Geldik, Gördük, Yendik... Mi?

Yazan: 10 Kasım 2019 3543

Suriye’de karışıklık, 2011 yılında başladı. Fırat’ın doğu cenahı ise 2015’te PKK-PYD terör örgütünün kontrolüne girdi. Türkiye, o tarihten beri terör örgütünün bu alandan çekilmesi istediği yineleyip durdu. ABD, bu isteği teoride reddetmiyordu. Hep belirli bir takvimle çekilmenin gerçekleşebileceğini söyledi. Hatta Ankara’ya askerî bir heyet geldi. Fırat’ın doğusunda oluşturulacak güvenli bölge için çalışmalar yapıldı, yetmedi, Şanlıurfa-Akçakale’ye ortak bir harekât merkezi kuruldu. Birlikte devriyeler bile atıldı. Ama ABD, ağzı başka söyleyen, eli başka işleyen bir hokkabaz gibi pratikte PKK-PYD’yi bu bölgede takviye etmekten imtina etmedi. Binlerce tır dolusu silah verdi. Belli ki ABD, PKK-PYD’ye, Türkiye’ye karşı Zeytin Dalı ve Fırat Kalkanı operasyonlarda olduğu gibi bir kendini gösterme şansı ve vazifesi daha verecekti!

Türkiye, anlaması pek de güç olmayan bu mevzuyu, sırf geç anladığı için değil, süper güçler karşısında hamle yapıyor olmasından kaynaklı sebeplerle en son noktasına kadar sündürdü. Sündürmek zorunda kaldı. ABD Başkanı Trump ile Erdoğan, 6 Ekim 2019’da telefonda görüştü. ABD, çekileceğini yineledi. Trump bu arada, çizilen çerçevenin dışına çıkarsa, Türkiye’nin ekonomisini yerle bir edeceğini söyledi. Yani tehdit etti. Türkiye, Trump’un şizofren edalı twit sağanağı altında 7 Ekim’de çekilmenin başladığını duyurdu. Trump’un, sonradan haberdar olunacak ve diplomatik lisan hudutlarından taşan, zırtopatik lisan hudutlarına giren ve içinde Başkan Erdoğan’ı hedef alıcı “Aptal olma!” ibarelerinin de bulunduğu mektubu Ankara’ya 9 Ekim’de ulaştı. Türkiye, ABD tarafından sızdırılana kadar bu mektuptan bahsetmedi ama mektubun geldiği 9 Ekim günü Barış Pınarı Harekâtını başlattı… Sonuna kadar sündürülen diplomatik tahammül, zırtopatik lisanlı mektupla tükenmişti!

Avrupa ülkeleri ürüdü, İran ürüdü, ABD’de özellikle Cumhuriyetçi kanat ürüdü, Batıya köpeklik etmeye alışmış çoğu Arap ülkesi yönetimleri ürüdü, handiyse Pakistan, Katar ve Azerbaycan dışında bütün dünya ürüdü ama Türk Ordusu ile Suriye Millî Ordusu yürüdü!

ABD muhalefeti, “Kürtleri satmanın bedeli ağır olacak!” diye ABD yönetimini eleştirdi ama ABD derin aklı ve geniş emperyal sezisiyle beraber, feraseti kuvvetli herkes şu gerçeğin farkındaydı:

-AMERİKA EN ÇOK, İSTEDİĞİNDE SATABİLDİĞİ ÖRGÜTÜ SATMAZ!

“ABD, Kürtleri sattı!” sanrıları altında ve “ABD, gönüllü köpeği PKK-PYD’yi imtihan ediyor!” hakikati hattında operasyon başladı. Savaş uçakları ısırdı, fırtına obüsleri tosladı, çok namlulu roketatarlar yandan çarklı Marksist aşüfteleri, çarpışırken göğüslerinden değil, kaçarken sırtlarından delik deşik etti ve ABD, masrafı üstlenilmiş bir fahişe gibi sponsor olduğu PKK-PYD’den “Belki bu defa olur!” kaydıyla beklediği ısırıcılığı gene göremedi!

Toplama kancıklardan müteşekkil terör unsurları, efelendiği aslanla karşılaşınca kaçan ve kaçarken efeliğini masum kuzulardan çıkaran bir sırtlan gibi ancak, Suruç, Akçakale, Ceylanpınar ve Nusaybin gibi sivil yerleşim alanlarına sınırın öte yakasından roket ve havan saldırıları düzenledi. Onlarca çocuğu, kadını ve yaşlıyı, bu serseri atışlarıyla öldüren PKK-PYD kancıkları, silahlı Türk Ordusu ve Suriye Milli Ordusu önünden kuyrukları bacakları arasında kaçarken de, 700’den fazla leş bıraktı.

Kısa sürede Resulayn ve Telabyad ilçeleri ele geçirilmiş, ABD, kendilerinden kazanmalarını değil, Türkiye’ye sadece birkaç pençe çapında da olsa zarar vermelerini beklediği PKK-PYD’nin, pençeye geldiklerini görünce telaşlanmıştı! Aslanlık postu giyindirilen, aslan pençe ve yelesi takılan domuz, postu deldirmiş ve tek aslanlık tiradı sergileyemeden pençeye gelmişti!

Amerika telaşlanmıştı zira dirisinden pek bir dirilik görmediği ama öldürüldükten sonra içi doldurulmuş bir domuz gibi ancak siluet ve suretinden istifade ettikleri domuz, onlara halâ lazımdı. Hem de tek parça olarak… ABD’nin pisliğe yatışları da, öngördükleri muhakkak bu neticenin ortaya çıkmasıyla, evvela öngörülmüş olarak bu andan itibaren başladı.

Trump, Türkiye’yi “Konuştuğumuz yerde dur!” diye tehditlere başladı. Durmazsa ekonomik yaptırımlarla perişan edecekti! Rus ayısı, bir yandan kendisine doğru miyavcıklı havlarla seslenen ve “Artık seni yalasam, yeni sahibim olur musun?” demeye getiren PKK-PYD-SDG unsurlarına karşı ıslık çaldı, havaya baktı ve bir yandan da Türkiye’ye “Elini çabuk tut ve ölçülü ol!” bakışları attı, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne Fransa ve İngiltere’nin getirdiği Türkiye’yi kınama tasarısını veto etti ama bütün bunları ihlâslı Türkiye dostluğu namına değil, kendini Suriye savaşı başından beri yalayan sadık ve mahkûm köpeği Esed rejimine alan açmak adına yaptı. Alan açtı da… PKK-PYD-SDG unsurlarının anlaşma yoluyla çekildikleri Kobanî ve Münbiç’e rejim birlikleri girdi. Ayn İsa kasabası ve Tabka Barajı’nda da aynısı oldu!

Bu arada 15 Ekim’de ABD’nin Türkiye için aldığı yaptırım kararları açıklandı. Bunların, yaptırmalık değil de, göstermelik olduğu ve aslında ABD’nin hadiseyi istediği noktaya sürüklemek üzere alınmış kararlar olduğu belliydi. Zira Papaz Brunson mevzuunda yaptığı espri için Süleyman Soylu’ya gene fırsat doğmuştu:

“ABD’deki tek mal varlığımız FETÖ, onu da orada bırakmayız!”

Birkaç bakanın, ABD’de olmadığı için dondurulmayacak olan mal varlığı bir yana, 16 Ekim’de skandal mektup, Trump’un taraflar arasında arabulucu olmak mesajıyla birlikte basına düştü. Cumhurbaşkanlığı kaynakları, mektubun çöpe atıldıktan sonra cevabın operasyonla verildiğini basına suretsiz demeçlerle ikrar ettiler ve mektubun psikolojik yıkıcılığını tesirsiz kılmaya çalıştılar. Ama bu vatanın içteki düşmanı CHP, bu tesiri arttırmak için gönüllü işbirlikçi ve vatan hainliği rolüyle sahneye atıldı, başındaki “baş mal varlığı” Kemal Kılıçdaroğlu vasıtasıyla olmayan şeylerinden, yani gururdan, onurdan, karizmadan, bir de onu Türkiye ile özdeşleştirerek bahsetmeye başladılar ve bunu günler, haftalar boyunca sürdürdüler!

Bu arada Erdoğan, “Terörle ateşkes olmaz!” diyerek, Trump’un çağrısına red cevabı verdi. Mektup mevzuunda da iç kamuoyunun “Eli mahkûm ne yapsın!” bankasından kredi çekti ve “Karşılıklı sevgi ve saygımız bunu gündemde tutmayı müsaade etmiyor! Elbette zamanı geldiğinde gereken yapılacak!” diye açıklama yaparak, istikbâl borsasına yatırım yaptı.

Bu kredinin ödeme ve bu yatırımın ödenme günü zaman manipülatörünün insafına ısmarlanadursun, ABD, Türkiye’ye alelacele bir heyet gönderme kararı aldı. Başkan Yardımcısı Mike Pence, Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, Ulusal Güvenlik Danışmanı Robert O’Brien ve Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey’den oluşan ABD heyeti, alışık olmadıkları Türkiye tavrı karşısında, alışık olunmadık bir tavırla 17 Ekim’de Türkiye’ye geldi. Her halükârda ya ipleri atacaklar, ya da “stratejik ortaklık” isimli yalan aşk sergüzeştlerindeki ortakları Türkiye limanına, bir ip daha bağlayacaklardı!

Taraflar, uzun süren müzakereler sonucunda 13 maddelik bir anlaşmaya vardıklarını açıkladılar. Tırışkadan maddeleri bir yana, bu anlaşmayla kısaca; ABD, Türkiye’nin Suriye sınırından kaynaklanan meşru güvenlik çıkarlarını ve daha yakın eşgüdüm içinde olunması gerektiğini anlamış, bunu bir kez daha ikrar etmişti. Buna göre PKK-YPG-SDG unsurlarına ait ağır silahlar toplanacak, tahkimatlar ortadan kaldırılacak ve Türkiye’nin en başından beri istediği ve ABD’nin de en başından beri onayladığı güvenli bölge oluşturulacak ve terör unsurları Türkiye sınırından 32 kilometre güneye çekilecekti. Yani aslında ortada yeni bir şey yoktu, Obama devrinde ikrar edilen ve 2019 Ağustos’unda varılmış bir anlaşmanın tahakkuku vardı, anlaşmaya riayet etmeyen ABD’nin anlaşmaya riayet etmesi için de, Barış Pınarı restini göstermek gerekmişti!

İstikbâlin, istikrarlı efendilik tavrında değil de, namlunun ucunda olduğunu bir nebze daha tahakkuk ettiren bu hadise, birkaç gün sonrada Rusya ile masaya oturulmasını ve 10 maddelik bir mutabakatın da onlarla imzalanması sonucunu doğurdu.

Yalçın dağ ve derin yârlarla dolu diplomasi arenasında, ağlamayana pepe, silaha davranmayana da tek tepe verilmediği, Kemalizmin “Yurtta sus, cihanda da sus!” tavrını sırf istifra ettiği için şahsında tecelliye getiren Recep Tayyip Erdoğan, Rusya’dan da PKK-PYD-SDG unsurlarının Münbiç ve Tel Rıfat’tan çıkarılması garantisini aldı ve böylece, terör unsurları Fırat’ın batısındaki son mıntıkalarından da çıkarılmış oldu. Tabi bu bir Rus ruleti de değildi, Rus himmeti de… Zira bu bölgelerden PKK çıkacak ama Suriye’deki her mikrobun membaı Nusayri dikta rejimi ve haliyle Rusya oralara bedavadan girecekti!

Kaydedelim:

Sürecini kısaca aktarmaya çalıştığımız Barış Pınarı Harekâtı, Türkiye’nin, neticede dünyanın en güçlü iki ülkesinin de pervasız volta vurdukları bir sahada, geçen asrın Batıya yaltaklanıcı müzmin politikalarının aksine “Ben de buradayım!” diye volta vurmasından ibaret ruhî bir kıymet taşır.

Ama bu kıymet, eskinin altından ve gümüşten kesilen ve kıymetini zatında taşıyan parasına karşılık, onun yerine kaim kılınan ve bu sebeple ismi “kaime” olan kâğıt parası gibidir, kıymeti itibarîdir ve muteber bir garantiyle karşılığının alınabilmesi için sadece diplomatik ve askeri değil, ruhî ve fikrî bir iktisat rejimine de tabi kılınmalıdır!

Peki, bu ruhî ve fikrî iktisat rejimine Türkiye tabî midir, Suriye sahasının bataklığa evrilmiş sahasında icra edilen, iç ve dış kamuoyuna “Bak! Nabzım da atıyor, silahım da!” yollu bir mesaj içeren Barış Pınarı Harekâtı bu manada, “yatağını bulmuş su” manasına muhtevî midir, yoksa eskinin değeri en düşük para biriminden (pul) mülhem edilen “Paramız pul oldu!” deyiminin belirttiği iflâs tehlikesine havî midir?

Bir defa orta yerde, bütün bu muhasebe ve murakabeleri yapmaya engel olan ve müzmin iktidar yanlıları ile müzmin iktidar muhalifleri arasında gerili bulunan bir hamakat hamağının bulunduğunu, bu hamağa yatılması sebebiyle de Barış Pınarı Operasyonu’na “Bundan sonra ne yapmalı?” sualinin yürütücülüğüyle değil, “Zafer mi, hezimet mi?” gibi kısır bir nazarın, eldeki kârı bile götürücülüğüyle bakılmaktadır!

Oysa Barış Pınarı Harekâtı ve onu izleyen mutabakatları bizce ne zafer, ne de hezimet bağlamında değerlendirmelidir ve onlara sadece, mevcut kötü şartlarda bazı kazanımlar getiren ama gene aynı kötü şartlarda bazı tehlikeli durumlar da doğurabilecek vasıflarıyla bakmalıdır, sonra da kazanımlarını ilerletmenin, tehlikelerini bertaraf etmenin yollarını aramalıdır. Ama halimiz ve ahvalimiz, bir yanı “Dünyaya rezil olduk!” diye geğiren müzmin ezik ve muhaliflerle, öbür yanı da “Yedi düveli dize getirdik!” diye böğüren müzmin epik ve destek gruplarıyla çevrilidir, bu sebeple de millî muhasebe ve murakabe imkânından mahrumdur!

Bir kere Türkiye dış politikası, Tayyip Erdoğan’la beraber rezilin en rezili derekesinden itibaren derecelenmeye başlamış vaziyetiyle, rezile değil, lezize iştiyak belirten bir görüntü belirtmektedir ki; bu hem şükredilesi, hem de eyvah denilesi bir hale mündemiçtir.

Şükredilmelidir, zira artık yurtta da, dünyada da susan bir Türkiye yoktur!

Eyvah denilmelidir; zira Recep Tayyip Erdoğan’dan öncesi dip olduğundan, siyasî ve diplomasi sahasında 40 metrelik sıçrama hamlesi gösterilmesi gerektiği anlarda, 40 santimlik sıçransa, eskiye nispeten bu da en nihayetinde bir sıçrama olarak görülmekte, bu da yükseliş trendlerindeki alçalma durumlarını perdelemektedir. Dikkatsizlik ettiği için sürdüğü aracın tekerini çamura saplayan adama, kimse “Az dikkatli olsana!” diyememektedir, çünkü bu aracın bu adamdan önceki şoförü kördür! Avantaj içinde, iki aralık, bir derelik bir dezavantaj durumu… Gelin de, izah edin!

Ve yine Türkiye dış politikası, eski rezil vaziyetinden sıyrılma sürecinde olsa da, yedi düveli dize getirici baremine ermemiştir ve hatta tersinden, yedi düveli dize getirme hissinin, yedi cüceler karşısında galip kılınmak yoluyla Türkiye asabına kasten tahassüs ettirilmesi gibi bir vaziyet de ihtimaller dâhilindedir.

Bir kere PKK’nın, artık Türkiye’nin “nasırlı parmağı” olduğu herkese malumdur. Yeşilçam’ın sert ve tehlikeli kabadayısını, pırsık ve sarsak kabadayısı nasıl bilmeden parmağındaki nasıra basarak farkında olmadan dize getirir, aynen öyle de, Türkiye’ye bütün kazanımlarını, aslında kazanım olmayan vaziyetleriyle hep “PKK nasırına” basarak takdim ederler. Uyuşturucu bağımlısı kılınmış bir kimse, krizi tutunca damardan zerk ettiği uyuşturucu ile zanneder ve zannedilir ki, inanılmaz bir artı değer zevkine erdirilir, oysa böyle bir kimsenin aldığı bir artı zevk değeri yoktur, sadece evvela bozulan vücut dengesi, krizi anlarında inanılmaz bir acıyı ortaya çıkarmakta, o an yapılan uyuşturucu zerkiyle de sadece bu acı ertelenmekte, bu durumu da bağımlı kişi sanki inanılmaz bir zevk alıyormuş gibi algılamaktadır. PKK’nın kırk yıldır, vadesi kırk kere dolduğu halde beslenmesi ve yeni sürüm ve motivasyonlarla sahaya sürülmesi sebebi budur, bu sebeple Türkiye, artı değer ifade eden askerî ve diplomatik kazanım elde edememektedir ve bütün muvaffakiyetleri, PKK karşısında tecelliye getirilmektedir, hal böyleyken, Türkiye kamuoyu da bu algı hokkabazlığına uydurulmakta, PKK gibi solucan soylu ve özlü bir yapılanma vesilesiyle kazanılanların, aslında keseden dökülenler olduğu fark edilememektedir!

Artık millî dimağ ve devlet irfan aygıtı, keseden dökülenlerde diplomatik kâr görmek algısını ur görmeli ve aldırmalıdır!

Söylediğimiz, çok mu ağır ve idraki çok mu güç bir şeydir?

Düşünün ki; zurnanın son deliği mesabesindeki nice devlet Suriye’de menfaat konçertoları bestelerken, daha dün vatan hattımızda birer şehir olan Şam, Halep, Hama, Humus gibi Suriye şehirlerine dair bir ıslık bile öttüremiyor, bu arada silahlarla beste yapmak imkân ve hakkını da sadece PKK terörü bağlamında kullanıyoruz!

“PKK olmasaydı!” desek ve dediğimizi hiç düşünmeden “Ama var!” diyeceklere, gene düşünsünler diye “Niye halâ var?” deriz de, meseleyi kısır bir döngüye sokmuş olmaktan başka şey yapmış olmayız…

Türkiye’dekine yakın miktarda Kürt nüfus mesela İran’da da vardır, İran’da Suriye sahasına komşudur ama ne içinden, ne de çevresinden Kürtçü-ayrılıkçı bir ısırılma ve kıstırılma durumuna muhatap değildir. İran, zaten Batı’nın aleni ve sahte düşmanı, gizli ve gerçek dostudur, hem de devlet lif ve kasları Kemalizm gibi bir uyuşturucuyla mahur beste çalmak moduna sokulmamıştır.

Ama Türkiye hem, Batının aleni ve sahte dostluk gösterdiği, gizli ve gerçek düşmanlık ettiği bir ülkedir, hem de halâ Kemalist bir moddadır! Dünün Ergenekoncu paşaları bile, öz hakikatiyle şehitlik kavramına inanmadıkları halde Mehmetçiği cepheye, sırf daha da gaza gelsinler ve daha da iyi şehit olsunlar diye Mehter Marşlarıyla gönderirken, AK Parti, MHP ittifakından doğma bir enteresanlıkla Mehmetçiği, hem de “Kürt ayrılıkçılığı” bağlamında peyda ettirilmiş terör unsurları üzerine kurt ulumalı ve Kızılelmalı atıflarla göndermektedir!

Devlet başındaki “Reis” ile devlet kışrındaki akis, farklı icraat titreşimleri gösteredursunlar, haber bültenlerinden Barış Pınarı Harekâtı ve sonuçlarına, müzmin destek ve köstek gruplarından hiçbirine dahil olmadan, tastamam Anadolu insanı irfanıyla bakan bir kimsenin kaydettiği şu cümleyi kaydetmeliyiz:

“E şimdi benim anlamadığım, bu teröristler gene gelirler oradan…”

Bu kimsenin kast ettiği, sınırımızdan 32 kilometre güneye çekilmeyi kabul eden PKK’nın, en nihayetinde oradan gene gelebilecek olmasıdır, öyle eli sopalı stratejik uzmanlık etmeden ve basit bir düşünme neticesinde söylediği bu şey de, en nihayetinde doğrudur! Türkiye’yi, en nihayetinde bir yere kadar getirilmiş bu operasyon ve sonuçları açısından suçlamaksızın kaydedelim ki; doğru olduğunu kaydettiğimiz bu kıymet hükmü, bir de şöyle bir şüphenin dillendirilmesini icbar etmektedir:

-Ya ABD, yaklaşık dört senedir “terör koridoru” mevzuunu, Türkiye’yi, iç kamuoyuyla kasmak ve en nihayetinde bunu sahte bir poker pulu gibi kullanarak aslında koridorun güney hattına, hem de Barış Pınarı sonrasındaki mutabakatla garantörlük makamına kurulduğu PKK’yı, hem de petrol sahalarını inhisarına verip yerleştirmek için kullandıysa?

Bu şüphe elbette, Barış Pınarı Harekâtı’nı, iç politika manivelası kılmak için “yedi düvele atılan tokat” diye görenlerin tam tam çığlıklarıyla, aynı harekâtı “dünyaya rezil edici rezalet” diye görenlerin kusturucu sayhaları arasında güme gelecek ve duyulmayacak… Ama biz de söylemekten imtina mı edeceğiz? Elbette hayır…

Duyulmayacak olanı tam duyurulanlar üzerinden izaha getireceksek:

Mesela operasyon sonrasında yapılan mutabakatlardan hemen sonra, evvela çalışıldığı besbelli bir hamleyle “Mazlum Kobanî” ismini bütün dünyaya, hem de “bir özgürlük savaşçısı”ymış gibi duyurmadılar mı? Abdullah Öcalan’ın, kuvvetle muhtemel eğitirken üfeleyip çitilediği bir oğlan mesabesindeki bu terörist, Batılı bir çok ülke tarafından selamlanmadı mı ve işte; Barış Pınarı Harekâtı’nı kendileri için de bir kazanım gören PKK’yı bir de 29 Ekim’de, ABD Savunma Bakanı Mark Esper çok açık bir lisanla şöyle selamlamadı mı:

“Suriye’nin petrol sahalarına Rusya ve Esed rejimini asla sokmayacak, petrol yataklarını SDG’ye –yani PKK’ya!- vereceğiz ve bu hakkı ondan almaya kalkan herkese karşı ezici bir güç kullanacağız!”

Zaten Suriye’nin petrol yatakları da, PKK’nın taahhüt ettiği çekilmeden sonra yerleşeceği bölgede… Ve bu bölge, hacim olarak sınırlarımızı doğudan batıya doğru yalayarak uzayan koridordan kat be kat daha büyük…

Sınırlarımızda oluşturulmak istenen koridor şimdi, Kamışlı gibi bazı çıkıntılara rağmen Türkiye’nin gözetiminde olacak… ABD’nin, bu koridoru zaten baştan istemediği ama ilerideki muhtemel pazarlıklarda kullanmak üzere birkaç yıl süsleyip bezediği ihtimali gerçekse, şu da bir gerçek olmaz mı:

-Şimdi bu koridorun güneyinde PKK, ABD’nin gözetiminde kalacak ve görünen o ki; yanı başımızda olduğundan daha da fazla güçlenecek…

Bu, bir ihtimaldir ve daha ilk dakkasında “Barış Pınarı ile PKK’yı bitirdik!” diye yaranma çığlıkları atan “çok uzman” adamların sadece menfaatlerine ihtiram gösterdikleri bir bağlamda bu ihtimale dikkat çekişimiz, vatana dostluk icabındandır! Zira dost olmanın muktezasında, nefse krema köpükleri püskürtmek yoktur, acı da olsa has betondan kritik ve telkin nazarları yöneltmek vardır!

Vatana dost lisanı ile konuşuyor ve vatana dost nazarıyla eşya ve hadiselere bakıyoruz. Bu bağlamda Barış Pınarı Operasyonu’nda gördüğümüz şey, olmuş bitmiş bir şeye değil, olmakta olan bir şeye mütealliktir, sahadaki askerî muzafferiyetler ile masadaki diplomatik kazanımların, ancak mutlak fikre nispetli bir dünya görüşünüz varsa tamamına ereceğine inanmaktayız!

Evet, Barış Pınarı Operasyonu ile Mehmetçik, sahaya inmiştir, çok harfli ve tek manalı PKK-PYD-SDG domuzlarını görmüştür ve katî bir surette onları yenmiştir de… Tamam da; bunun durumun, zaten olması beklenen bir şey olduğundan mülhem olarak, Roma İmparatoru Julius Sezar’ın kazandığı bir zafer sonrası Roma Senatosu’na gönderdiği bir mektuba işlediği:

“Geldim, gördüm, yendim!”

Deyişiyle karşılanması ve arkası muğlak ve çetin bir savaş arifesine girilmişken, mutlak ve erilmiş bir zafer bayramı havasına girilmesi doğru mudur?

Bir kere Türkiye’nin, son zamanlardaki saha kazanımlarını, son zamanlarda geliştirdiği silahlarla elde ettiğini ama bunu daha da ileriye götürmesi gerektiği ortadadır. Hal böyleyken, Türkiye’de nükleer silah geliştirme hamlesi, o da dillendirme çapında ve yeni yeni söz getirilir bir şey olmuştur. Oysa İsrail dahil, Türkiye’yi bir geyik gibi budundan-böğründen ısırmak için fırsat kollayan bütün düşman ülkelerin nükleer silahı vardır. Daha dün, insansız hava aracı için İsrail’e el açıyor ama parasını ödememize rağmen temin edemiyorduk… Türkiye, Recep Tayyip Erdoğan’ın yol açıcılığıyla bu sahada önemli atılımlar yaptı, hatta Erdoğan, nükleer silah meselesinin nasıl hayatî bir husus olduğunu nicedir kavradı, bugünlerde dillendirmeye başladı. Ama gelin görün ki Türkiye; bu konuda bırakın dış düşman zorbalıklarına rağmen bunu ilerletme safhasına geçmeyi, halâ iç kamuoyundaki sahte çevreci tipleri devlet eliyle ezmek yerine, karşısındaki devlet ezikliğini izale bile edemedi…

Oysa istikbâl, kuru gıda bir söyleyişin ötesinde olarak kaydedelim ki; artık namlunun ucunda değil, nükleer silahın başlığındadır! Bütün desise ve oyunları, gücünüz nispetinde bozacağınız hakikati ışığında söyleyelim ki; nükleer silah, yumruk yumruğa şeklinde yürütülen askerî ve diplomatik didiş düzeninde belde taşınan silahtır ve silahı belinde tutan her bir kimse –yani ülke!-, yok olmamak namına aslında kendisini garanti altında tutmaktadır. Yoksa diş ve pençeleri olan yırtıcılara karşı bir orman geyiğinin kendisini ancak boynuzlarıyla koruyor olmasındaki handikap, iş bitirici kuvvesiyle nükleer silahı olan ülkeler karşısında, nükleer silahı olmayan ülkelerin handikabıdır, hatta dünyaya musallat olmuş dev güçlerin, kendi aralarındaki nezaket ve ne kadar hırlaşsalar bu hırı bir şekilde anlaşmak şeklinde noktalandırma tavırları, biribirlerinde nükleer silah olduğunu bilmek ayıklığındandır!

İşte gelin, görün ve anlayarak vaziyetteki tüm handikapları fikrî plânda yenmiş olun ki; fiilî plânda nükleer silah sahibi olmak, bir alt ligde şampiyon olmak ve alt ligleri sömüren üst lige, hele de mutlak fikre nispetli bir dünya görüşünüz varsa, adalet getirmek üzere çıkmakla eş anlamlıdır. Osmanlı’nın, kendi devrine göre dünyaya getirdiği düzen, böyle bir mutabıklık ve muvafıklıktan doğmaydı ama evvela fikrî, sonra da fiilî plânda bu mutabıklık ve muvafıklık yıkıldı. Osmanlı gibi yeniden bir dümya gücü olmak istiyorsanız ve “Yeni Dünya Düzeni” denilen “Bildik Sömürü Düzeni”ne taş koymaya koyulmuş başınız varsa, fikrî ve fiilî plânda bu muvafıklık ve mutabıklığı, şahsınızda –devletinizde!- senkronize etmek zorundasınız.

Bunun da yolu, en özlü ifadesiyle şudur:

Evvela… Okullardaki plastik dünya maketleri çapında olsun bir dünya görüşü belirtmeyen Laik-Seküler- Kemalist his ve tavır bütününden bütünüyle kurtulmak ve dünya çapında bir dünya görüşüne yaslanmak… Bunun için aranmaya gerek yoktur, sadece birkaç asır geriye bakılsa pratiğini, Büyük Doğu ideolocyasına bakılınca da teorisini görmek mümkün olacaktır…

Ve sonra… Stratejik bir nazarla, sömürü ve zorbalığa ayarlanmış dünya egemenlerinin açıklarını kollamak ve tez elden, nükleer silah teknolojisine geçmek… Hani şu yapılır, bu yapılır, o denenir, öbürü tatbik olunur ve bir şekilde nükleer silah sahasına adım atılırsa, atıldığı andan itibaren karşımızda Türkiye’ye karşı daha kibar ve gale alıcı bir muhatap düşman kitlesi bulunacaktır, bunu bulunca da dünyaya harbi düzen getirme emelimiz daha bir tıkırına girecek ve hızlanacaktır…

Muğlakların değil mutlakların meftunu bir milletiz ve tam da bu sebeptendir ki; bütün madde kıpırdanmalarımıza şöyle seslenmeliyiz:

-Mutlak fikre bürünmeden, nükleer başlık takınmadan, bütün büyük zaferler seraptır!

Dergiler

Servet Turgut'un Kaleminden

© 2022 Seriyye Dergisi