Bu sayfayı yazdır

Mustafa Armağan ile Röportaj

20 Nisan 2019 3889

Hocam, meselemize Üstadımız Necip Fazıl Kısakürek’in “CHP bir parti değildir!” deyişinden başlayalım… Birinci Cihan Harbi ile İkinci Cihan Harbi arasında Avrupa ve dünyanın başka yerlerinde de sistem değişiklikleri oluyor. İtalya’da Faşizm, Rusya’da Bolşevizm, Almanya’da Nazizm… Ve bunun gibi yirminin üzerinde irili ufaklı rejimler kuruluyor. İşte İspanya’da Franco… Bizim bahtımıza da Kemalizm düşüyor tabi… Bugün, mevzu bahis ettiğimiz bu sistemlerin hiç biri yaşamıyor. Ama değişik ton ve pozisyon farklılıklarıyla beraber Kemalizm ruhu hala ayakta… Bunu ortalama bir Kemaliste sorsak, bize temelsiz bir sürü güzelleme yapardı. O yüzden bu suale muhataplık belirten en vukufiyetli ve donanımlı kişilerden birisiniz… Size soruyoruz; CHP bir parti değilse nedir ve neden hala bugün küfrün Türkiye’deki lokomotifliğini yapabilme dirayetindedir?

Cumhuriyet Halk Partisi aslında Türkiye’yi dönüştürmek üzere istihdam edilmiş bir yapının devamıdır. Bir din devleti olan Osmanlı’yı laik bir yapıya dönüştürmek için istihdam edilmiş bir organizasyondur. Bu organizasyon aslında 1923’te değil, 1923’ün öncesinde başlayan, İttihat ve Terakki ile de derin bağları olan ve Sultan Abdülhamid’in devrilmesine kadar giden sürecin içerisinde bulunan bir zihniyetin devamıdır. Dolayısıyla biz Sultan Abdülhamid’ten başlattığımız zaman, evvela Jön Türkler daha sonra İttihat ve Terakki, İttihat ve Terakki’den sonra da Milli Mücadele ve devamında siyasi parti kimliği kazanmış olan bir yapıdır. Şimdi böyle baktığımız zaman Meşrutiyetin ilan ettirilmesi, daha sonra 31 Mart Vakası, Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilmesi ve bilahare cumhuriyet inkılaplarının yapılması gibi bir takım görevleri oldu bunların. Dolayısıyla, bir siyasi partiden çok daha uzun bir döneme yayılıyor. Bu bahsettiğimiz süreç yaklaşık yüz yılı aşkın bir dönemdir. Bu yüz yılı aşkın dönemde yapılanlara baktığımız zaman da meselenin ne olduğu aşağı yukarı anlaşılıyor. Dolayısıyla CHP’yi sadece bir siyasi parti olarak değerlendirmek yanlış olur. Bunun altında oturduğu zemine baktığımız zaman daha net olarak gözüken şudur; bu toplumu ait olduğu o İslam medeniyeti çerçevesinden sökerek başka bir medeniyete monte etmek gibi bir görevi olan yapıdır CHP. Buna çeşitli şekillerde isimler verilebilir…

1932’de CHP Ezan-ı Muhammedî’yi Türkçe şarkıya çevirdi ve minarelerden 1950’ye kadar cebren okuttu. Şimdi 2019’dayız. CHP’li bir meclis üyesi cami yapılmaması için grup olarak verdikleri önergeyi savunuyor ve “Ezanı çok seviyorlarsa, kaset alsınlar ve evlerinde dinlesinler!” diyor. Bu CHP’nin varlık sebebini yerine getirmesi… O yüzden CHP nasıl düzelecek gibi bir soruyu da budalaca buluruz. Ama size şunu soracağız; CHP’den kanun ve siyasi taktik yoluyla ne sebeple topyekûn kurtulamıyoruz. Menderes’ten Özal’a, Özal’dan Tayyip Erdoğan’a, millet üzerine düşeni yapıyor bizce… Meclis’te bağlar mı gevşiyor yani… Ya da İzmir özelinde, sağ siyaset, CHP ve onun ruh köklerimiz üzerindeki tahribattan doğan mülkiyet haklarını kabul mu etti?

Türkçe ezan, bu ekibin yaptığı icraatların geldiği son noktalardan bir tanesidir. Daha ona gelene kadar şöyle bir baktığımız zaman; saltanatın kaldırılması, cumhuriyetin ilan edilmesi ve akabinde hilafetin kaldırılması, aynı gün medreselerin kapatılması ve Şer’iyye ve Evkaf Vekaleti’nin (Bakanlığının) lağvedilmesi, bunun yerine Diyanet İşleri Başkanlığının kurulması ve hemen arkasından 1925 yılında şapka inkılabı gibi birçok şeyi görebiliriz. Nasıl bir inkılapsa artık… Şapka inkılabı diye bir şeyin ne kadar komik olduğunu anlatmak için bir yabancıya “Hat Revolution” yaptık biz dedim. Adam,  “Şapkayla devriminin ne alakası var? Şapka bir modadır, ister şapka giyersin ister başka bir şey!” dedi. “Sen ne biliyorsun ki? O şapka inkılabı yüzünden bizim bildiğimiz 52 kişi idam edildi. Bu inkılabın mazlumlarının daha tam sayısını bile bilmiyoruz, bildiğimiz kadarı bu...” dedim. Bu sözler üzerine o yabancının gözleri fal taşı gibi açıldı… Maalesef şimdilerde insanlara gayet normal geliyor bu 52 insanımızın asılarak şehit edilmesi. Devamında Şeriatın son kalesi olan Mecelle’nin kaldırılması, 1927 itibariyle din derslerinin kaldırılması, 1928’de harf inkılabının yapılması ve bütün bunlar vesilesiyle İslam’la bağların adım adım kopartılması… Bakınız, 1929’da Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumunun kurulması çok kritik bir öneme sahiptir. Düşünün, sizin dilinizi ve tarihinizi yeni baştan formatlıyor bu kurumlar... Bilgisayarı nasıl formatlarsın da sıfırdan başlatırsın, onun gibi… Hz. Adem’den başlatırken bir anda tek hücreli canlılardan başlatmaya başlıyorsun. O kadar paradigma tamamen bir anda değişiyor. Dil desen, Kuran ve İslam’la bağlantısı olan kelimeler tasfiye ediliyor. Kalan kelimeler ise öz Türkçe kelimelermiş! Yani öz Türkçe konuşacakmışız! Saçma sapan bir şeydir bu! Bu saçmalıkların devamı da geliyor tabi… 1930’lu yıllarda Ayasofya’nın müze yapılması gibi… Bütün bu sürece baktığımız zaman, Türkçe ezan uygulaması bütün bu yapılanların mantığına uygun bir şey zaten. Fakat Türkçe ezan, bir Müslümanı her gün beş defa duyarak etkilediği ve o zamanlar namaz kılma oranımız bugüne göre çok daha yüksek olduğu için, Müslümanların hayatında önemli bir kırılma meydana getiriyor. Dinlerine hakaret edildiği algısı oluşuyor insanlarda… Ve ezanın Şiar-ı İslam’dan olması, kıldıkları namazın da kabul olup olmadığı yönünde ciddi bir problem olarak karşılarına çıkıyor. Yani ezan okunmayan yerde namazı nasıl kılacaksın? Hadi kısık sesle okudun diyelim, o zaman camiler ne olacak? Bugün camilere gitme oranı giderek düşüyor. Camilerde devam eden Müslümanların az olmasının bir sebebi de budur. Çünkü o devirde insanların ayakları camilerden çekildi. Ne kadar bir süre idi bu?  1932-1950 arası, yani toplamda 18 yıl… Bir nesil arada uçtu gitti böylece… Dolayısıyla bir nesil gidince, önceki nesille olan bağ da kopmuş oldu. Yani cami nedir? Niye gideriz camiye? Bu alışkanlığı bir insan kaybettiği zaman, yeni nesillere de bunu kazandıramadığınız zaman onun tekrar ihdası çok zordur.

Ben Suriye’ye gittiğimde millet cümbür cemaat camiye geliyor, namazını kılıyor, kıldıktan sonra da kendi evi gibi 15-20 dakika uyuyor ve sonra da kalkıp işine gidiyordu. Bir bakıma onların günlük hayatının bir parçası cami… Türkiye’de ise camiler yalıtılmış, tecrit edilmiş bir hale geldi. İşte bunun da altında bence o dönemde yapılanlar yatıyor. Belki de asıl maksat oydu ve bu icraatlar ile insanlar camiden soğutuldu. Dolayısıyla Türkiye’deki algı, 1923’ten, Ayasofya’nın kapatıldığı 1935’e kadarki 12-13 yılda tarumar edildi ve sonuçta İslam’la bu ülkenin arasında kurulmuş olan derin bağ gevşetilerek zayıflatıldı. Aslında kopartılmaya uğraşıldı, kopartılamadı belki ama çok zayıflatıldı. Bugün ne kadar toparlanmaya çalışsak dahi, o günkü yapılan şeylerin sonuçlarını yaşıyoruz. İstenilen şekilde olmuyor. Bu çerçevede bütün bunların yapılması için hangi güçler seferber edildi, nasıl cebri tedbirler uygulandı? Mesela bir semtte bir tane cami bırakılıyor ve diğerleri kapatılıyordu. 500 metre yakınında bir cami varsa hepsi kapatılıyor ve tek bir tane bırakılıyordu. Tokat’ın Erbaa ilçesinde bana demişlerdi, koca ilçede sadece iki tane cami açıktı ve diğerleri kapalıydı diye... Buğday deposu vesair şekillerde kullanılıyormuş camiler… Bunlar yaşanan ve bilinen olaylar. Dolayısıyla CHP’nin bu ülkede temel vazifesi, ülkenin kendi değerlerine yabancılaşmasını ve başka bir değer sisteminin onlara aşılanmasını sağlamaktır. Adamlar kalkıyor ve 1930 yılının Türkiye’sinde Darwin teorisini okutturuyor kitaplarında. Bu ülkenin insanının gerçekliğiyle bir alakası olmayan, bilimsel olarak kanıtlanmış ve kabul edilmiş bir şey de değil bu teori... Bugün bile Amerika’nın birçok yerinde okutulmuyor, bazı eyaletler okutulmasını kabul etmiyor bu teorinin. Aradan yüz sene geçmiş olmasına rağmen değişen pek de bir şey yok aslında… Peki asıl dert, esas mesele nedir? Esas mesele, İslam’la olan bağın kesilmesi ve onun yerine laik, seküler, hümanist bir anlayışın yerleştirilmesidir. İşte bunun için o yıllarda, özellikle 1930’lu yıllarda Mevlana’nın, Yunus Emre’nin, Hacı Bektaş-i Veli’nin bütün görüşleri değil de “Sevelim, sevilelim, dünya kimseye kalmaz.” diye çarpıtılan düşüncelerinin ya da ‘’Gel, ne olursan ol yine gel.’’ tarzında onların da gerçek felsefesiyle alakası olmayan bazı sözlerinin allanıp pullanıp piyasaya sürüldüğünü görüyoruz. Yunus Emre daha önce Osmanlı tarafından bilinmiyor muydu? Gayet tabi biliniyordu... Ama 30’lu yıllarda Yunus Emre özellikle gündeme getirildi. İşte örnek Müslüman bu, bak Yunus Emre ne kadar da güzel söylüyor gibi... Hâlbuki Yunus Emre’nin bütününü okuduğun zaman onun derin tasavvufi felsefesi hiçbir şekilde o yoruma müsait değil... Bence bu çok önemli. Ama ezan bizim insanımızın günlük hayatına sürekli etkide bulunduğu için onun her okunuşu kendi inancına ve kişiliğine bir saldırı olarak algılandı ve ezan meselesinde duvara dayandı. Yani daha geriye gitme şansı kalmadı. Çünkü onda da gitse zaten inanç noktasında daha savunabilecek bir şey yok. Kuran zaten yasak, onu öğretecek bir şey yok... Bir ezan var, ona karşı da direniyor. Halkın çeşitli şekillerde direndiğini biliyoruz. Dolayısıyla ondan daha ileriye gidemediler. Yani bir Hristiyanlaştırma ya da tamamen açıktan ateizme sürükleme noktasına gelemediler. Bu arada ne oldu? Çok partili hayat dönemine gelinmiş oldu. Halka rağmen bunun daha fazla devam ettirilmesi mümkün olmadığı için doğrudan geri adım atıldı. Demokrat Parti de büyük ölçüde CHP’nin içinden çıkan kişilerdi. Ama onlar gördüler. Halka rağmen bunu yapmanın doğru olmadığını idrak edecek kadar akıllı insanlardı. Ve neticede ezan meselesinden geri dönüldü. İşte bugüne kadar müspet anlamda ne olduysa 1950 virajından sonra oldu ve CHP’nin prangasından bir şekilde ucundan da olsa kurtulabildik. Ama çarkın mili öyle bir oturtulmuş ki bu prangadan bugün dahi kurtulamıyoruz. Bugün belki sayısal olarak çoğunlukta değiller belki ama etkinlik, cesaret, kararlılık ve bir noktaya odaklanma becerileri bakımından yüzde otuzluk halleriyle yüzde yetmişi yönetebiliyorlar. Böyle bir durum var ortada... Bu çok çarpık bir düzen ama maalesef gerçeklik de bu…

PHOTO 2019 03 23 20 24 11 Kopya

Bugün CHP tekelinde “Mustafa Kemal’i koruma ve Mustafa Kemal’le korunma” gibi bir füze savunma sistemi var galiba… Kurtuluş Savaşı’mızdaki, -ki CHP’nin varlığı sebebiyle bizce Kurtuluş Savaşımız henüz tamamlanmamıştır- aslan payını CHP, inhisarına alıyor. Bir yerde CHP’ye karşı olmak devlete karşı olmakmış gibi algılatılıyor. Mesela bizim yaşlarımız, son 15, 20, 25 yıllık siyaset tarihimizi hatırlamaya müsait… Ve CHP bu fotoğrafta daima başörtüsüyle uğraşan, ezana yüz buruşturan, namazdan iğrenen, camiye dirsek gösteren bir suretle duruyor. Yolsuzluklar, hırsızlıklar, soygunlar… Onlara hiç girmiyoruz bile… Çankaya CHP Belediye Başkanı, CHP Meclis üyeleri için “Yamyamlar! Belediyenin kanını emdiler!” gibisinden bir ifadede bulunmuştu. Gizli bir ses kaydıydı bu… CHP’yi, partilerden bir parti olarak görmek nakısasından milletimizi ve sağ siyaseti sizce ne kurtaracak ve CHP’ye karşı topyekûn bir kurtuluş safhasına nasıl geçilebilecek… Milletimiz bunu hissediyor belki ama kurtarıcı adım yoluna giremiyor, girdirilemiyor…

Yani bu bir kalkan olarak, alet olarak kullanma meselesi… Kanunla korunan bir Mustafa Kemal olduğu sürece, CHP de bu kozu kullanmakta tereddüt etmeyecektir elbette. Çünkü neticede diyecektir ki: “Benim partimin kurucusu o, onun meşru varisi de benim.” İş Bankası’ndaki hisse meselesi de aynı tartışmayı gündeme getirdi zaten. Dolayısıyla bunu kullanmaya hakları olmamakla birlikte, neticede böyle bir kanunla korunan devlet başkanının varlığı, onlar için bir koz oluyor. Hâlbuki, bunların Mustafa Kemal’i bilmeleri mümkün değil, Nutuk’u okusalar anlamaları mümkün değil. Çünkü Mustafa Kemal artık tarihi bir şahsiyet haline geldi. Yani ölümünün üzerinden 90 yıl geçti ve yazdığı metinler bugün anlaşılabilir olmaktan çıkarak arkaik bir metin haline dönüştü. Yaptığı icraatların bir kısmı kaldırıldı, bir kısmı ise devam ediyor. Türkçe ezan mesela… Ne oldu? Geri adım atıldı orada. Onun yaptığı bir uygulamaydı ama geri adım atıldı... Örneğin 19 Mayıs bayram olmaktan çıkarıldı. Onun zamanında olan bazı şeyler değişti. Sadece Menderes döneminde değil Menderes’ten önce de başlamıştı değişmeye… Dolayısıyla şimdi bunların oturupta Mustafa Kemal’le ilgili bir konuyu bilmeleri mümkün değil, zira bu ancak tarihçilerin bilebileceği bir konu. O kadar ayrıntıyı bilipte onları anlayabilecek mi, analiz edebilecek mi, karşılarına Osmanlıca bir belge çıksa bu belgeyi okuyabilecek mi bunlar? Yani onun el yazısıyla yazdığı bir şeyi okuyabilecek mi? Okusa bile onu anlayabilecek mi? Anlayamayacak... Yani bugün Türk toplumunun %99.9’u anlayamaz. Bakın net olarak söylüyorum, %0.01’de işte şöyle böyle anlar. Geri kalanı da tarihçiler ve bazı entelektüeller anlayabilir. Yani o seviyede bir bilgiye sahip olan Türkiye’de çok az bir kesim var. Ama şimdi bu tartışma tarihçilerin tartışması olacağına ne oluyor? Bir parti çıkıp diyor ki o benim tekelimde... Tekelinde ama sen o konuya hâkim değilsin, hâkim olmadığın konuda onu temsil ediyorum deme noktasına kendini nasıl koyuyorsun? Böyle bir şey olamaz! Dünya’nın hiçbir yerinde bir yorum tekeli kimsenin eline verilemez! İşte benzetmek gibi olmasın da; yani diyelim ki hadislerin yorum tekelinin bir kişide olduğunu ya da bir mezhepte olduğunu düşünün. “Siz başka türlü yorumlayamazsınız, sadece benim yorumladığım şekilde anlayacaksınız.” denebilir mi? Kardeşim benim de aklım var, ben de ilim öğrendim, benim de Arapçam var az buçuk... “Yok sen anlayamazsın, sadece ben temsil ediyorum.” diyorlar. Şu anda olan mesele budur. Dolayısıyla tarihi şahsiyet haline dönüşmüş olan Mustafa Kemal üzerindeki tekel kaldırılmalı. Devlet tekeli artık burada kaldırılmalı ki tarihçiler bunu doğru dürüst inceleyebilsinler. Tarihçilerin incelemesi gereken bir konuyu siyasetçi yorumlamaya başlayınca ne oluyor? Hemen çarpıklık ortaya çıkıyor. Yani tahrifat dediğimiz hadise ortaya çıkıyor. Ben size şöyle bir örnek vereyim; Kemal Kılıçdaroğlu Dersimlidir ve Dersim konusunda Türkiye’de en geniş sözlü arşive Kemal Kılıçdaroğlu sahiptir. Gençlik yıllarında gitti, Dersim’de mağdur olan insanlarla konuştu, bant kayıtları yaptı. Bunu Soner Yalçın Hürriyet’te yazdı. Hatta İhsan Sabri Çağlayangil de o dönemin Malatya Emniyet Müdürü olarak operasyonlara katılmıştı. İhsan Sabri Çağlayangil ile olan bir ses kaydı internete sızdı Kılıçdaroğlu’nun... Arkadan ‘Evet, evet!’ diye Kemal Kılıçdaroğlu’nun sesi geliyor. İhsan Sabri Çağlayangil de “Mağaralara saklandılar, biz de gaz sıkarak fareler gibi öldürdük’’ diyor. Bu röportajı yapan Kemal Kılıçdaroğlu’nun kendisidir. Bunun tarihi ne? 1937-1938... İki tarihte de  Mustafa Kemal hayatta... Aslında Kılıçdaroğlu’nun Mustafa Kemal’i sevmesi falan gibi bir şeyin de söz konusu olduğu kanaatinde değilim. Ama bir proje olarak bu partinin başına getirildiğinde, geldiği dönemde CHP bitiyordu. Bu partiyi, başına bir alevi kökenli lider getirerek toparlayabilir miyiz diye düşündüler. Çünkü aleviler ayrı bir parti kuruyorlardı. Ayrı bir parti kurarlarsa da CHP’nin oy oranı %10-15 seviyelerine düşecek, iyice perişan olacaktı. Dolayısıyla onu bir cankurtaran simidi gibi kullanıp getirdiler partinin başına. Dolayısıyla bunların Mustafa Kemal’i sevmesi ve onu bilmesi gibi bir şey söz konusu değil. Hele hele Kılıçdaroğlu örneğinde bunu kesinlikle söyleyemeyiz.

Kendilerine kalkan olarak kullanıyorlar…

Evet, kesinlikle…cde5b5af0a6b098139fac144be497327

Hocam peki kanun sınırları içerisinde ve meşru yollarla CHP’den topyekûn kurtuluşumuz mümkün olabilir mi? Olursa nasıl olur? Özellikle zihniyetinden bahsediyoruz tabi…


                Ben biraz şöyle değerlendiriyorum. Şu anki dönem bana göre bir Postkemalizm dönemidir. Yani nasıl Postmodernizm diye bir akım ortaya çıktıysa şimdi de bir Postkemalizm dönemi başladı. Bunun işaretlerini daha önce kitaplarımda da vermiştim. Bilmeyen ama onu kendi dünyasında günümüz şartlarına göre yeniden kurgulayan bir yaklaşım ortaya çıktı. Şimdi mesela Antiemparyalist diyorlar… “Antiemperyalistten ne anlıyorsunuz?” diye soruyorum görüştüğüm bazı solculara. Bunlardan biri de Doğu Perinçek’tir. Antiamerikanizm’i anlıyoruz diyorlar. Peki Antisovyetizm? Rus emperyalizmi emperyalizm değil mi? Yok işte şöyledir, böyledir diyerek tevil yoluna gidiyorlar. Yani kendi pozisyonlarına göre kardan adam gibi şeklini değiştirip kendilerine hizmet ettiriyorlar. Bütün mesele budur. Bir takım daha marjinal gruplar da aynı şekilde. Çünkü her türlü kullanıma müsait pozlar verebilen bir kült kişilik var. Dolayısıyla onu alıp kendi emelleri uğruna istismar edebiliyorlar. Sağcısı da, solcusu da yapıyor bunu... Böyle bir durumda o kişiliğin gerçekte ne olduğu meselesi önemini kaybeder ve senin dünyanda ne olmasını arzu ettiğin meselesi kalır. Yani bir arzu nesnesi haline gelir. Arzu nesnesi haline gelince de çok tehlikeli bir hal alır. O zaman kendi gerçekliği ayrı bir şey olur ve senin dünyanda o yeniden kurgulanır. Postmodernizm de aynı böyle bir şey gibi. Gerçeklik diye bir şey yok, gerçeklik senin ona verdiğin anlamdır… Yani dış dünyada bir anlamı yok… Sen ona bir anlam atfedersin ve o anlam sonsuz derecede farklı olabilir… Şu anda o kırılma yaşanıyor. Aslında bu Kemalizmin bittiği anlamına da geliyor bir yerde. Çünkü iç tutarlılığı bakımından paramparça olmuş durumda. Fakat görünüşteki bu etkinliğin sebebi ise şu; özellikle sosyal medya ve diğer iletişim kanallarında iyi organize olabiliyorlar. Sürü mantığıyla çok kolay kanalize olup netice alabiliyorlar. Bu özelliklerinden dolayı sanki de bir güçleri varmış gibi görünüyor. Aslında bir güçleri yok. Bunu ben açıkça söyleyebilirim. Evet, CHP diye bir yapı var ama bunun oy potansiyeli %20-25’tir. En fazla %30’dur. Ecevit istisnası dışında bunun üzerine çıkabildiği görülmemiştir. Çok partili hayatta zaten tek başına hiçbir seçimi kazanamayan bir yapıdır CHP… Eğer toplumun kahir ekseriyeti Kemalist kafada olsaydı herhalde şimdiye kadar bir seçimde de tek başına %50’nin üzerinde bir oy alırdı. Ama alamadı değil mi? Hiçbir zaman böyle bir şey olmadı... Demek ki o dışarıda görünen güçleri gerçek bir güç değil… Halkın derinlerine inildiği zaman o güçleri yok… Fakat etkinlikleri fazla... Biliyorsunuz etkinlik ve güç aynı şey değildir. Arap dünyasıyla İsrail’in durumu gibi diyebilirim… Nüfusa baktığımızda 500 milyon Arap var o bölgede. Ve sadece 5 milyon Yahudi var... Şimdi hangisi etkin? İnsan sayısı olarak karşılaştırılamaz, coğrafya olarak karşılaştırılamaz, doğal kaynaklar olarak hiç karşılaştırılamaz… Eğer sadece Suudi Arabistan’daki petrol İsrail’in elinde olsaydı ne olabileceğini düşünün... Petrolü dahi olmadığı halde İsrail şu an bu durumda…

cemal nadir

Demek ki etkinlikle sahip olunan potansiyel güç aynı şey değil. Bizim eksiğimiz, bu… Etkinlik bakımından eksiğiz… Tamam, sandığa gidiyoruz, oyumuzu kullanıyoruz, muhafazakâr bir partiyi iktidara getiriyoruz ama bunun arkasından bir etkinlik kazanamıyoruz... Siyasette, sosyal hayatta, politikalar üzerinde bir etkinliğimiz olmuyor... Birkaç tane sivil toplum kuruluşu gibi oluşumlar var ama onlar da büyük ölçüde siyasete endeksli olduğu için ancak bu kadar ayakta durabiliyorlar. Şöyle düşünün… Misal, Türkiye’ye uzaydan birisi gelip sosyal medyaya baksa ne görür? CHP’yi iktidar olarak görür. Çünkü görünen manzara bu. Sosyal medyada çok etkinler. Ama gerçek Türkiye dışarıdan göründüğü gibi değil. Gerçek Türkiye muhafazakâr değerlerine kısmen saygılı, belki sadece tam istenilen seviyede değil ama buna rağmen etkinlik bakımından çok gerilerdeyiz. Bunu nasıl daha etkin hale getirebiliriz, bunun üzerinde çalışmamız lazım.

Bize Mustafa Armağanca bir “1920’den 1925’e, 1925’ten 1930’a, oradan 1946 ve 1950’ye, 1950’den 1960 ve 1971’e, oradan 1980 ve 1997’ye, oradan da 2007 ve 2019’a bir CHP sergüzeşti özleştirir misiniz? Bir de önümüzdeki süreç için bir CHP falı tabi…

Böyle bir gücü elinde bulundurduğu için bir şekilde yaşamaya devam edecek. Ama Müslümanlar etkinliğini artırırlarsa, sadece siyasi alanda değil, sosyal alanda da boy gösterirlerse bu etkinlik yavaş yavaş kırılır. Bunun yolu budur, başka bir yolu yok! Mesela iktidar şu an CHP’nin İş Bankası’yla olan bağını kesmeye çalışıyor. Bir takım alan daraltma çalışmaları yapıyor. Mesela siz gidip Yılmaz Özdil’i bir kitap fuarında protesto etmeyi hiç düşündünüz mü, bu fikir hiç aklınızdan geçti mi? Geçmedi muhtemelen değil mi? Ama adamın kafasında Mustafa Armağan’ı ben kitap fuarında nasıl protesto ederim düşüncesi var. Bunu düşünen binlerce insan var. Aramızdaki fark bu işte… Kim daha sert yazılar yazıyor?  İşte bugün “Cellat” diye bir yazı yazmış. Kimi kastettiği belli. Peki, o bir imza günü yaptığı zaman niye Ak Parti seçmeni gidip onu protesto etmiyor? Benim başıma böyle bir şey geldi mesala. CHP İzmir Bornova ilçe teşkilatı olarak bir gün gelip beni protesto ettiler. Hatta ben orada değildim. Ben gittikten sonra gelmişler.  İşte bakın aramızdaki fark bu. İktidarda mıyız? Bakıyoruz ki on yedi yıldır iktidardayız… Ama neredeyiz? İşte bu noktaya nasıl tekrar ulaşabiliriz? Nasıl kendimizde o haklılığın getirdiği gücü bulmaya başlayabiliriz?  Ne zaman başarmaya başlarsak, işte o zaman CHP’nin çanları çalmaya başlayacak. Ama şu anda Müslümanlar bu kadar pasifken CHP’nin kendiliğinden teslim bayrağı çekmesini beklemek hayal olur…

Bugünlerin hassas konusu Ayasofya… CHP’nin tek parti devrinde müzeye çevrildi malumunuz… O gün bugündür de, Anadolu insanının esaret prangası gibi öylece durmakta… Birkaç gün önce Avrupa Parlamentosu, içişlerimize müdahale tavrı göstererek müzakereler için Ayasofya Camii’nin müze olarak kalması şartını koydu. İşte Yeni Zelanda’da Hristiyan bir terörist, camiyi basarak 50 Müslümanı şehit etti. Yayınladığı terör bildirisinde Ayasofya Camii’nin minarelerini yıkacaklarını söylüyor. Sonra aynı minvalde terör devleti İsrail’den Netanyahu’nun oğlu, Ayasofya’nın ve İstanbul’un gasp edildiği yönünde mesajlar yayınladı. Şimdi Türkiye bizim, İstanbul bizim, Ayasofya Camii bizim… Ve Edirne’den Kars’a, CHP’nin ideolojik katranlı kitlesi hariç bütün millet Ayasofya’ya Camii hüviyetinin geri iade edilmesini istiyor. Yani şu da mı anlaşılmıyor, millet, Ayasofya’yı özgür olamayışının sembolü olarak görüyor. Bu gerçekte böyle… Ama diyelim ki böyle değil; bütün millet şizofren… Bu hiç mi devlet idaresindeki devlet büyüklerini teessüre getirmiyor. Biz inanıyoruz ki; bizim istediğimiz kadar Recep Tayyip Erdoğan bile bunu istiyor. Üstelik Cumhuriyet tarihinde Müslümanlar onun kadar kimseyi desteklemedi, sevmedi… Kimse onun erdiği karizma ve kudrete ermedi… Ama o, “Sultan Ahmet’i doldurun önce!” ya da “Çamlıca Camii’ni yaptık, o daha büyük!” gibi hiç de tatmin etmeyici cevaplar veriyor. Size göre meselenin arkaik plânında neler var? Ayasofya meselesi, biraz pervasız davranılmayı hak etmiyor mu?

Ayasofya meselesi kangren olmuş bir konu. Bizim yapabileceğimiz şey ise bunu sürekli gündemde tutmak ve unutturmamak. Elbette bu mesele bir gün çözülecek. Yarın değilse öbür gün, öbür gün değilse daha sonraki gün… Yani bu çözülecek. Çünkü hukuki olarak savunulacak tarafı yok. Sen bu kadar tarihine sahip çıktığını söylüyorsun, ecdad diyorsun, Osmanlı torunu diyorsun, Payitaht Abdülhamid diyorsun, Ertuğrul Gazi diyorsun ama Ertuğrul Gazi’nin torunu Ayasofya’yı açmış, vakıf yapmış, cami yapmış sen bunu kapalı tutamazsın. Ayasofya kapalıyken İstanbul’un fethini kutlayamazsın. Bu tamamen mantıksız bir şey olur. Ki şu anda o mantıksızlığı hala yapıyoruz. Dolayısıyla bu er veya geç gündeme gelecek. Mühim olan bizim bu şuuru, Ayasofya’nın ne olduğunu insanlara anlatmak. Bilmiyorum sayıyı kapak yaptınız mı? Yapmayı düşünün mesela Mayıs sayısı gibi. Bir şey de o olsun. Yani biz açılmalı diyeceğiz ama belgelerimizi, kanıtlarımızı ortaya koyarak bundan dolayı açılsın diyeceğiz. 2017’de bir kitap yazdım, kaç kişi okudu bilmiyorum. 10 bin kişiye ulaşmıştır. Yahu biz bilmiyoruz Ayasofya’yı... Ayasofya açılsın diyoruz ama Ayasofya nedir, niye bu kadar önemlidir bilmiyoruz. Hem Bizans döneminde ne varmış, nasıl yapılmış onu bilmiyoruz hem de Fatih Sultan Mehmet ne yapmış, Müslümanlar beş asır boyunca neden Ayasofya’ya bu kadar sahip çıkmışlar onu bilmiyoruz. Bir de kapatılma süreci, girift iç ve dış ilişkiler var tabi… ‘’Allah razı olsun, biz de sizin sayenizde öğrendik.’’ diye insanlar yazıyorlar bize. Gerçekten toplumun bu konuda bilgilenmeye ihtiyacı var. Önce net olarak “Ayasofya camidir, cami olarak kalmalıdır.’’ diyebileceğiz. Bunu slogan olarak söylemeyeceğiz, neden diye sorulduğu anda boşluğa düşmeyeceğiz. Bunların nedenlerinin hepsini buldum ve kitabımda anlattım. Siz de başka bir şey yazabilirsiniz… Mühim olan bu hassasiyetin devam etmesi… Şu anda Ayasofya davasında biz yenilmiş gözüküyoruz. Benim o zaman yazdığım yazının başlığı da o, ‘’Yenildik’’... 1965 ve 70’lerdeki canlılık şu an yok. Bu da bizim suçumuz…

Sayfa 5 6 7 Ayasofya

Cumhurbaşkanının “Önce Sultan Ahmet’i doldurun, Çamlıca Camii’ni yaptık o daha büyük.” sözlerini nasıl anlamalıyız?

 Siyaseten öyle diyor… Elbette onun da tenkid edilecek tarafı var ama mesela biz Ayasofya’nın cami olarak tekrar açılması için 3 milyon imzalı bir dilekçeyi götürüp Meclis Başkanlığı’na verdik mi? 1965’te verilmişti ama… Islak imzalı, uzun bir kâğıt almışlar, bir ucu bilmem nerede bir ucu bilmem nerede, bunu götürüp veriyorlardı... Babalarımız, dedelerimiz bunlarla uğraşıyordu. Ama biz uğraşmıyoruz, tweet atıyoruz ancak...

Recep Tayyip Erdoğan’ın kendi isteği de zaten Ayasofya’nın açılması yönünde...

Evet… Amacımız bunun bir şekilde gündemde tutulması olmalı. Ayasofya’yı ben önce kendi içimde açmalıyım ve Ayasofya ile ilgili kafamda artık bir berraklaşma sağlamalıyım ki bana birisi sorduğu zaman cevabını net olarak ortaya koyabileyim. Ondan sonraki süreçte olacakları bekleyeceğiz. Bunun hukuki yollarına zaman zaman başvuran arkadaşlar oluyor, kararnamenin doğru olup olmadığına dair birtakım başvurular oluyor. Yargıtay en son  ‘’Sizi ilgilendirmiyor, siz taraf değilsiniz.’’ diyerek bizi geri çevirdi. Yani esastan değil de usulden reddedildi. ‘’Ayasofya ile ne alakan var senin? Fatih’in torunu olsan ya da Ayasofya Vakfı’nın bir mütevelli heyeti üyesi olsan tamam ama şimdi dışarıdan senin…’’ diyor. Bunun da tartışılması lazım bence... Yargıtay böyle yaparak topu taca atıyor… Her yönüyle bu meselenin didik didik edilmesi gerekir. Bu da yayın yapan bizlere düşüyor. Bu meseleyi her zaman gündemde tutmak gerekiyor.

Çok teşekkür ederiz Hocam. İnşaallah bir gün küfrün Ayasofya üzerinden Müslümanlara salladığı parmak kökünden kırılarak Ayasofya açılır ve bu hamle de Müslümanlarda bir fetih ve hamle şuurunun oluşmasına vesile olur.

İnşaallah…