Cübbeli Ahmet Hoca, Bant Yayını mı?

Yazan: 01 Temmuz 2019 4195

Mezhep yol demektir. İklimi itikada, zemin ve çevre hususiyetleri de amele müteallik olan yolumuzun toplu manzarasına Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat denir. Risaletin ilk demlerinde Allah Resulü ile başlayan ve Sahabî halkasını da içine alarak kendisini asiller topluluğuna çektiren çileler, ceylan adımlarından daha naif ruhlarıyla bu yolun çelikleşmesinin baş amili olurlar. Allah, çilesini çektirmediği nimeti kuluna vermez. Yolumuzun nabzı böyle atar: Öncekiler çileyi çekerler ve nimeti kendilerinden sonraya ve daima çilesi çekilsin diye ısmarlarlar. Sahabî neslinden sonra Tabiîn ve onlardan sonra Tebe-i Tabiîn, Ehl-i Sünnet’in bütün renk ve çizgileriyle tebellür ettiği devrin çilekeş nesli olurlar ve bu çile, madde plânında da çekilmek üzere hassaten fikir ve ruh plânında tezahür eder.

Çile, hassaten fikir ve ruh plânındadır; zira bu dönemlerin akışıyla beraber Yahudi hurafesi, Yunan cerbezesi ve bu ikisinin halvetinden neşet eden Hristiyanlık safsatası, İslamî dünya ile fikirde de burun buruna gelmiş, saldırılar artmıştır. Mesela:

Emevi devridir… Yunan dilli, Helen ruhlu, Yahudi tiynetli ama Kilise Babası Yuhanna Ed-Dımeşkî (Öl-795), Kuran’ın Hz. İsa için sadece şerefini arz ve babasız doğumuna atıf olsun diye kullandığı “Kelimullah” lakabını alır ve Yuhanna İncili’nin ilk ayeti olan:

“Her şeyden önce kelâm (logos-Rab İsa Mesih) vardı…”

İfadesiyle çalkalar. Şeytanlık için bir girizgâhtır bu… Bu girizgâhtan sonra oltasının zokasına bu çalkantıyı takar ve müminlere sorar:

“Kuran’a göre İsa Allah’ın kelimesidir. Şimdi söyleyin, Allah’ın kelimesi kadim midir, değil midir?”

Bu soruya “Evet!” denilse iblis kırması Yuhanna, bir yılan gibi saklandığı sepetten baş doğrultur ve:

“Öyleyse İncil’in dediği gibi İsa Mesih de kadimdir, tanrıdır!”

Diye cevap verir, eğer sorduğu soruya “Hayır!” diye cevap verilse bu defa da:

“Öyleyse Kuran da kadim değildir, yani mahlûktur!”

Der. Ve Onun safsatadan ibaret bu Şeytan zokası, devrinde değilse bile ileride Abbasî halifelerine kadar yutulur. “Kuran Mahlûktur!” dalaleti, Abbasîlerin, aklı kalbin tasarrufundan çıkaran ve ona self determinasyon hakkı tanıyan üç Mutezilî halifesi zamanında, sırasıyla Memun (813-833), onun kardeşi Mutasım (833-842) ve onun oğlu Vasık (842-847) devrinde devletin resmi görüşü bile olur… Amca, baba ve oğul… Hristiyan teslisinin “baba-oğul-kutsal ruh”u gibi teselsül eden ve Yunan felsefesinden modelleme akıllarıyla “Kuran mahlûktur!” diye böğüren bu adamların devrinde İslamsı felsefe ve İslamsı filozof prototipleri bir mahya gibi yükseltilirken, hakkın ifası için “Kuran mahlûk değildir!” diyen Ahmet bin Hanbel gibi âlimler zindanlarda çürütülür. Çile, çekilesi asaletiyle işte budur. Şeytanlık, ona buna değil, eğer Ahmet bin Hanbel’e “Kuran mahlûktur!” dedirtebilirse, Kuran’a ve onu anlayışta koruma mahfazası olan Ehl-i Sünnet’e öldürücü bir pençe vurmuş olacağını da bilmektedir. Ama Ahmet bin Hanbel gibi âlimler Allah’ın adamlarıdır. Allah’ın, Hak yolunu teslim etmeyişine nişane ve vesile kıldığı adamlardır. Aristo’yu rüyasında görmekle şereflendiğini düşünecek kadar Yunan sefih aklına don indirmiş Halife Memun, bir Ramazan ayında İmam Hanbel’i tutuklatır. Ramazanın itikâf devresi olan son on gününde de aralıksız kırbaçlatır. Bu acıyı dindirmek için İmam Hanbel’e iki kelimeyi zikretmesi yetecektir:

“Kuran, mahlûktur!”

Oysa İmam Hanbel, bunun sadece iki kelimeden ibaret öylesine bir kıymet hükmü olmadığını bilmektedir. İslam’ı selim akıl ve asil irfan plânında çökertecek ve Allah ile âlem arasında gerçek nispet ilişkisini zedeleyecek tarafıyla bu iki kelimeyi söylemez. Bu sıralarda Halife Memun ölür. Ama İmam Hanbel için çile bitmez. Memun’un kardeşi Mutasım, yeni halife sıfatıyla bu zulme devam eder. Büyük imam, kırbaçlar altında inletilir, günler boyunca zindanlarda dövülür, hatta bayıldıkça kılıçlarla dürtülür ve ayıldıkça yeniden dövülür. Ama O “Kuran Mahlûktur!” demez. Dese işin gelecek nesiller için nerelere varacağını bilir. Bir defasında onu zindandan sürükleyerek Mutasım’ın huzuruna getirirler ve karşısında, devletin Kuran hakkındaki resmi ve batıl görüşünü kabul etsin diye birkaç kişinin boynu vurulur. Göz dağıdır bu… Ama O gene de göz bağına gelmez ve teslim olmaz. Hatta bir ara İmam Şafiî’nin talebelerinden birini görür ve bir boşlukta ona:

“Mest üzerine mesh hakkında İmam-ı Şafii’nin görüşü nedir?”

Diye sorar. Halifenin yalakalık yolundaki adamları, sadece İslam’ın yolunda olan İmam’ın bu tavrına gülerler ve:

“Adamın boynu vurulacak, merak ettiği hususa bak!”

Diye de dalga geçerler. Oysa bu tavır, milyon baş verilse de tek taşına gadr gelmemesi için İslam’ın iman ve itikat surlarını muhafaza tavrıdır. İmam Hanbel bilmektedir ki; ayaklarındaki prangaya sebep, Allah Resulü’nün, gönül kulağına küpe diye taktığı şu Hadisidir ve kendisine şereftir:

“Zalim sultana hakkı söylemek, cihadın efdâlindendir!”

İslam’ın, itikat, iman ve amel esaslarını, yetmedi dost ve düşman kutuplarını doğru isabetlemek için ölmek, İslam’da olmanın baş amilidir ki; âlimliğin birinci elden amel-i farikası da işte bu tavırda yaşamaktadır. İmam Hanbel’in, nefsi salahı için İslam’ın tek rüknünü asla feda etmeyici bu soylu tavrı olmaksızın misal, Mutasım’ın tahtı altında eğleşmek ve “mest üzerine mest” meselesi üzerinde görüş paralamak ne kadar soysuz ve muratsız bir ilim faaliyeti olur. Ama gerçek âlimler, daima soylu tavrı bürünürler ve İslam’ın istikbâle öz hakikatiyle intikali de böylece gerçekleşir. İmam Hanbel’den başka, İmam-ı Azam, imam Şafiî ve İmam Malik de, zulme ortak olmamak namına devirlerinin, o da kâfir-küfür idaresi de olmayan yönetimlerine baş eğmezler. Bu sebeptendir ki; başları hep dik olur ve Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat, bu başı dik olmak haysiyetiyle bizlere kadar ulaşır…

Cübbeli Ahmet Hoca, geçtiğimiz günlerde İslam düşmanlığı aleni Oda Tv’ye bir röportaj verdi. Evvela geçmişte de zikrettiği, zikretmekten pişman olmadığı ve tamamen samimi kanaatleri olarak beyan ettiği bazı cümlelerini kaydedelim:

“Bu vatan, ecdadımızın fethettiği vatanlar; bize vatan yapmışlar. Mustafa Kemal de kurtarmış. Bunu kurtarana nasıl düşman olacaksın yahu? Sevmemenin ne anlamı var?”

Mesajı açık:

“Mustafa Kemal’i seviyorum, siz de sevin!”

Sözlerini kaydetmeye devam edelim:

“Şimdi, burada bir vatan toprağındayız; burada Mustafa Kemal uyumamış, yememiş, içmemiş. Bu bir fedakârlık ister. Kaç yaşında vefat etti... Çok yaşamış bir insan değil… Cepheden cepheye hizmet etmiş... O günkü şartlarda, o günkü zorluklar içerisinde bunu yapmış. Hilafeti bile kaldırırken çok üsluplu, çok usturuplu mesela… Şimdi o günkü şartları bilmeyen, o gün onun karşılaştığı şeyleri bilmeyen, kâr zarar hesabı yapamaz. O tercihi neye göre yaptı, akıllı olacağız; yani her şey istediği gibi tozpembe miydi dünyada? Yeni kurduğu bir devlet, her şeyi kabul ettirebilecek durumda mıydı?”

Mesajı açık:

“Bu güne kadar akılsızlık edildi ve Mustafa Kemal sevilmedi. Oysa vatan için çok fedakârlıklar yapmış birisi olarak Mustafa Kemal, aldığı ve akılsızlığımızdan dolayı hoşumuza gitmeyen bir çok kararı mecbur kaldığı için aldı. Hatta hilafeti bile usturuplu olarak kaldırdı…”

Hilafetin usturupsuz nasıl kaldırılabileceği sorusunu da bize tedai ettiren bu cümleleri bir kenar koyalım ve Cübbeli Ahmet Hoca’nın sözlerini kaydetmeye devam edelim:

“Mustafa Kemal’in, bizim hocamıza, yani Mahmut Efendi'nin hocasına, Hacı Aşıkkutlu Efendi’ye beraatı var, izni var. Of’un köyünde, gidin orada kursta Atatürk'ün izni var. Hacı Aşıkkutlu Efendi gitmiş Ankara'ya, demiş; ‘Ben Kuran okutacağım, Jandarma basıyor!’… Tabii bin türlü olay var memlekette… Kimin ne yaptığı belli değil… Atatürk onunla görüşmüş, demiş ki ‘Tamam! Biz neden izin vermeyelim, senin gibi insanların Kuran okutmasına...’ Mahmut Efendi bile çocukluğunda, o iznin altında okumuş. Verilen iznin yani, hocasına izin vermiş. Yeni bir devlet kurulmuş, karşı ataklar var, burada bazı tedbirler almak gerekiyor. Bu tedbirleri alırken de bazı şeyler de hata payı oluyor. Ulaşım yok, eskisi gibi, şu yok, bu yok. Oradan bir haber geliyor, jurnal oluyor, ispiyon oluyor, şu, bu... Ama anlarsa ki; bu adam hakikaten istismarcı değil, din adamı, Kuran okutacak; vermiş ona izin... Kaç tane böyle benim tanıdığım yer var…”

Cübbeli Ahmet Hoca’nın, Müslümanlar karşısında Kemalizmin kullandığı bir tezini de doğrular nitelikteki mesajı açık:

“Mustafa Kemal, evet hocaları astı ama sadece sahtekâr ve din yobazı hocaları astı… Yoksa Mustafa Kemal, gerçek İslam anlayışına her zaman saygılı olmuş ve destek vermiştir… Mahmut Efendi bile, onun verdiği desteğin ortaya çıkardığı bir âlim ve velidir… Atatürk’ün böylece açılmasına ruhsat verdiği bir dünya ilim ve Kuran merkezi yer var, ben biliyorum…”

Cübbeli Ahmet Hoca, Mustafa Kemâl’in, kâmil bir mümin olduğunu ispat sadedinde devam etsin:

“Mesela Mustafa Kemâl’in tefsir yazdırması... Buharî’yi tercüme ettirmesi... ‘Bu millet ne okuduğunu anlasın!’ demesi... Elmalılı Hamdi Yazır gibi, en iyi ilmi, o gün için en Ehl-i Sünnet, Mâtürîdî Hanefiye ekolünden olan birine yazdırması... Diyanet’i kurması, Diyanet’e bütçe ayırması, Diyanet’i desteklemesi... Yani, Atatürk o günkü şartlarda, o günkü imkânsızlıklar içerisinde, bu vatanı kurtarmış. Burada namaz kılıyoruz, burada Kuran okuyoruz, zikir yapıyoruz. Allah o gün, bu işte emeği geçen, zerre kadar uykusundan fedakârlık eden, tüm ecdadımıza, gazilerimize, şehitlerimize, rahmet eylesin. Bugün Müslümanlık adına, İslam adına, yapılan her bir ibadetin sevabından o günkü İstiklal Savaşı’nı yapanlar, Kurtuluş Savaşı’nı yapanlar, bu savaşlarda zerre kadar emeği geçenler hisse alır… Şimdi buna düşmanlık yaparak yıpratmanın kimseye faydası yok…”

Cübbeli Ahmet Hoca’nın mesajı gene açık:

“Mustafa Kemal, İslam’ın öğrenilmesi için yaptığı hizmetler çoktur. Hem zor şartlar içinde vatanı kurtarmış… O olmasaydı, biz burada nasıl namaz kılacak, Kuran okuyacak, zikir çekecektik? Bu yüzden Peygamberimizin dediği üzere, Türkiye Cumhuriyeti bu şekilde ayakta kaldıkça, kılınan namazlar, tutulan oruçlar, çekilen zikirlerden hasıl olan toplam sevap, Mustafa Kemâl’in hasenat defterine de yazılacak, böylece hesap gününe kadar Anıtkabir nur ile dolacak ve taşacak…”

Cübbeli Ahmet Hoca’nın dedikleri, tefsire ihtiyaç duyulmayacak ve zihin özürlü olmayan herkesçe anlaşılacak kadar açık… Zaten bu sözler tefsire değil de, Mustafa Kemâl’in İslam düşmanı olduğuna inanan bazı müminlerce öfkeye muhatap tutuldu. Oysa öfke serdetmenin bir anlam taşımadığını düşündüğümüz bu meselede vaziyeti ne öfke serdinde, ne tarih paralamada, ne hadiseleri alenen ters yüz eden adama karşı düzü terse, tersi düze getirmek için çabalamada değil, doğrudan doğruya ana ve vakıaya şahitlik etmekle göstermeli… Şahitlik mi? Evet… Ne öfkelenilsin, ne tarih paralansın, ne hokkabazlığa karşı hakikat izahına girişilsin, bir gün öldüğünde fırsatı olanlar Cübbeli Ahmet Hoca’nın cenazesine gitsin ve imamın “Nasıl bilirdiniz?” sualinden hemen sonra müminler önünde ve Allah indinde şöyle şahitlik etsinler:

“Cübbeli Ahmet, Mustafa Kemal’i sever, bizden de Mustafa Kemal’i sevmemizi isterdi…”

Halis ve gerçek mümin, böyle bir şahitliğin, kişinin mezarına nâr mı, yoksa nur mu dolduracağını iyi bilir… Allah cümlemizi nârdan koruyup nura doyursun…

Yaz biter, kış gelir yapraklar silinir, kış biter, bahar gelir karlar silinir, mevsimler döner, eserleri tekrar yazılmak üzere silinir ama insan için keskin kanaat ve tutum dönüşleri asla yadlardan silinmez… Cübbeli Ahmet Hoca’nın, Fetulah Gülen’e diyalog mevzuunda başlarda muhalefet ettiğine, sonra bir vesileyle hapse atıldığına, hapisteyken ileride yaşanacak 15 Temmuz darbe girişiminin baş aktör ve firarisi Adil Öksüz tarafından ziyaret edildiğine, bu ziyarette kendisine eğer Fetulah Gülen lehine demeç verirse hapisten çıkarılacağının söylendiğine, tam da denilene uygun olarak bu andan itibaren Cübbeli Ahmet Hoca’nın Fetulah Gülen’e misilsiz methiyeler düzdüğüne, bu methiyeleri düzerken daha evvel Fetullah Gülen hakkında menfi referansını kullandığı Mahmut Efendi’yi bu defa müspet manada referans olarak kullandığına, sözünü desteklemek Peygamberimizin geçtiği rüyalar aktardığına, bir gün Fetö tüm çıplaklığıyla ortaya çıkıp da devlet ve millet için terör örgütü olarak tescillendiğinde ise bu defa gene Fetulah Gülen aleyhine döndüğüne, kendisine “Ne için en evvel sövdünüz, sonra övdünüz, sonra gene sövdünüz?” dendiğindeyse “Korktum, ne yapayım?” dediğine şahit miyiz?

Maatteessüf, şahidiz… Korkunca, sadece kötüye kötü demeyi bırakmakla da kalmayıp, kötüye misilsiz iyi dediğine de maatteessüf, şahidiz…

Kafamızı fikir hanemizden pek çıkarmasak da, topluma yabancı toplum mühendislerinin ne gibi içtimaî mühendislikler tasarladığını da hissetmiyor değiliz… Recep Tayyip Erdoğan’la baş edemeyeceğini anlayınca, hiç bari ondan sonrası için sinsi hazırlıklar yapan ve adam hazırlayanların olduğuna, hatta bu çıfıt hazırlığı içinde bulunan bir kısım kimsenin bizzat Cumhurbaşkanı’nın etrafında bulunduğuna, bu geçiş-hazırlık sürecinde de, geçtiğimiz asrın Kemalist-Laik uygulamalarına halis ve gerçek müminin bakışı açısından rot ve balans ayarları çekildiğine, bütün bu hengâmede de ellerinde, üzerine kredi çekilen tinerciler gibi ve günah keçisi vasfıyla “İsmet İnönü”nün bulunduğuna ve bu bulunuşu bir avantaj gördüklerine vakıfız… Yeni Türkiye’yi, Yeni Osmanlı diye beklerken karşılarında, çarşıdan bir tane alınıp evde bin tane olan nar değil de, çarşıdan nur alınıp evde “nâr” olan bir “Yeni Kemalizm” projesi bulan müminler, kendi kendilerine dönmeli ve kısır fikir tartışmalarının uzağında vicdanlarına şu soruyu sormalı:

-Bir vakittir, şurası küçük, burası önemsiz demeden Türkiye’yi tekke tekke dolandıktan sonra işin ucunu Doğu Perinçek’e öpücük, Oda Tv’ye röportaj, Mustafa Kemal’e de nurdan berat belgesi vermekle noktalandıran Cübbeli Ahmet Hoca, acaba nurlu iman kaideleri ve acı mümin hatırlarıyla, zulmanî laik umdeleri ve nefsî Kemalizm zulümleri arasında tesis edilmeye çalışılan çöpçatanlığın, din sahasındaki proje sesi midir?

Yeni Türkiye, Yeni Osmanlı ya da Yeni Kemalizm… Hepsini, kısır fikir didişleriyle beraber bir kenara bırakalım ve eski Azerbaycan’ın milli şairi Mehmet Emin Resulzade’yi şu mısrasıyla analım:

“Bir kere yükselen bayrak, bir daha inmez…”

Nazlı ve asil bayrak bir kere yükseldi mi, bir daha inmez… Bu kıymet hükmünü, aciz ve fikirsiz hocalar için uyarlayalım:

“Bir kere korkan hoca, bir daha korkar…”

Yanlış olan bir şeye, sırf nefsinin salahı için ayet ve Hadis referanslarıyla doğru diyen bir hoca…

Etraf bulanık ve puslu… Küfür kurtları ve zulüm sırtlanları peşimizde… Şapka takmadığı için kopan kafalar, Peygamber lisanında olduğu için susturulan ezanlar, İslam fethine sembol olduğu için müze yapılan Ayasofya, soyulan Türk ve Kürt kızları, sürülen İslam harfleri, kapatılan medreseler, ilim mahfilleri, dergâhlar, Allah’ın Resulü’ne hakaret edilsin diye yazılan ve okullarda okutulan ders kitapları, Mimar Sinan’ın mezarında ölçüsü alınmak üzere çıkarılan ve bir daha yerine konmayan kafatası, ecdadın türbesinde köpeklerin insafına terk edilen kemikleri, ahıra çevrilen camiler, maymuna çevrilen şehirler, daha neler ve neler… Bütün bu bulanık manzara karşısında durmayın, teslim olmayın, Velilik nurunun himmetine yaslanın ve tek vakit namazını kaçırmaktansa ölmeyi arzu edeceğini söyleyen Abdulhakim Arvasî Hazretlerine, kulaklarınızla beraber gönlünüzü verin:

“Ahirette namazıma, orucuma değil, Allah’ın düşmanlarına olan düşmanlığıma güveniyorum…”

Her bir namazı, bulutlar üstünde kılınmışçasına temiz olan İrşad Kutbu, sizce bu cümleyi kasıtsız ve öylesine bir perdeden mi söyledi, yoksa Allah’ın aleni düşmanlarına dostluğun imansızlığa eşdeğer olduğu bir itikat bağlamı ve bu malayaniliğin çokça müşteri bulduğu bir zaman aralığında, halis ve gerçek müminlere güç versin, eşya ve hadiseler karşısında daralıp da gevşediklerinde bu cümlenin zikriyle hayat bulsunlar diye mi?

Ey Allah ve Resulü’nün düşmanlarına düşmanlığı, en büyük sermayesi olan halis ve gerçek mümin! Ameline güvenme ve ana sermayenle oynatma!

1974 yılı… Kıbrıs Barış Harekâtı devresi… Belki de “Kıbrıs Fatihi olarak kim tescillenecek?” rekabetinin ortaya çıkardığı bir durum, Maltepe Camii’nde ve Bülent Ecevit talimatıyla ilk defa televizyon canlı yayınından ve Kıbrıs şehitleri için mevlit yayınlanması olarak tezahür eder. Mevlit yayınlanır, cami avlusundaki cemaate de mevlit şekeri dağıtılır… Ama devletin din nafakası, 1980’e kadar Kadir gecelerinde mevlit yayını yapmakla sınırlı kalır. Hal böyleyken 12 Eylül 1980 darbesini yapan cunta, yarım asrı aşkındır dini ortadan kaldırma faaliyetlerinin ters teptiğinin şuurundadır ve darbeden sadece üç ay sonra TRT’ye “İnanç Dünyası” isimli programı ısmarlarlar. Haftada bir gün ve 40 dakika olarak yayınlanan bu programda, orman sevgisi, çiçek sevgisi, vergi mükellefinin ereceği Allah rızası baremi durumu gibi mevzular işlenir… Bu arada mübarek gecelerde canlı yayında mevlit okunmalara da devam edilir. Dine dair her şey artık kontrol altındadır.

Fakat bu sıralarda istenmeyen bir şey olur. Canlı yayın bu, vaizlerden biri Fatih camiinde vaaz ettiği esnada Mustafa Kemal’e tazimle rahmet okur ama rahmeti okuduğu esnada yuhalanır ve bu yuhalamaya da bütün Türkiye şahit olur. Her şeyi hesap edenler, Fatih Camii ve Fatih semtinin cemaatini hesap edememişlerdir. Devlet teyakkuza geçer. Toplantılar yapılır, çareler aranır ve TRT’nin asker kökenli genel müdürü Macit Akman çözümü açıklar:

“Bundan böyle mevlit yayınları canlı olarak değil, bant yayını olarak yayınlanacak!”

Hani program yapılıp kaydedilecek, onu evvela oturup izleyecekler ve eğer bir aksilik olmuşsa onu kırpacaklar ve öyle yayınlayacaklar… Trajikomik bu hadisenin bizdeki tedaisi, tedaisiyle aklımıza bu trajikomik hadiseyi getiren mevzunun kendisidir ve havsalamıza yansıyan suali de şudur:

“Yoksa Cübbeli Ahmet Hoca, devlet tedbiri bir bant yayını mı?

Dergiler

Servet Turgut'un Kaleminden

© 2022 Seriyye Dergisi