine kadar uzanan ebedi düşmanlarımızın, “şarkiyatçılık” adını verdikleri küfür ordusudur. Doğu bilimi, Oryantalizm olarak bilinen şarkiyatçılık, genel manada Doğu ile ilgilenen, araştıran, inceleyen ve hakkında ders veren toplu bir müessesenin adıdır. Tabii ki bu tanımdaki masum anlatışa aldanmayınız. Şarkiyatçılık Batı’da sömürgeciliğin başladığı 18. ve 19. yüzyıllarda büyük hız ve ilerleme kaydetmiştir. Öyleyse onlara “sömürgeciliğin keşif kolu” ve “küfrün kalem ile cihadı” adını versek yanılmış olmayız. Üstelik bazı müsteşrikler açık yüreklilikle itiraf etmişlerdir ki şarkiyatçılık; Doğu’ya hakim olmak, onu yeniden kurmak ve onun amiri olmak için Batı’nın bulduğu bir yoldur. (Edward Said)

Asıl meseleleri Kelâmullahı Efendimize (s.a.v) izafe edip, Müslümanları Kuran'ın Tevrat ve İncil'den esinlenerek -haşa- uydurulduğuna inandırmaktı. Buna binaen Efendimizin (s.a.v) aslında ümmi olmadığı, sadece saatler süren Rahip Bahira görüşmesinden bütün ilmi birikimini aldığı ve buna benzer akıllarına gelen her yalanı eserlerine yamadılar. Ancak Kuran-ı Kerim ile ümmetin bağını koparmak bu kadar kolay olmadı. Olmadı ama onlar da yılmadı. Çareyi, İslam'ın ruhu ve yaşanılabilir olduğunun en münir kanıtı olan sünnetin yok edilmesinde buldular. Bu hususta 1884-85 yılları arası Abdulgaffar adı ile anılmış Müslüman kimlik ile Hicaz’da ikamet etmeyi başarmış Hollandalı oryantalist S.Hurgronj’nin Müslümanlar üzerindeki gözlemleri önemlidir. Özetle şöyle diyor:

“İslam coğrafyalarının farklı kesimlerinden buraya gelen Müslümanlar arasında çarpıcı bir davranış birlikteliği var. Dilleri, renkleri, kültürleri farklı Müslümanlar, sokakta karşılaştıklarında birbirlerini selamlıyorlar. Selam veren hep aynı cümleyi söylüyor, selam alan da cevabî bir cümle söylüyor. Fakat bu cümleler hiç değişmiyor. İbadethanelerine sağ ayak ile girip sol ayak ile çıkmaya dikkat ediyorlar. Yemeğe oturduklarında bir kelime söylüyor, sağ elleri ile yemek yiyor, sofradan kalkarken başka bir kelime söylüyorlar. Bunlar da hiç değişmiyor. Fakat dikkat edilmesi gereken nokta şu ki bunların hiçbirisi Kuran'da yazmıyor. Benim tespitime göre bu onların peygamberlerinin geleneğidir.”

Bu tarihten sonra oryantalist saldırı hadis tahrifatına yöneldi. Büsbütün reddetmek dikkate mucib olduğundan dolayı, Kuran-ı Kerim'e aykırılık, bilimsel verilere aykırılık, hadis-i şeriflerin geliş künklerinde güvensizlik gibi boş iddialar ile Müslümanların yüreklerini ve zihinlerini bulandırarak, ellerinde sadece Kuran-ı Kerim'i mehcur bırakıp, çaresiz, çıkışsız, dirliksiz, birliksiz İslam cemiyeti inşa etme pespayeliğine düştüler.mmmşmm3

Servet Turgut'un “Sokrates Bizim Neyimiz Olur?” kitabını elimize ilk aldığımızda Sokrates'in neyimiz olup olmadığını hiç düşünmemiş, belki de bu sebepten zorlanarak okuyacağımız bir kitap olacağı düşüncesine kapılmış olabiliriz. Ancak şahsım adına, meal Müslümanlığı araştırmasının çevresinde şekillenen şarkiyatçılık araştırmam neticesinde Batı Felsefe Tarihi kitaplarının muhtevasının, garba karşı cephemizden açılmış bir savaş olduğunu idrak ettim. Garb üniversitelerinin dört bir tarafında şarkiyatçılık kürsüleri kurulduğunu, Batı toplumu bütün bu eylemleri güderken, Doğu’nun onlara sessiz kalışını, bunun neticesi olarak Batı’nın özne, Doğu’nun nesne konumuna getirilişini az da olsa ilmi açıdan müşahede ettim. Daha da üzücü olan şu ki, bizim mealci olarak adlandırdığımız, aramızda gezen, sılamıza karışan, eğitici vasfı ile karşımıza gelen bu insanlar, 1400 yıllık İslam medeniyetinin ilmi birikimini hiçe çıkartıp, ya satılmışlık görevi yahut aşağılık kompleksi icabı hiçbir dayanağı olmayan müsteşrikler ile bu topraklarda bir ağız olmuşlar. O kadar ki, İlahiyat hocası vasfı ile bir eğitmen, talebesine, “Evlat, bizim araştırmalarımızı ne zaman Batılılar kaynak gösterir, o zaman amacımıza ulaşmış oluruz.” minvalinde nasihat veriyor...

Geç kaldık; bazılarımız geç kaldığını anlamakta geç kaldı, bazılarımız ise anlamanın arifesinde bile değil…

Şarkiyatçığın Yerli Talebeleri: Meal Müslümanlığı

Resulullah Efendimizin (s.a.v) çağlar öncesinden gelen mübarek sesinin, nasıl günümüzdeki meal Müslümanlarının kulağını çınlattığını, şu mucizevi hadis-i şerif ile dinleyelim:

"Tok karınla koltuğuna yaslanıp size ‘Kur'an yeterlidir. Kur'an neyi helal etmişse onu helal bilin, neyi haram etmişse onu haram bilin.’ adamların çıkması yakındır, uyanık olunuz. Bana Kur'an'la beraber bir benzeri de verilmiştir" (Ebu Davud, Sünen, 6)

Efendimizin (s.a.v) bu mucizevi hadis-i şerifi ile fırka-ı dalle (sapık fırka) olduğu sabit olan Kuraniyyun ekolünün ülkemizdeki versiyonu, meal Müslümanlığı yahut Kur'an Müslümanlığı olarak meşhurdur. Onlar da aynı şekilde Ahmed Han, Abdullah Çekrâlevi gibi müsteşriklerin sinsi plan ve iddialarına alet olmuş, hatta çoğu zaman dini değerlerimize karşı onlardan daha acımasızca hareket ve tavır sergilemişlerdir.

Kuraniyyun ekolü filminin yönetmenleri ve aktörlerinin kemmiyetlerinin keyfiyetsizliğinden bahisler açıp kapadık, biraz da keyfiyetlerinin kemmiyetsizliğinden yani iddialarındaki boşluğundan bahsedelim ve meselemizi ferasetli müminlerin vicdanına teslim edelim...

Meal Müslümanlığı olarak ülkemizde meşhur olan bu insanların iddiaları çoktur. Büyüklerimiz, bu fırkanın kulaklarını çekmek kabilinde kitaplar yazmış, kitaplar hacminde makaleler yayınlamışlardır. Bizse bu yazımızda sadece bamtelimize fazlasıyla dokunan meselelere değinelim. Soruları onlar sorsunlar, cevapları biz verelim.

Meal Müslümanı: Kur'an bize yeterlidir Kur’an-ı Kerim apaçık bir kitaptır. Kuran-ı Kerim dinde kendisine ihtiyaç duyulan her şeyi her cihetten ayrıntılı bir şekilde beyan etmiştir. O halde sünnete neden ihtiyaç olsun? Hem hadislerin çoğu uydurulmuş nüshalardır…

El cevab:

Nahl suresinin 44. ayeti kerimesinde çok açık bir şekilde ifade ediliyor ki:

"(O Peygamberler) apaçık burhanlar ve kitaplarla gönderildiler. (Habibim) Biz sana Kur'an'ı verdik ta ki insanlara kendilerine ne indirildiğini açıkça anlatasın ve ta ki onlar da iyice fikirlerini kullansınlar."

Kelamında, kitabını mübin (apaçık) vasfıyla vasıflayan da, Resulünü o kitabın mübeyyini (açıklayıcısı) vasfı ile vasıflayan da bizzat Allahu Teâla Hazretleridir. Bu iki vasıf hiçbir zaman birbirlerine perde olmamıştır. Bilakis birbirini ruh ile beden misali tamamlayıcı, kemale erdirici olmuşlardır. Sünneti inkâr etmek Kuranı Kerim’in yaşanabilirliğini inkâr etmek ile eş manalıdır.mmmşmm4

Nitekim daha Tabiin devrindeki birkaç çatlak ses, belki de günümüze örnek teşkil olması hikmeti ile seslerini “Kur’an bize yeter” diyerek yükseltmiş ve cevaplarını almışlardır. Şöyle ki;

İmran bin Husayn'ın (r.a) içinde bulunduğu bir cemaatte adamın biri, "Bize Kur'an dışında başka bir şey anlatmayın. Ne de olsa o mübin bir kitaptır ve ne arasak onda vardır. Bundan dolayı biz Kur’an'dan başka bir şey tanımayız!" dedi. Bu sözleri duyan İmran bin Husayn (r.a) o adama şöyle dedi; "Sen ne ahmak adamsın böyle! Söyle bakalım Kuran'ın hangi ayetinde yazıyor öğle namazının dört rekat olduğu, hangi ayetinde yazıyor kıraatin sabah akşam, yatsıda cehri (açıktan), öğle ve ikindide ise gizli olduğu..." Ve sayıyor, onlarca şey söylüyor ve sonra diyor ki; "Bunlar Kur’an’ın müphem yani kapalı meseleleridir. Onları ancak Resulullah tebyin etmiş, açıklamıştır ve hayatı ile tatbik etmiş, bizlere göstermiştir."

Dolayısıyla meşhur bir söz vardır ya “Uçak düşerken kimse ateist kalmaz.” diye aynen bu sözde olduğu gibi hiçbir meal Müslümanı da namaz kılarken, zekat verirken, hac ve umre yaparken, oruç tutarken daha birçok şer’î alanda meal Müslümanı kalmaz, kalamaz. Nitekim Kur’an-ı Kerim bu emirlerin farziyyetini söyler, temel açıklamalar yapar ancak nasıl yapacağımızı göstermesini, açıklamasını Efendimize (s.a.v) bırakır. Bunun için bizler Efendimize (s.a.v), Kur’an-ı Natık (Konuşan Kur’an) ve Kur’an’ul-Hay (Yaşayan Kuran) deriz...

"Kur’an-ı Kerim apaçık bir kitaptır." manalı ayetlerinin tefsirini kendi hevâlarınca Peygamberin hadislerine ihtiyaç yoktur olarak tefsir edenler aslında ya Kur’an-ı Kerim'in Resule itaati emreden ayetlerine uymayı reddediyorlar ya da ezeli ilmiyle her şeyi kuşatan Allahu Teâla Hazretlerinin -haşa- uydurulmuş nüshalarla amel etmemizi emrettiğini savunuyorlar. Allahu Teâla Hazretleri birçok ayeti kerimede Resulüne itaati emretmektedir. Allahu Teâla’nın korunmamış olan bir sünnete çağırması sonra da güya uydurulmuş bu haberlerle amel edenleri hesaba çekmesi, adalet-i ilahiyeye sığmaz. Allah Rasulü’ne itaate çağıran her ayet, sünnetin de korunmuşluğunu ilan eder. Nitekim Kur’an’ı Kerim’i günümüze ulaştıran ecdad, sünneti de usulünce tetkik ve tenkid süzgecine tabi tutmak suretiyle büyük bir titizlik göstererek günümüze taşımışlardır. Ecdadımızın 1400 yıllık emeğine vicdanıyla bakmayıp, bir kere meal Müslümanlarından hadislerin uydurulmuş olduğu iddiasını duymakla hadislere karşı itimadı kalmayan Müslüman manzarası ne hazin bir manzaradır.

Meal Müslümanlığı dediğimiz sabun köpüğü nevinden adamlar kimdir ki, Müslümanların kalplerindeki iman kalelerine gülleler atıyorlar. Bu adamlar; Ebu Hureyre’yi (r.a) en çok hadis rivayet eden sahabi efendimiz olması hasebiyle çekemeyip önce hadis uydurmak, sonra Yahudi çocuğu olmak, daha sonra ise hadis uydurmak için uydurulmuş bir figüran olduğu iddiası ile itham eden bir ihanet çetesidir. Meal Müslümanlığı!

Ebu Hureyre'ye (r.a) attıkları iftira dizisi, İsmail Buhari'ye (r.a) İran hesabına hadis uydurma suçlamaları, Hz. Mevlana’yı Moğol ajanı olarak itham etmeleri, İmam-ı Azam (r.a) ile kendilerini bir kefeye koymaları, Ömer Nasuhi'yi (r.a) küçümseyici tavırlarıyla amaçları, insanımıza “Vay, bu zamana kadar bizi kandırmışlar!” dedirterek önce güvendikleri dağlara kar yağdırmak, sonra asıl indirilen din bizde (!) demektir.

Meal Müslümanlığı, ümmetin derdini tek zerresinde hissetmeyip, bugüne kadar kimsenin ihtilaf etmediği konularda lakırdı yaparak Müslümanların küfre karşı sarf etmeleri gereken asil öfkelerini kendi üzerilerine çeken parazitlerdir.

Meal Müslümanlığı, Abese Suresi’ne mana verirken Mevla Teala'nın “Sen elbette yüce bir ahlak üzeresin.” buyurduğu Sevgilisine, kibirli adam parantezini açabilen kibrin anıtıdır!

Kuran ilimleri olan nasih, mensuh, meâni, belağat ve tecviti hatta yüzünden okumayı dahi bilmezken Kur’an-ı Kerim'e bodoslama dalmış ve bu edebe mugayir girişin bir tezahürü olarak da Allahu Teala'nın muzill (saptıran) esmasına mazhar olmuş fırkanın adıdır.

İslam manası itibariyle teslim olmak demektir. Meal Müslümanlığı ise sünneti aradan çıkarıp kendi hevalarına ve akıllarına göre İslam’ı teslim almaya çalışmanın adıdır.

Yalnızca Kur’an diyenler aslında bizi kendi hevalarının Kur'an anlayışlarına çağıranlardır. “Bize Kur’an yeter, bu kadar hadis nerden çıktı?” diye naralar atarken cilt cilt kitaplar yazmaları bunun en büyük delilidir.

Küffarın satın aldığı adamları (Ki bunlar Türkiye’de dahi deşifre edilmiştir.) geri kazanacak bakiyeye sahip değiliz lakin cehaletin kendine verdiği yanlış bir Kur’an anlayışı ile onların saflarında yer alan kardeşlerimiz varsa, hak davadaki asıl yerlerini kimsenin dolduramadığını bilmelerini isteriz...

Dergiler

Servet Turgut'un Kaleminden

© 2022 Seriyye Dergisi