Gertrude Bell -Cetvelle Dünya Haritasını Şekillendiren Kadın-

Yazan: 16 Mayıs 2020 2901

Düşmanı tanımak, tehlikeyi bertaraf etmektir.

-Fatih Sultan Mehmet Han-

Tam adı Gertrude Margaret Lowthian Bell. 18 temmuz 1868’de Kraliçe Victoria döneminde İngiltere'nin Durham kentinde ayrıcalıklı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Aristokrat bir aileye mensup. Babası Sör Thomas Hugh Bell, İngiltere’nin ilk alüminyum üreticisi. Üç yaşında annesini kaybedip, mükemmeliyetçi bir üvey annenin gözetiminde büyüdü. Oxford Üniversitesi’nin Tarih Bölümü’nden şeref derecesi ile mezun oldu. Üstelik bu bölümü şeref derecesi ile bitiren ilk kadın unvanına sahip. Bir arkeolog. Yedi dil biliyor; Almanca, Arapça, Farsça, Türkçe, Kürtçe, Çince, Japonca. Aynı zamanda sporcu bir kimliği de var. Yirmili yaşlarında 53 saat Alp Dağları’nda bir ipin ucunda asılı kalıyor. Onunla birlikte mahsur kalanlar şöyle diyor ‘’Bizi Gertrude’un azmi hayatta tuttu.’’

Sonda söyleyeceğimizi başta söyleyip, öyle devam edelim. Bilindiği üzere; Allah, malı dilediğine, ilmi ise dileyene, bedelini ödeyene vereceğini bildiriyor. Gertrude Bell’in otuz ülkenin sınırını çizmesi ve onlarcasının sınırında da belirleyici olması tesadüf değil haliyle. Ona Çölün Kızı, Irak’ın Taçsız Kraliçesi denmesinin yanında bir de ‘Müslüman Ortadoğu’da dört dönen İngiliz’ deniliyor. Gelin, bugünün şartlarında dahi rotası uçuk gelen seyahat defterine kısaca bir göz atalım…

1893-1899: Almanya, İtalya, İsviçre, Fransa

1899: İlk defa Kudüs

1900: Suriye

1902-1903: Hindistan, Burma, Cava, Çin, Japonya, Amerika

1905: Bir uçtan diğer uca tekrar Ortadoğu

1907: Anadolu

1917: Mısır

1921: Irak

Bu zorlu seyahatler ne için?

Cevabı şu: ‘Ordo ab chao’. Latince bir deyim. Mealen ‘Kaostan gelen düzen’. Order yahut Ordo kelimesinin birçok anlamı var; sipariş, emir, dernek, düzen, sistem… Sanıyorum ki bu deyimi ‘Düzene hakim olmak isteyenlerin sipariş üzere çıkarttığı kaos’ şeklinde tercüme etsek, yanılmış olmayız…

‘’Dünya hızla bir savaşa gidiyor ve yeni dünya düzeni kurulacak. Bu düzeni önceden kim kurgularsa bundan sonraki yüzyıla, o hakim olur.’’

-William Ewart Gladstone, Victoria dönemi başbakanı-

Gertrude Bell, at ve deve sırtında aylarca Suriye ve Irak’ı karış karış geziyor. Çeşitli incelemeler yapıyor; nüfus gruplarının, kervan yollarının, su kuyularının, yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin, sosyolojik anlamda bütün etnik grupların haritalarını çıkartıyor. Yüzlerce aşiret ve kabileyle ilişki kuruyor. Hangilerinin arasında kan davası var, farklılıkları neler, tek tek raporluyor. Sonrasında ise Osmanlı’ya karşı kimler ve neler kullanılabilir, sualinin cevabı için Müslüman coğrafyasını adeta bir güve gibi kemirmeye başlıyor.

Günlüğünde şöyle yazıyor:

‘’Çok rahattık. Halkın bize olan güveni tamdı. Bizi seviyorlardı. Zaman zaman arkeolojik kazılar yapıyorduk ama daha çok diğer konularla alakalı rapor tutuyorduk. Bölge halkına başka medeniyetlerin izlerinin olduğunu söylemeye çalışıyorduk. Yahut burası sizden bir parça, sizin aslınız bu diye ikna etmeye çalışıyorduk. Çoğu zaman da başarılı oluyorduk.’’

Bell, 1907'in Mart'ında arkeolog William Ramsay ile birlikte Anadolu'ya gelip bir süre sonra İngiltere'ye dönüyor. 1908 yılında İttihat ve Terakki’nin II. Abdülhamit Han’a yaptığı darbe ile Osmanlı’nın Ortadoğu’daki gücü, gün geçtikçe zayıflıyor. Akabinde coğrafyada ortaya çıkan bu boşluğu Hicaz Demiryolu üzerinden doldurmaya çalışan Almanya’nın, Hindistan’da hakimiyet kurmak isteyen İngilizler için bir tehdit olduğunu gören Bell, bunu raporluyor.  Ocak 1909'da Osmanlı coğrafyasına bir gezi(!) düzenleyen Bell, bu sırada Geç Hitit dönemine ait olan Karkamış'ta önemli keşif ve incelemelerde bulunup ve bu bölgede kısa süreli kazılar yapıyor. Bu işin paravan kısmı tabi ki. Bir arkeolog olarak geldiği Anadolu’da Konya, Kapadokya, Adana ve Diyarbakır’da araştırmalar yapıp, Kürt ve Hristiyan köylerinin listesini çıkartarak, hangi aşiretler devletten yanadır, ihanet etmeye hangileri müsaittir, tek tek kayıt altına alıyor.

Düşmanın en sevdiği hilesi, dostu dosta kırdırmaktır.

-Ertuğrul Gazi-

Halihazırda kaynayan dünyada Arşidük Ferdinand’ın öldürülmesiyle fitil ateşlenince, Avusturya ve Macaristan, Sırbistan’a savaş açıyor. Rusya’nın savaş ilanıyla, Almanya’nın da seferberlik ilan edip Fransa sınırına dayanmasıyla birlikte, İngiltere, Fransa ile güç birliği yaparak Almanya’ya savaş ilan ediyor. Doğuda Almanya, Osmanlı ile müttefik oluyor. İngiltere Bahriye Nazırı W.Churcill ‘’Türklerin önünü kesmek için’’ farklı coğrafyalardan binlerce askeri Gelibolu’ya çıkartmak istiyor. Gayesi boğazı ve Payitaht’ı ele geçirerek Rus ordusuna gerekli desteği sağlayıp, ‘’Türk-Alman müttefikliğinin belini kırmak’. Bell’den derhal rapor ve haritalarını İngiltere Savaş Bakanlığı’na sunması isteniyor ve böylece o, sürecin kilit ismi oluyor.

Birinci Dünya Savaşı’nda İngiltere, Gelibolu’da hezimete uğrayınca, Bell, Kahire Arap Bürosu’nda çalışmaya başlıyor. Görevi: daha önceki seyahatlerinde raporladığı ihanete elverişli aşiretlerle bir olup Osmanlı’ya karşı batıda başlayan isyanı daha geniş coğrafyalara yaymak. Gelibolu’dan sonra Kut-ül Amare’de de hüsrana uğrayan İngiltere, bu savaşta bölgedeki bütün askerlerini esir verince, bu hezimet İngiltere’de ekonomiyi alt üst ederek, İngiliz kamuoyunun hükümete olan güvenini sarsıyor. Bell, İngilizlerin bu zor zamanında Savaş Bakanlığı’na sunduğu raporda, devamlı temas halinde olduğu aşiretler vasıtasıyla ‘Türklerin işini Körfez’de epey güçleştirmek mümkün’ diye yazıyor. Ve meşhur Lawrence’ı Ortadoğu’da Osmanlı’nın, Müslümanlarla olan bağını kesmek için adeta bir kılıç gibi kullanıyor. Lawrence, Gertrude Bell için şöyle diyor: ‘’O, annemden farksızdı, ne bildiysem ondan öğrendim.’’. Sonrası malum; kafasına koyduğu hemen her işte hırs ve azmiyle zafere ulaşan Bell, bir silahşör edasıyla Lawrence’ı kullanmakta da mahir olduğunu tüm dünyaya kanıtlıyor.

1917’de Kahire Ortadoğu Konferansı’nı toplayarak Irak’ın haritasını çizerken babasına gönderdiği bir mektupta şöyle yazıyor: ‘’Bütün günümü ofiste geçirdim. Irak’ın güneyindeki çöl sınırını belirledim.’’. Ve 1921’de Osmanlı’ya ihanetin baş aktörü Şerif Hüseyin’in oğlu olan ‘piknik arkadaşı Faysal’ı Irak’ın ve yine Şerif Hüseyin’in oğlu olan Abdullah’ı ise Ürdün’ün ilk kralı olarak tahta çıkartıyor.

Gertrude Bell, 12 Temmuz 1926 yılında yüksek dozda uyku hapı alarak intihar etti ve Bağdat'ın Bab el-Sharji ilçesinde, İngiliz mezarlığında toprağa verildi. Cenazesi, İngiliz yetkililer ve Irak Kralı dahil olmak üzere binlerce insanın katıldığı büyük bir olay. Ardında 9 kitap, 16 günlük, 7000 fotoğraf, 1600 mektup ve sayısız rapor bıraktı.

Tüm rahatını, servetini, dünyalık anlamdaki hemen hemen her lüksünü terk ederek, dönemin malum şartlarında yıllar süren seyahatlere atılmasındaki ana güdücü neydi peki? Bu zulmet değirmeninin suyu nereden geliyordu? Dönemi pembe köşelerinden izleyen magazin tarihçileri, bu suale karşı şöyle bir manşet atıyor muhataplarının zihinlerine: ‘’Aşkı uğruna Osmanlı’yı bitiren kadın’’. Devamında ise aktarıyorlar ‘’ Bell 1907’de Anadolu’daki kiliselerle ilgili bir araştırma yaptığı sırada Konya’ya da geldi. Ve o sırada hayatının aşkıyla tanıştı. İngiltere’nin Konya Askeri Konsülü Binbaşı Dick Doghty-Willie... Binbaşı evliydi. Gizli kapaklı buluşmalar ve mektuplarla sürdü bu aşk. Fakat hiç beklenmedik bir şey oldu. İngiliz Binbaşı 1915’te Çanakkale Savaşı sırasında hayatını kaybetti. Bell, o tarihten sonra Türklerden nefret etmeye başladı.’’ İngiliz istihbaratı adına çalışan Gertrude Bell’in Anadolu’ya sadece arkeoloji kazıları için geldiğini varsayarsak tutarlı bir senaryo olabilir. İlmetmek için geldi, aşık oldu, sonra aşkının intikamını aldı… Lakin Bell’in Osmanlı coğrafyasında 1899 yılından itibaren tutmaya başladığı istihbarat raporlarını, henüz varlığından dahi haberinin olmadığı ve yedi yıl sonra tanışacağı ‘yasak aşk’ının intikamı için hazırlıyor olması savını öne sürmek, takdir edersiniz ki abesle iştigal etmekten öte bir şey değil.

Alemde hiçbir tutum ve konumlanış yoktur ki, motivasyonunu ya Allah’tan ya da şeytandan alıyor olmasın!

-Servet Turgut-

Şüphesiz Bell’in motivasyonu, tıpkı Sokrates’in, Aziz Pavlus’un, Adolf Hitler’in, Aliester Crowley’inki gibi mutlak surette şeytaniydi. Şeytan, Bell’i adeta kırbaçlandıkça daha da hırslanan bir köpek gibi cehennemin dibine sürdü… Variyetli bir İngiliz kadınının, davası uğruna her şeyinden vazgeçerek Ortadoğu’nun haritasını yeniden çizdiği denklemde, biz neredeyiz? Rahmani motivasyona ve hak davanın şuuruna sahip(!) hallerimizle, kendimize soralım; Nizamı Alem’i tesis ederek kavuşacağımızı umduğumuz Rıza-ı Bari yolunda kaç kitap okuduk, kaç makale yazdık, kaç coğrafya gezdik, kaç kurşun sıktık, kaç kavgaya girdik, kaç insan yetiştirdik, kaç dil öğrendik, bu uğurda şu yaşımıza kadar nelerimizi vakfettik? Evimizde sıcak suyla aldığımız abdestle, yumuşak dizlerimizin sıhhati için kalın halıseccadelerde namazlarımızı eda ediyoruz ya, daha ne olsun değil mi? Cevap, Seyyid Abdulhakim Arvasi Hazretlerinden; ‘’İki rekat namaz kılmakla İslam olmaz! İslam, ilahi ahkamı icranın adıdır!’’. Bu icra faaliyetinin de yattığımız yerden gerçekleştirilemeyeceği gün gibi ortada. Yazıyı noktalarken, vicdanımızın aynasında şu sualle yüzleşelim;

‘Sahi, bizim İslam diye bir davamız, kavgamız, aşkımız var mı?’…

Dergiler

Servet Turgut'un Kaleminden

© 2022 Seriyye Dergisi