Bu sayfayı yazdır

Somut Baskılardan Soyut Baskılara

Yazan: 08 Nisan 2021 1676

İslam’ın hak din olarak Peygamber Efendimiz’e (s.a.v) bildirildiği zamandan itibaren “İslamiyet yayılmasın, insanlar hak din olarak kabul etmesin, cemiyeti idari, iktisadi, içtimai, siyasi, hukuki ve ahlaki olarak kuşatmasın.” nev’inden muhtelif vakalarla İki Cihan Sultanı’nı (s.a.v) çeşitli zorbalıklarla engellemeye çalıştılar. Kul Peygamber! (s.a.v) ile Mekkeli müşrikler diktatoryası arasındaki mücadele… Baş put Hubel’den medet umanlar ile Allah’ın varlığına iman edenler arasındaki mücadele… Aslında bütün dertleri, nefslerinin çakırkeyifliğine dur denilmesiydi… Mekke üzerinde hâkimiyet kurulmuş ve kendilerince bir düzen(!) kurmuşlardı. Bu bozuk düzene kaldırılan uhrevi destekli baş, elbette müşrikler diktatoryasını rahatsız etti. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) mübarek sırtlarına işkembe koydular, mübarek bedenlerini Taif’te taşladılar, evinin kapısının önüne çürümüş etler döktüler, meczup (haşa) ilan ettiler… Envai çeşit zorbalığı ve zulmü yaptılar. Bütün pislik kozlarını oynadılar. Elbette durduramadılar… Allah tarafından desteklenen ruhu hangi beşer durdurabilirdi? Bedeniyle dünyada, ruhuyla ötelerde yaşayan Hak Nebi’yi (s.a.v) cürmü cüce cibilliyetsizler durduramadı… Bedir’de üç yüz inanmışın karşısına üç bin aldanmış ile çıktılar… Cehennemi boyladılar… Durduramadılar! Çünkü inananlar, Ezeli İrade Sahibi Allah’ı mutlak vekil tayin etmişlerdi. Harp meydanında “Hasbünallahu ve ni’mel vekil!” (Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!) diye haykırdılar çünkü. Hülasa; somut baskılarla trajikomik bir şekilde Allah’ın nurunu söndürmeye çalıştılar ama “Hak geldi batıl zail oldu.” (İsra Suresi, 81) ayetinin mutlak deliliyle hak tecelliye gelecekti ve batıl zail olacaktı… Elbette hak, batmayan güneş gibi tecelliye geldi ve batıl elbette zail oldu!

Kâinatın Efendisi (s.a.v) ebedi âleme irtihal ettikten sonra da yer yer bu baskılar devam etti. (Meseleyi uzatmamak ve konunun netliğini bulanıklaştırmamak için buralara çok girmeyeceğiz.) Tarihinin seyrine baktığımızda İslam, devlet planında tâbi olunandı. Hani bugün, laik olmanın icabı olan “Devletin dini olmaz.” diye karşı çıkılan hususiyet...

Kendi yakın tarihimizde Osmanlı Devleti bir İslam Devletiydi. Bir İslam medeniyetiydi. Şeri hukukla yani şeriat ile yönetilen bir devletti. İslam Devleti olması hasebiyle Müslümanlar somut baskılara maruz kalmıyordu. Çünkü başlarında Müminlerin Emiri bulunuyordu. Hak ve hukuk gözetiliyordu. İslamca yaşanıyordu, İslamca bakılıyordu. Şikayet mercii şeriattı. Herkesten ve her şeyden üstün şeriat…

Tarihte yaşanmış bir olay var hani…

Kanuni, müthiş başarıya imza attığı bir seferden dönüyor. Alınmaz denilen yeri almış ve yapılmaz denilen işi yapmış, gururlanmış elbette… Gururunun ruhunu sâri bir hastalık gibi kapladığı anlarda bir köyden geçiyor. O sırada köylü bir adam şikâyette bulunuyor Kanuni’ye… Sultan Süleyman ruhunu saran gururun öldürücülüğünün etkisiyle “Beni kime şikâyet edebilirsin?” diyerek mukabelede bulunuyor köylüye… Köylü ise “Allah’ın Şeriatına” diyerek gerekli mukabelede bulunuyor. Koskoca Sultan Süleyman başlıyor ağlamaya ve nedamet getiriyor. İşte İslam Devleti’ndeki idareciler gaflete düştüğünde tokat gibi suratına yapışan “Senden büyük Allah var!” nidası…

Osmanlı Devleti nihayetinde yıkıldı. Yerine Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Dualarla, namazlarla kuruldu… Çünkü milletin kahir ekseriyeti Müslümanlardan müteşekkildi. Binaenaleyh Budistlere özgü ritüellerle devlet kurulamazdı. Halk buna tepki verirdi. Halkı okşamak ve gönlünü hoş etmek gerekirdi. Böyle de oldu… Zamanla halifelik kalktı, anayasadan “Devletin dini İslam’dır.” ibaresi kaldırıldı, bin yıllık alfabemiz çöpe atıldı, İslamca giyiniş yasaklandı, Kuranca kelimeler serdetmek hapse düşürdü, cübbe-sarık giyenler sallandırıldı ve Ayasofya Camii müzeye dönüştürüldü… Oldu da oldu… Yazmakla mürekkep tükenir lakin yapılanlar yazmakla bitmez.

somut baskılardan2

Velhasıl, Müslüman Anadolu halkına Müslüman olduğu için türlü somut baskılar uygulandı. Halkı dinsizleştirmek ve halka çağdaş bir düzen (!) kurmak gayesiyle… Sözde muasır medeniyetler seviyesine yükseltmek için! Yersen… Üstad Necip Fazıl’ın ifadesiyle: Yükseldik sanıyorlar, alçaldıkça tabana!” Elbette derin ve içli müminler durmadı. Kömürlüklerde Kur’an öğretildi, bodrum katlarında ezan gizli gizli asli hüviyetine müsavi okunup cemaatle namazlar eda edildi… Müminler durdurulamadı! Lakin somut baskıların yanında soyut baskılar da türedi. İslam’ı içinden çürütme teşebbüslerinin ve her isteyen insanın, İslam’ın naslarını kendi yörüngesine çekme olanağının yolları açıldı. Bir soyut baskı Müslümanların üzerine yapılan bin somut baskıya denk oldu. Ulu (!) kadronun nihai amacı belliydi: Anadolu coğrafyasını her veçheden mankurtlaştırmak!

Televizyondan, sinemadan, kitaptan, radyodan vs. kurdukları düzene hizmet etmesi için ne gerekiyorsa onu yaptılar… Ortaya az marksist, bir hayli modernist, çokça kemalist dolayısıyla popülist ama “elhamdülillah Müslüman!” nev’inden türedi insanlar çıkarıldı. En yakın çevremizden en uzak çevremize kadar bütün derinliklerimizi ihata ederek, saf ve masum içlerimize; mislik kisvesiyle pislik ve çer çöp döktüler… Öyle ki yakın ve uzak çevremize bu hakikatleri anlatmaya ve ifadelendirmeye kalkıştığımızda “Artık devir değişti. İslam geleli çok oldu. Çağ bunu istiyor.” gibi muhtelif mukabelelere maruz bırakılarak ‘radikal İslamcı!’ ilan ediliyorsun. İslam’a mugayir bu karşılıklar hafazanallah insanı küfre götürür. Hakikatleri haykırarak çukurdan çekmeye çabaladığın insanların gözünde suçlu ilan ediliyorsun. “Bu çocuk çok dalıyor, delirecek!” diye ruh kanatıcı ithamlar alıyorsun. Biz bu dinin delileriyiz zaten ama kime ne anlatıyorsun…

Bu pespaye düzenin necaset dolu rüzgârından muhafaza olabilmek namına evlilik diyorsun, “Evin var mı? Araban var mı? O var mı? Bu var mı?” deniliyor. “Siz işitmiyor musunuz? İşitmiyor musunuz? Sade yaşamak imandandır; sade hayat sürmek imandandır. (Ebu Davud)” buyurmuş Peygamber Efendimiz (s.a.v) diyorsun, gösteriş ve para putunun yıkımına uğramış kalpler, sahih bir hadisi şerifi dahi kulak ardı edici mukabelelerde bulunabiliyorlar. Keza Allah’ın birçok ayetinde rızka kefil olduğunu izah ediyorsun; “Öyle de işte zaman farklı.” diyorlar… Bu birçok vakıa arasındaki bir vakıa…

Bu örnekler çoğaltılabilir… Müslümanlığını cemiyete taşımak ve Müslümanlığın nuruyla cemiyeti kuşatmak için attığın her adım; heyhat, kendini Müslüman olarak tanımlayanlar tarafından engellenmek isteniyor yahut engelleniyor! Bedenini parça parça etseler, kemiklerini tek tek kırsalar ve dahi kafatasındaki deriyi yüzüp kemiğinden şarap içseler; kendini Müslüman olarak tanımlayanların yaptıkları soyut baskıların verdiği ruhi ıstırap kadar canını acıtmaz.

Hal böyle olunca hakikatleri yaşamaktan çok açıklamaya ve idrak etmelerine uğraşıyorsun. Anlasınlar da beni de rahat bıraksınlar psikolojisi hani… Hakikatleri gerçek anlamıyla yaşamak niyetini kalbinde ihlaslı olarak taşıyan bir müminin bu çağdaki kaçınılmaz mukadderatı… Daha da izahlandırırsak popülarite ile yoğrulmuş zaman hamurunun arasında kalmak ve boğulayazmak zulmü… Kalbine dünya sevgisini doldurmaya çalışan bu çağın Müslümanlarına karşı Allah’ın evi olan kalbi muhafaza etmek için kalbine dünya sevgisi dolmasın diye hakikat duvarları örme iştigali… Heyhat ki paradoksa bak! Müslümanların içinde Müslümanlığını muhafaza ve müdafaa etmeye çalışmak!

somut baskılardan3

Tevekkeli dememiş Abdurrahim Karakoç “Ne ayağım uydu ne kafam uydu. Belli… Ben bu çağın yabancısıyım.” Derin ve içli mümin İslami havayı teneffüs etmediği her yerde yabancı, garip, gurbetçi… Kokuşmuş ruhların kokuşturduğu çağı ihya edecek İslam inkılabı gerçekleşmediği sürece de mütemadiyen yabancı hissedecek ve yabancı kalacak…

Öyle bir keşmekeşin içerisindeyiz ki İslam’a alenen somut baskılar uygulanmasına karşı kendinde güç ve takat buluyorsun da; kendini Müslüman olarak nitelendiren bireylerin soyut baskılar uygulamasına karşı kendinde güç ve takat bulamadığın zamanlar oluyor. Yâdımızda Servet Turgut kelamı; “Takat, iman kadardır!” Elbette, eksikliğimizden dolayı takat getiremiyoruz. Dolambaçlı cümleler kurmaya ne hacet… Çok net bir şekilde iman pehlivanımıza karşı nefis cücesini galebe çaldırıyoruz!

Son söz sadedinde, Allah’ım binlik çapta soyut tahriflere karşı, bizlerin birini bin eylesin… Takatimizi arttırsın… İmanımızı çelik bentler ve yıkılmaz surlar eylesin…

Melih Mercan