Bu sayfayı yazdır

Ölenlerle Ölen Tavır

Yazan: 09 Ağustos 2022 1021

“Yaşanmaya Değer Hayat” Anlayışını Kaybetmek…

Bir milletin gençliği, o milletin değerlerini yansıtan aynasıdır. Ve o aynanın paklığı nispetinde o değerler aynaya yansıyacaktır. Değerler dediysek, o milletin neye değer verdiği, neyi sevdiği, hangi hususlarda hassasiyet gösterdiği, hangi de­ğerler için mücadele verdiği, geceleri uykusunu neyin böldüğü, başını yastığa koyduğunda uykunun arifesinde neyi tahayyül etmeden uyuyamadığı, uykuda ve ufkunda neyi gördüğü, onu gecenin bir yarısında sıcacık yatağından hangi düşüncenin ve inanışın fırlattığı, hangi uğurda ölümle burun buruna geldiği, hangi değerini savunurken gadre uğradığı gibi değerlerden bah­sediyoruz. İşte bütün bunlar önümüze ilginç bir tablo koyuyor. Bizim kim olduğumuzu öğrenmek isteyenler adımızı sanımızı soracaktır. Fakat bizi tanımak isteyenler bu hususlara bakarak bizi tanıyacaktır.

Mevzunun anlaşılması için geçmişten birkaç misal getirerek başlayalım. Malumunuz, güzelim ülkemde 1970-80’lere kadar bir sağ-sol çatışması vardı. Bu çatışmanın her iki kutbu da da­valarına müthiş vaziyette sarılmışlardı. Aslında bu, iki farklı inancın, iki farklı dâvanın cemiyetteki tezahürüydü. Dolayısıy­la gençlik, cemiyet esasının aynadaki tezahürüdür. Yani küpün içinde ne varsa dışına da o sızar hesabı.

Marksist-Leninist bir anlayışla güdülenmiş ve hepsi de bizim elimizden birer birer alınıp zehirlenmiş Komünist bir gençlik ile İslami dâva hassasiyetinde ve mücadelesinde olan Ülkücü gençlik hareketi… O zamanlar her iki kutbun tansiyo­nu gündemin sıcaklığına göre çıkar veya inerdi. Burada her iki taraftan birer misal vererek misalin misali şeklinde meramımızı muradımıza düğümleyelim.

Marksist-Leninist bir anlayışa sahip, devrimci kimliğiyle bilinen 1960-70’le­rin sol gençlik fraksiyonunun en bi­lindik isimlerinden bir isim… Deniz Gezmiş… Onun davasını değil fakat bu davayı güderken nasıl bir bağlılık ve sadakat gösterdiğini fikir gözüyle inceleyelim. 1972’de yakalanıp idama mahkûm edildiğinde 6 Mayıs sabahı da darağacına götürülmüştü. Darağacında bekletilirken kendisine “imam Efendiyi getirelim mi?” Diye soruyorlar. Sanki imam efendi gelip de ona “ haydi ev­lat, oyun bitti, artık Kelime-i Şehadet getir” diyecekmiş gibi. Bakınız! İdam mahkûmunun gösterdiği bu tavır bizi bu hususta derinlemesine düşündürecek cinsten. “Ben yaşarken imama ihtiyaç duymadım, ölürken imamı ne yapayım.” Diyor ve bâtıl davanın sadık kurbanı olarak idam ediliyor. Yaşanmaya değer hayatın Komünizmle mümkün olacağı­na inanmış ve inananlara has örneklik belirten bu tavrı imana zıt yolda göste­rerek ipe çekilmiş birisi. Onun bu tav­rı için Merhum Timurtaş Hoca Efendi şöyle diyor: “ ben onun dâvasını ve kav­gasını asla kabul etmiyorum ama adam dürüsttü yahu. Bırakın da bu kelimeyi söyleyeyim. Adam dürüsttü. Erkekçe öldü.”

Yine bu hususta Üstad Necip Fâzıl bir konferansında kalabalık kitleyi aksi­yona getirecek ve ayrıca muhatap kitle­yi kendine getirecek şu cümleleri ifade ediyor: “… Şimdi dönün bakın komünistlere! Ve utanın kendi ha­linizden. Utanalım. Onların hemen hepsi kendi bâtıl dâvalarına, adem (yokluk) davalarına maalesef aşkla bağlı insanlar. Hâlbuki aşkın sahibi, aşk çeşmesinin doğrudan doğruya musluğunun sahibi olan biz, buna malik olamıyoruz. Çünkü o ulvi hakikati içimizde asırlar boyunca çürütmüşüz.

Müminlere mahsus tavırlar imana zıt olan bâtıl yolda gösterilince takdir toplar da Allah yolunda, Allah’ın rızası uğrunda gösterilince kıymet ve tak­dir toplamaz mı? Bir diğer bahsedeceğimiz isim ise Merhum Şehit Muhsin Yazıcıoğlu olacaktır. Bir mi­tinginde şöyle diyor merhum: “en ağır bedelleri biz ödedik. Birçok arkadaşım gibi 10 yıla yakın cezaevin­de kaldım. Beş buçuk yılım hücrede geçti. Günlerce gözümüz açılmadan cereyana verilip işkence gördük. Sonunda dediler ki bize; sizin bir suçunuz yokmuş, çıkın dediler. Bir gün olsun devletime küsmedim. Çünkü inanmak, iman etmek varsa bir şeyde, bedel neyse katlanılır. ‘Ya Rabbi! Kahrın da hoş, lütfun da’ hoş dedik” Ve Muhsin başkan inandığı yolda 25 Mart 2009 tarihinde bir suikast sonucu hasretin kabarık he­sabını vuslatla kapatıp şehit oluyor. Burada merhum Muhsin Başkanın tavır ve tutumuna bir zoom yapa­lım. Yani dikkatlerimizi bir anlığına bu noktaya teksif edelim. Dikkatleri çekmek istediğimiz ana esas dâva­ların hak olup olmaması meselesi de değil. Dâvalarda takınılan tutumun sadakat temelinde yükseltilme has­sasiyetinin gösterilip gösterilmemesidir.

Biz bugün, önce fert fert sonra da tek bir fert şek­linde cemiyetin tamamında bu ruhu ve tutumu kay­bettik. Başımızı çevirip bakma cesaretini gösterirsek eğer meselenin vahametini daha iyi anlayabiliriz belki. İman, küfürle mücadele halinde olduğu sürece dinç bir beden gibi diri ve mazbut oluyor. Aynı du­rum küfür için de geçerli tabi. Bu iki kutup bir birini cemiyetten silmek ve varlığına cemiyette imkân tanı­madığı ölçüde var olacaktır, olmaya devam edecek­tir. Ve yine bu iki kutup bir birlerinin yaşamasına ve yayılmasına müsaade ettiği ve birbirleriyle sırnaşıp kaynaştığı ölçüde de yok olacaktır. Gece ve gündüz misali… Biri olmazsa diğerinin bir manası olmuyor. Üstad Necip Fâzıl’ın dediği gibi: “ Ey düşmanım sen benim ifadem ve hızımsın. Gündüz geceye muhtaç, bana da sen lazımsın.” İşte Biz bugün bu diyalektiği kaybettik.

Müminler, küfür karşısındaki mazbut tavrını kay­bederek iradesini, ifadesini ve hızını kaybetti. Küfür de müminlere karşı olan bilindik tutum ve tavrını aynı ölçüde kaybederek toptan bir yok olmanın zeminini hazırlamış oldu. Her iki cenah da mücadelesini basi­te alıp terkine attığı için yokluğun dipsizliğine doğru yol almaya başladı ve bu durum her ikisi için de mu­kadder oldu. Güçlü bir muhalefet, kudretli bir iktidar doğurur. Bir çocukla güreş tutsanız ve onu yenseniz bu sizin hissenize bir şey katmaz. Fakat köyün en ba­bayiğit güreşçisiyle güreş tutup onu galebe çalsanız, galebe çaldığınız güreşçinin itibarını ondan alır ve daha yükseğe fakat kendi adınıza taşırsınız. Biz kendi mücadele sahamızda o kadar basit meselelerle ömür tüketiyoruz bu hususta birileri tarafından yönetilme­diğimizi iddia etmek muhal neredeyse.

Bu gün sokaklarımızda röportajlar yapılıyor. Müslüman gençliğe mikrofon uzatılıyor ve onlara kelime-i şehadet gibi bir Müslümanın bilmesi gere­ken en temel sorular soruluyor. Kaç tanesi bu soruya gereken cevabı verebiliyor? Bunu bilemiyoruz belki fakat cevap veremeyenlerin varlığı azımsanmayacak kadar çok. Gençlik, dinine, imanına, itikadına, dâva­sına delil aramayı bırakmış çünkü. Dört hak mezhep imamının ortak fetvasında dinine delil aramayana âsi hükmü verilmiş. Korkunç…

Aynı durum küfür için de geçerli. Henüz 15-16 yaşlarındaki gençler Ateist olduklarını, deist oldukla­rını veya agnostik olduklarını falan söylüyor. Bugün Müslüman gençliğe imana dair en temel üç beş soru sorsanız, alacağınız cevaplar içinizi karartabilir. Aynı temel soruları ateist olduğunu, deist olduğunu iddia eden gençliğe sorsanız, bu sefer alacağınız cevaplar sizi belki de umutlandıracaktır. Hatta ateizmi, deizmi bilmiyor olsanız ve bunlara gençlikten duyduğunuz kadarıyla mana vermeye çalışsanız, bu ateizm, deizm dedikleri şey herhalde bir yemek çeşidi falan olsa ge­rek diyeceksinizdir. Bu tahmininiz abes falan da kaç­maz hani. Çünkü ekseriyet neye inandığını bilmiyor. Henüz inandığı dini bulamamış fakat yalnızca ruhun­daki his anteniyle bir inanma duygusunun varlığına inanmış bir gençlik… İmanda sadakat ve hâkimiyet, küfürde de irade ve samimiyet tavrı öldü. Ölenlerle birlikte İnandığı dâvada gösterilen samimiyet ve ya­şanmaya değer hayatı bulma gayreti de öldü.

İşte bu tavrın ölüm döşeğine düşmesi ferdin ve cemiyetin ruhi hastalıklarından kaynaklanmaktadır. Bu durum özellikle son 20 yılda daha ciddi bir ivme kazandı. Vaziyetin vahametinin farkındayız. Mese­la: Sosyal ağların gelişmesi ve değişmesiyle birlikte her şeyde bir tahribat ve tahrifat başladı. Dünyanın öbür ucundaki farklı dünyaları gören gençler, mu­şambadan bozma modellere özendirilerek özlerinden uzaklaştırıldı. Terbiye usulleri değişti, idrakler iğdiş edildi. İlmi kaynaklarımıza rağbet azaldı. Batıya en­tegre bir eğitim modeli ilahiyat fakültelerine kadar zehirli bir sarmaşık gibi uzandı. Okuma oranları düş­tü ve okunan eserlerin verim ve seviyesi de düştü. Madde, mananın yırtıcı pençelerine havale edildi. Bir şeyin kıymet ölçüsü maddeyle belirlenir oldu. Hatta mana, maddenin şubelerinden bir şube haline geldi. Fikir işçiliği öldü. Gerçek fikrin cemiyetteki hali, çöplükte yetişen gülden farksız oldu. İtibarlı ilim ve fikir adamları halkın gözünde itibarsızlaştırıldı ve ila ahir…

Peki, hastalığı tespit ve teşhis ettiysek onu şifa­ya erdirecek yegâne ilaç nedir? Onu da söyleyelim. Evvela öz İslami kaynaklara önce toplumun fertle­ri tarafından birer birer, daha sonra da devlet aygıtı tarafından topyekûn gereken itibar gösterilecek. Bu toplumun her ferdi, bu topraklarda yetişmiş gerçek ilim, fikir ve aksiyon adamlarını tanıyacak ve onların iade-i itibar davalarında şahit olarak bulunacak. Hak ile batılın sentezine ve birleştirilmesine öncülük eden bütün yapılara ve kapılara tescilli küfür zabiti damga­sı vurulacak. Böylelikle üstü açık rögar kapaklarının gece, içine kurbanlarını çekmemesi için çevresine güvenlik şeritleri çekilecek. Bu milletin öz evlatlarını eşdinsel, eşdilsel ve eşcinsel kılmak gayretinde olan yapılara yine devlet aygıtı tarafından kabarık fatura­lar kesilecek ve bu yapılar ifşa edilecek.

İslami terbiye metotları evvela ailede uygula­nacak. İmanın delillerini bilmek, hayati bir zaruret olarak kabul edilecek. Daha sonra çağın yenilikleri İslam’ın hizmetine yani emrine sunulacak. Çocukla­rın sosyal medya kullanımları ebeveynler tarafından kontrol edilecek mesela. Yine örnek şahsiyetlerin hayatları çocuklara daha küçük yaşlarda öğretilecek ve nefs muhasebesine malik nesillerin yetişmesi için azami gayret gösterilecek. Bir şeyin kıymet ölçüsü maddeyle değil maneviyatla belirlenip açıklanacak. Ve bu ölçülere bağlı irili ufaklı daha birçok madde sıralanabilir. Evet, hastalık büyük… Mamafih gerçek şifaya ermek de acısız olmayacak. Zira dişi çürümüş biçare hastaya merhamet, onu şişkin yanaklarından öpmekle değil, ağzını açıp bağırta bağırta dişini sök­mekle olur.

Ömer Çapanoğlu