Ahiret Borsasında Bahane Akçesi Geçmez!

Yazan: 02 Ağustos 2019 2314

Müslümanın hayatında hiç olmaması gereken bir şey varsa o da bahane bulmaktır. Okumamak için, yazmamak için, çalışmamak için, düşünmemek için, hiçbir müspet sahada varlık belirtmemek için türlü türlü bahanelerimiz var da yememek için, gezmemek için, para kazanmamak için, makam ve mevki sahibi olmamak için hiçbir bahanemiz yok…

İslam âleminin içinde bulunduğu rehavet ve tembellik halini Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin halifesi Muhammed Parisa Hazretleri asırlar öncesinden çok güzel tarif etmiş:

“Gafil halk yorgun ve bitkin bir laf eder: ‘Yarın olsa da bir iş işlesem.’ Bilmez ki bugün, dünkü günün yarınıdır. Bugün ne işlemiştir ki yarın ne işleye?”

Kum saatlerini bilirsiniz… Eskiden zamanı ölçmek için kullanılırmış… Biz de şimdi kum saatini mevzumuza has olarak kullanalım… Malum, kum saatlerinin iki haznesi vardır. Zaman ölçümü için, kumların bir haznede toplanması sağlandıktan sonra kumun bulunduğu hazne üst kısma gelecek şekilde bırakılır ve ölçüm işlemi başlatılır. Biz de burada bir metafor geliştirelim. Üst kısımda yer alan kumları, insanın hayat süresinin toplamı farz edelim. Zaman ilerledikçe alt haznede birikmeye başlayan kumları da insanın yaptığı faaliyetler ve alt hazneyi de amel defteri farz edelim. Vasat bir Müslümanın bile hayat-aksiyon trafiği aynı bu kum saatindeki çalışma mantığına benzemelidir. Hayat haznesinden eksilen her kum tanesi, müspet bir faaliyete karşılık gelecek şekilde amel defteri farz ettiğimiz alt haznede yerini almalıdır.

İnsanoğlu, yaratıldığı günden bugüne kadar “zaman”ı aşmak ve sonsuzluğa ulaşmak hasretini hep çekti ve hala da çekiyor… “Zaman” da nihayetinde Allah’ın bir mahlukudur ve her mahlukun bir sonunun olduğu gibi zamanın da bir sonu vardır. Müslüman hadiseye bu gözle bakar ve zaman karşısında takınması gereken tavrı takınır ve zamana karşı olması gereken yerde konumlanır. Müslüman, zamanın da bir mahluk olduğunu bilmenin ve zamanı vesile kılmanın şuuruyla hareket etmelidir. Zaman böyle telakki edildiğinde, insanın “ömür” denilen hayat süresi sona erdiğinde bile kum saatinin amel defteri farz ettiğimiz alt haznesindeki kaynaşma ve hareketlilik devam eder. İslam’daki “Sadaka-i Cariye” denilen faaliyetlerdir bu… Allah rızasını gözeten niyetle mahalleye yapılan bir çeşmeden tutun da, yine aynı niyetle yazılan bir kitap da “Sadaka-i Cariye” sınıfındandır. İslam’daki “Sadaka-i Cariye” müessesesi, Müslümanın zamanı aşmasına bir köprüdür. Bu köprünün karşı tarafında zamansızlık âlemi vardır. Bu âlemde hayat ebedidir. Bu ebedi hayata yatırım yapıp sermayenin artırılmasını sağlamanın en kestirme yolu da dünya hayatında “Sadaka-i Cariye” nevinden icraatlarda bulunmaktır.

Son 4 asırdır, küfrü temsil noktasında Batı, madde âleminin sultanlık koltuğuna kurulmuş durumda ve bu koltuktan kendisi dışındaki bütün insanlığa karşı, kendisine köle olmaya mahkum olduğuna yönelik politikalar üretmekte. İslam âlemi olarak bizim bahaneler beşiğinde sallanmaya başladığımız tarihle Batının o koltuğa kurulması tarihi aynı… Anlamaya çalışalım ve kendimize şu soruyu soralım? Asr-ı Saadet, Hazreti Ömer, Halife Harun Reşid, Sultan Alparslan, Fatih Sultan Mehmed ve Yavuz Sultan Selim devrinde olup da son 3 asırdır bizde olmayan şey nedir? Biz cevap verelim mi?:

“AŞK…”

Mekke’nin kırk olunmamış zamanlarından dünyanın dört bir yanına yayılmış Müslümanlık manzarasına bizi ulaştıran şey; “AŞK” kırbacının kamçıladığı “FETİH” atıdır! Aşksız insanın, küllükte debelenen uyuz eşekten hiçbir farkı yoktur! Mazimizin haşmetli günlerini 21. yüzyıl şartlarında da tesis etmek için ilk elden neye sahip olmamızı ayrıca belirtmeye gerek var mı?

Tevekkeli dememiş Seriyye fikir ve hamle hareketinin mimarı Servet Turgut:

“Derdi olmayan adam; derttir!”

Diye… Dert sahibi insanımızın sayısı azaldıkça dertlerimiz de çoğalıyor. Sahi, tarih boyunca da hep böyle olmamış mı? Derdimizi rafa kaldırınca, bütün dertler de kapımıza yığılmış… Derdimizi derman bilmeyi unuttuğumuz günden beri, dermanı olmayan hastalıklara yakalanışımız hep bu yüzden…

Aşkını kaybetmeyi, dinine ihanet addedecek bir şuura ermeden İslam âleminin huzura kavuşması muhaldir. Gayrısı ise hamaset ve laf salatası…

Ayet Meali:

“Bir işi bitirince hemen diğerine başla.”

 

FİKİRSİZ ATILAN TAŞ, GÜN GELİR YARAR BAŞ…

İdeolojik/fikrî şuuru tahkim edilmiş nesiller yetiştirmedikçe istikbale umutla bakmak hiçbir zaman mümkün olmayacaktır. Yol yaparsınız, köprü yaparsınız ama sırat-ı müstakim yolunda yürüyecek nesle köprü olmazsanız eğer, düşmanınızın, yaptığınız yoldan gelip canınızı okumasının da önüne geçemezsiniz. Yol, köprü, hastane, postane, vs. gibi madde çerçevesinde kalacak bütün icraatlar birer vasıtadır ve lüzumludur. Lakin, maddeyi potasında eritecek ruhçu ve mukaddesatçı gençleri yetiştirmezseniz, bin bir zahmetle inşa ettiğiniz madde yekunu yarın öbür gün düşmanınızın emrinde olarak canınıza kast edebilir. Fikirsiz atılan her taş, bumerang etkisiyle gün gelir sizin başınızı yarabilir yani… Bunu FETÖ’nün 15 Temmuz’da gerçekleştirdiği darbe girişiminde gördük. Hakim ruh ve fikir ne ise ve hangi zümrenin tasarrufundaysa, maddeyi kullanma yetkisi de onun tasarrufundadır. Bu yüzden; ”İdeolojik/fikrî şuuru tahkim edilmiş nesiller yetiştirmek olmazsa olmazımız olmalıdır!” diyoruz ısrarla… Hani bir laf vardır, “Kumarı, oynayan değil oynatan kazanır.” diye… Dünyanın en iyi kumarbazı olmak bile marifet değildir bir yerde. Marifet, kumar masasını kuran ve kumarbaz yetiştiren “üst fikir”e sahip olmaktır. Ve bu yönüyle fikir, dünyanın en pahalı şeyidir. Şöyle düşünelim… Dünyanın en marifetli pilotlarının bizim Türk pilotları olduğu bir gerçektir. Pilotlarımız F-16’ları adeta bisiklet kullanır gibi kullanıyorlar. Türk Yıldızları gösterileri, doğu ve güney doğuda devam eden terör operasyonlarında F-16’lar ile imkansız denecek operasyonları gerçekleştirmeler… Bütün bunlar pilotlarımızın maharetine birer nişane… Lakin, kullanmakta mahir olduğun uçağı sen üretmedikçe, o uçağın yazılımını sen geliştirmedikçe o uçak gün gelir senin başına bela olur. Yazılım ve teknoloji kendi alanım olduğu için şunu rahatlıkla söyleyebilirim. Maddi anlamda bugünün şartlarında yazılım ile yapılamayacak hiçbir şey yok gibi… Bu sahada, çok zor denilen işler bile biraz zaman alabilir ama imkansız değildir. Yarın öbür gün, kullanmakta çok mahir olduğumuz uçağı üreten devlet ile düşman olduğumuzda o uçağı onu üreten düşmana karşı kullanma ihtimaliniz sıfırdır. Bu ihtimali o uçağın yazılımcısı bir satır kod ile ortadan kaldırır. Marifet; kullanmakta mahir olmakla birlikte üretmekte de mahir olmaktır.

Küresel sırtlan çetelerinin her zaman iştahını kabarttığı ve pençesini geçirmek için pusuya yattığı bir coğrafya olmamız hasebiyle ortalama her yirmi yılda bir darbenin yaşandığı ülkeyiz. Ve bu ülkede, ertesi gün düşman uçaklarının şehirlerimize bırakacakları bombaların sesinden uyanmayacağımızın garantisi yok. Böyle bir şey hiçbir zaman olmaz inşallah ama bu ihtimal de her zaman için mevcut… Bu küresel sırtlanlarla küresel çapta mücadele etmek için de ayağı yere basan, şuuru zinde ve fikri tahkim olunmuş nesiller lazımdır. Yoksa Kemalist güruhun “Yurtta sus, cihanda sus!” uyuşturucusunu aldığınız gün, kaç asırlık hasmınıza da “Beni yutman için bütün şartları elverişli hale getirdim. Beni yurtta da yut, cihanda da yut!” demiş olursunuz peşin peşin. Allah, himmetini yüksek tutan kullarını sever. Allah Resulü, günü gününe eş geçeni ziyanda sayar. Her alanda devleşmek için karınca adımlarıyla da olsa işe başlamak lazım. Gün gelir bu adımlar devleşir ve saadetli devirlerin eşiğine varılmış olunur. Yeter ki biz çalışalım ve zaferi, bizi zaferle değil seferle mükellef kılan Allah’a havale edelim. Ayet Meali:

“Ey iman edenler! Siz Allah’ın dinine yardım ederseniz o da size yardım eder ve ayağınızı yere sağlam bastırır.”

ŞERİAT İLE TECHÎZLENİP, TARİKATLA ZİYNETLENMEK…BESMELE1

Dışımızı şeriatla teçhiz edip, içimizi de tarikatla ziynetlendirmeliyiz. Tarikatın aslında şeriata mugayir bir şey olmadığı, şeriatın bâtını olduğu mevzusuna girmeyeceğiz. Sözümüz; tarikatın, şeriatın ihlas ciheti olduğunu peşinen kabul edenlere…

İmam-ı Rabbani Hazretleri din temelinin üç sütun üzerine inşa edildiğini söyler. Bunlar; ilim, amel ve ihlastır. İlim, buluğ çağına girmiş kadın-erkek bütün Müslümanlara farzdır. İlmin tatbik sahasında tebellür etmesi de ameldir. Ameli, Allah katında makbul kılansa, ihlas ile tatbik edilmesidir. Tasavvuf ve tarikat da zaten, amelde ihlası elde etmenin müessesesi değil midir? İhlas formülünün içerisinde ziyadesiyle samimiyet, sadakat, teslimiyet, kurbiyyet, aşk vs. gibi Allah’a adanmışlığın hususi vasıfları vardır. “Bir işin doğruluğu, o işin müntehâsındadır.” hikmetini bilirsiniz… Müntehâ; bir şeyin varabileceği en uzak yer, son derece, son kerte, son uç demek… Bu hikmetin ihlas bahsi ile çok yakın bir alakası var. Bir amelin ya da işin ihlas ile yapılıp yapılmadığını da ancak o işin doğurduğu sonuçlar vesilesiyle öğrenebilirsiniz. Hani Anadolu’da bir söz vardır; “Gönülsüz pişen aş, ya karın ağrıtır ya da baş.” Buradaki gönülden muradın ihlas olduğu apaçıktır. Bakıldığı zaman ilk etapta görünmeyen, ancak vesile olduğu şeyler ve doğurduğu sonuçlar bakımından bilinebilen ihlas müessesemizin yerinde yaklaşık üç asırdır yeller esiyor. İslam âlemini bir insan bedenine benzetecek olursak eğer, bu bedendeki uzuvlar üç asır öncesine kadar birbiri ile hep ahenk ile çalışmışlar. Her uzuv kendi işini yaparken o işi kendine züll görmemiş, aksine o işi varlık sebebi bilerek canla başla çalışmış. Son üç asırdır ise bu uzuvlar birbiri ile kavga halinde olmakla birlikte, bağlı olduğu bünyeyi de hep utanılası bir şey olarak görmüş. Ayak, taşıdığı gövdeden iğrenmiş, Eller, yedirdiği ağzından tiksinmiş ve ortaya, aynı evde yaşayan ama birbiri ile düşman insanlardan müteşekkil bir manzara çıkmış.

            Ayet meali:

            “(Sonra Habibim!) Seni din hususunda Şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy! Bilmeyenlerin hevâsına uyma!” (Câsiye, 18)

            Allah, Resulü’ nün şahsında bütün Müslümanlara Şeriata uymayı emrediyor. Bakınız tavsiye etmiyor, emrediyor. Müslümanların Şeriata uyma hususunda başka bir alternatifi yok yani… Ama bu ülkede son bir asırdır, Müslümanların kalp ve beyinlerindeki yön tabelalarının hep batıyı göstermesine devlet eliyle azami derecede dikkat edildi. Bize ait olan kavramlarımız harf inkılâbı vesilesiyle kışkışlandı. Bunun yerine batılı kavramlar teklifsiz ve gümrüksüz bir şekilde buyur edilip başköşeye oturtuldu. Bütün bunlar vesilesiyle de Kur’an ile Müslümanlar arasına derin bir uçurum açıldı. Bu uçurum da yıllar boyunca (bugün bile hala) Müslümanların, Allah’ın emir ve yasaklarının mecmû olan Şeriata küfretmesine yetti de arttı. Yoksa bir insanın yetim başı okşarken aynı zamanda o yetimin gözünü de oymaya çalışmasını başka nasıl izah edebilirsiniz? Üstadımız Necip Fazıl’ın mevzumuza has olarak serdettiği şu cümleler geldi hatırımıza:

            “İslam’a evet ama Şeriata hayır demek, güneşin ışığına evet ama güneşe hayır demektir!”

            Ama gelin görün ki bu ülkenin çoğu güneşin ışığından istifade edip, güneşin kendisini inkar edenlerden oluşur. Bu iddiamızın sağlamasını yapmak çok kolaydır. Elinize bir mikrofon ve kamera alıp Kızılay’da ya da Ulus’ta birkaç saatliğine vatandaş ile röportaj yapıp, onlara:

            “Şeriat nedir? Şeriatın gelmesini ister misiniz?”

Diye sormanız yeterlidir. Hatta ve hatta aynı soruları Kocatepe Camii’nde Cuma namazından çıkanlara da sorsanız sonuç çok değişmeyecektir. Şeriatı IŞİD ile özdeşleştirip, Şeriatın (haşa) şerrinden de demokrasiye sığınacaklardır muhtemelen… Yine Üstad’ın deyişiyle, idrakler iğdiş edilmiştir çünkü bu ülkede… Bu gariplikler ile karşılaşmamızın sebebi de bundandır… Şeriatın gelmesini isteyip de korkudan söylemeyenler var derseniz eğer, bu kesim çok çok azdır. Kaldı ki bize göre bunun istenmesinde de kanunen bir sakınca yoktur. Şeriatın gelmesi için fiili bir harekete geçilmedikten sonra Şeriatın gelmesini fikren istemek, bunu düşünce olarak desteklemek, düşünce ve fikir hürriyeti kapsamındadır ve böyle düşünenleri, kasıtlı olarak Şeriat düşmanlığı yapanlara karşı bizzat kanundaki bu düşünce ve fikir hürriyeti korur. Lakin bu zamana kadar bu böyle olmamış, ayrı husus… Olması gerekenden bahsediyoruz biz… Hasılı, kendisini Müslüman bilen herkesin Şeriata burun kıvırması şöyle dursun, onu bir oruçlunun iftar vaktine kavuşmayı istemesi gibi istemesi, onu gelmiş geçmiş en mütekâmil sistem bilmesi elzemdir. Tabi, lafta değil… Diğer sistemlerin eksikliklerinin farkında ve neyi teklif ettiğinin şuurunda olarak… Öyle ki, bu hususla ilgili kendisine sokakta mikrofon uzatıldığında bile soğukkanlı ve ne istediğinin farkında olarak konuşabilmeli Müslüman…

            Tarikat… Allah Resulü’ nün bâtın nispeti… Şeriatın ihlas ciheti… İhlası elde etme müessesesi… Asr-ı Saadet’te sûreten değil de sîreten var olan iç kıymetler hazinesi… Allah’a vasıl olmanın en kestirme yolu… Tasavvufun insana kazandırdığı ihlas, edep, haya, irfan, hikmet, emanet, letafet, sadakat, samimiyet, teslimiyet gibi vasıflar ile ziynetlenmiş bir toplum hayal edin… Günümüz toplumundaki öğrencinin öğretmenini şamar oğlanı seviyesine indirmesine karşılık tasavvuf ile ziynetlendirilmiş bir toplumda öğrenci öğretmeninin karşısında müeddep, öğretmen de öğrenci karşısında müeddiptir... Günümüz toplu taşıma araçlarında gençlerin oturarak, yaşlıların ise ayakta yolculuk yapmasına karşılık tasavvuf ile ziynetlendirilmiş toplumdaki bir genç, yaşlının ayakta kendisinin ise oturarak yolculuk yapmasını en çirkin bir davranış olarak görür…DERVİŞ1 Günümüz toplumundaki ticarethanelerin rekabet adı altında rakibini batırmak için bütün yolları denemesine karşılık, tasavvuf ile ziynetlendirilmiş bir toplumda bir esnaf siftahını yaptıktan sonra gelen ikinci müşterisini yan komşusuna yönlendirecek kadar gözü tok ve diğergamdır… Günümüz toplumunda apartmanda yaşayan bir insanın karşı komşusunun varlığından haberdar olmak için onun evde ölüp cesedinin kokusunun apartmanı sarmasını beklemesine karşılık, tasavvuf ile ziynetlendirilmiş bir toplumda komşusu açken tok yatmayı dinine ihanet etmiş sayacak kadar komşu hakkını gözeten bir hassasiyetin sahibidir insanlar… Günümüzün çirkinliklerine karşılık, saymakla bitiremeyeceğimiz daha ne güzelliklerin sahibidir tasavvuf ile ziynetlendirilmiş bir toplum… Batılının özlemini duyarak ütopik eserlerde hayalini çizmeye çalıştığı toplum hayatından daha gerçekçi ve daha üstün haliyle tasavvuf ile ziynetlendirilmiş bir toplumumuz vardı geçmiş zamanlarda… Bugün için de bunun olması mümkündür. Lakin olmaması için küfür, her insanda var olan nefis denen boğayı azdırmak için evdeki odamızdan sokaktaki tabelaya kadar her yeri kırmızı bezlerle donatmıştır… Bu şartlar altında toplumun tamamını kapsayacak bir refah ve huzur projesi yürütülemez… Güzelin ihyası için, çirkinin imhası şarttır… Bir bina dikmek için, önce binanın dikileceği zeminde ıslah çalışması yapılır hani, onun gibi işte… Yaşadığımız toplum şartları adeta dünyanın en kıymetli elması ile dünyanın en namlı hırsızını bir ortama bırakıp, elmasa:

           “Kendini çaldırma!”

Hırsıza da:

“Elması çalma!”

Demektedir. Ve bu haliyle de ne kadar komiktir değil mi? Zira elmas çok kıymetlidir ve hırsızın tabiatında da kıymetli olan şeyleri çalmak arzusu vardır.

Kedi ile ciğer, kurt ile kuzu, sırtlan ile ceylan, misalleri saymakla bitiremeyiz… Fıtratımıza zıt duygu ve düşünceleri köpürten ve tahrik eden bir toplum düzeni bizi insanî hakikatimizden, koyundan deriyi yüzer gibi yüzer ve bizi çangala asılı derisi yüzülmüş koyunlar olarak toplum tezgahında vitrinler…

Şeriat; insan haysiyetini, şerefini, izzetini ve insanî hakikati önceleyen ve bu hasletleri tesis eden sistemin adıdır. Bu hasletleri ortadan kaldırmak için baş doğrultan her başı da, sırf bu hakikati korumak namına gözünü kırpmadan kopartır!

Tarikat; Şeriat ile tesis edilen hakikatlere ruh üfleyerek onları ihlas ile mücehhez kılmaktır.

Dergiler

Servet Turgut'un Kaleminden

© 2022 Seriyye Dergisi