Bu sayfayı yazdır

Neye Göre? Kime Göre?

Yazan: 20 Nisan 2019 2650

Manasından yoksun her fiil, her söz, bir hayvanın yeme hassasından veya diğer insiyaki hareketlerinden bir fark belirtmez, bir değer arz etmez. İnsan neyi, ne için yaptığını bilmeli... Yaptığı işler, bir müdir fikir etrafında halkalanmalı... Zihninde bir elek oluşturup, hareketlerini, düşüncelerini o elekten geçirmeli... Pergel misali, sabit ayağı bir yere mıhlayıp, diğer ayağını onun etrafında dolandırmalı, onun müsaade ettiği yere kadar gidebilmeli…Bunu hayatın her alanına, her kulvarına şâmîl kılmalı. Amelde, fikirde, düşünüşte, sezişte, tenkitte, takdirde, sanatta, mimaride ila ahir, bir nispet ölçüsü, bir kıstas olmalı…Peki o müdir fikir ne olmalı ve nasıl belirlenmeli? O eleğin delikleri neye göre olmalı? Pergelin sabit ayağı nereye mıhlanmalı? Acaba bu herkese göre değişir mi? İnsan bunları kendi kafasına göre mi oluşturur? Bu konuda herkes söz sahibi midir? Herkesin doğrusu kendine midir, yoksa bir doğru vardır da, o mu ölçü alınır? Her şeyin hakikatine, sahtesinin musallat olduğu ve hakikatten ziyade sahtesinin muteber görüldüğü şu zamanda, bizi hakikate ulaştıran ölçü ne olacaktır?

Şöyle etrafımıza bir dönüp bakalım, her şey ne kadar da hakikatinden uzak… İtikatta, amelde, düşünüşte herkes ne kadar da kafasına göre... Sözüyle, özü bir olmayan, iddiasıyla, yaptığı iş çelişen, konulduğu kabın şeklini alan su misali, bulunduğu ortama göre şekil alan insanlar, yapmış olmak için yapılan “-mış gibi” hareketler, ne kadar da fazla. Devletimizden milletimize, milletimizden ümmete her noktada bu sıkıntılar mevcut. Ve herkes halinden memnun. Gemi su almakta, lakin insanlar denizi seyretmekte. Herkes uykuda...  Sabah erkenden kalkması gereken evladını uyandıran anneye 5 dakika daha, 5 dakika daha diye mukabele eden çocuk şımarıklığı edasıyla, uyandırmaya çalışanı da hor görücü bir tutum…

Meseleyi itikadî boyutta inceleyelim. İtikadî hususlarda bir ‘bence’dir gidiyor. Zihinlerde, merkezi bir düşünce fikri yok. Herkes meseleye kendi aklıyla hamle edip bir şey çıkartıyor. Nispet ölçüsünü, akıl kabul ediyor. Söylediğini doğru bilip, buna inanıyor. Peki böyle bir ortamda doğru hangisi? İtikat demişken, peki ya Ehl-i Sünnet? Ehli Sünnet, bazı zihinlerde diğerleri gibi bir mezhep olarak telakki ediliyor. Ehli Sünnet, fırkalaşmanın baş gösterdiği dönemde ortaya çıkmış fırkalardan bir fırka değildir. O başından beri vardır. O İslam’ın ta kendisidir. İtikadî fırkalar ortaya çıkınca ve her biri kendi baskın karakterini anlatan isimleri almaya başlayınca“ana damar” üzerinde olanlar kendisini “Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat” olarak ifade etmiştir. Burada ki “Sünnet” kelimesi, bu itikadi çizginin kaynağını, “Cemaat” kelimeside karakterini anlatmaktadır.

Ameli boyutta ise, tesettürü ele alalım. Evet bir şekilde kapanılıyor. Ama nasıl? Hakikatine mutabık mı, yoksa hakikatinden bigâne mi? Şu an tesettür dediğimiz mesele çığırından çıkmış vaziyette… Bu hususta da kıstas “kendine yakışan” olmuş durumda. Şunu söylemek gerekir ki sözde mütesettirlik iddiasında bulunanlar, tesettüre dair yapmış oldukları saçmalıkların sadece kendilerini ilgilendirdiklerini zannediyorlarsa, yanılıyorlar demektir. Sizler, bir manası da dikkat çekmemek olan tesettürü, zıddına inkılap ettirip, nasıl daha fazla dikkat çekebilirim cehdinde olarak yeni bir mana kazandırıyor ve tesettürü nazarlarda yozlaştırıyor, tesettür farzını, tarza çeviriyor, toplumsal yapıya ve ahlaka tasallut olup ifsada uğratıyorsunuz. Böylelikle, büyük bir vebalin altına giriyorsunuz.

Nefsin kemale erdiği, şu ahir zamanın ahirinde sorunlar saymakla bitmez. Bunca sorun varda, çözümü ne peki? İnsanoğlu geçmişten günümüze birçok sorun tespit etmiş, bunlara kendince çözüm üretmiş, sistem bulmuştur. Ama hepsi belirli bir zaman aralığına hapsolmuş, yıkılmaya ve çürümeye mahkûm olmuştur. Sorunlara eskimez, pörsümez, daima yeni bir çözüm gerekli…Her çağa uyan… Her çağın sorunlarına çözüm getirebilen… Dinamik olan... Her devirde, buna sarılırsam kurtuluşa ererim denilebilecek bir çözüm... Eksik, yarım ve sınırı olan insanoğlunun, böyle bir çözüm getirmesi muhaldir. E peki ne olacak şimdi? Böyle bir çözümü ancak insanı en iyi şekilde tanıyan biri getirebilir. O da şüphesiz insanın halikı Allah (cc)’tır. Yarattığı insanoğlunun nasıl rahat edeceğini, dünyanın içtimai düzeninin olması gerektiği şekilde nasıl işleyeceğini en iyi bilen Allah (cc) mütekamil olan çözümü bize ihsan etmiştir. İşte müdir fikir, merkez düşünce, işte elek, işte pergelin sabit ayağının mıhlanacağı zemin, işte her alana ve kulvara şamil olan İSLAM… İslami hususlara, yine İslam’la hamle etme. Eksiğe ve yarıma nispetle yapılan iş nasıl eksik ve yarım olur, işte kâmil olana yapılan nispet ve kıstas mütekamil olur. Kendinin yarım ve eksik olduğunu bilip, “Mutlak Tam” a kendini feda edici şuura sahip bir şekilde,fikirde; mutlak fikirden doğma fikirle, sezişte; İslam’dan ve imandan mülhem basiret ve ferasetle, sanatta;Allah’ı hatırlatıcı ve erdirici gayeyle, siyasette; İslam’ı hayata ve mekâna nakşetme gayesiyle, politik destekte;“Vallahi “Öz Muhammedi İslam’a” mutabık kaldığın sürece yanında, billahi mugayir olduğun sürece karşındayız. Tallahi tek ölçü İSLAM” bilincinde olarak, hamledici olunması niyazıyla.

Evet, İslam dedik. Lakin az önce itikadî hususa dair değindiğimiz sorundan mülhem, İslam denilince akla “Hangi İslam?” sorusu ister istemez geliyor maalesef. Bu kısımda da başlığımızın “Kime göre?” kısmını yanıtlarsak, mezkûr müşkülün ortadan kalkacağı kanaatindeyim. Evvela yolumuzu belirleyelim. Bunca yolun peyda olduğu şu zamanda hakikat olan hangisi? Bunun yanıtını Efendimiz Aleyhissalatuvesselam hazretlerinin mübarek ağızlarından şu Hadis-i Şerifi naklederek cevaplayalım:

-"Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bunların içinden biri hariç hepsi cehennemde olacaktır." buyurmuş. Ashâb-ı kirâm sormuşlar

"YâResûlâllah, o kurtulan fırka hangi fırka olacaktır?"

Efendimiz; "Bunlar benim (sünnet) ve ashabımın (cemaat) bulunduğu yolda olan kimselerdir." (Tirmizi, İman,18; İbnu Mace, Fiten, 17)

Ehli sünnetin ne olduğunu ve bu ismin nasıl ortaya çıktığını önceki satırlarımızda belirtmiştik. Şimdi bu yolun, telaffuzları ve anlamları farklı, lakin birbirine mündemiç, ayrılmaz bir bütün olan esaslarına dair konuşalım. İslam denilince akla ilk gelen Kur-an’ı Kerim, ilk esasımız. Devamında ikinci esasımız “Sünnet”e geldiğimiz zaman şu ayeti kerimeleri hatırlatmakta fayda var:

-“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, peygambere itaat edin. Amellerinizi boşa çıkarmayın.” (Muhammed (a.s.), 33)

-"Kim, Peygamber' e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur..." (Nisâ, 4/80)

-"... Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan da sakının..."  (Haşr, 59/7)

-"Biz hiçbir peygamberi, Allah'ın izniyle itaat edilmekten başka bir amaçla göndermedik..."

(Nisâ, 4/64)

             Burada sünnetten kasıt, mübelliğ (tebliğ eden) ve mübeyyin (beyan eden, açıklayan) olan Efendimiz’in İslâmî hususları anlama ve benimseme tarzıdır. Burada bizi diğerlerinden ayıran yegâne husus Efendimiz ’in aynı zamanda mübeyyin olduğu kısmıdır. Kur’an-ı Kerîm’in apaçık bir kitap olduğunu her fırsatta vurguladığı dikkat çeken pek çok kimsenin, birçok Kur’an-ı Kerîm ayetinin anlam ve delaletinde farklı düşündüğüne şahitlik ediyoruz. Yani Kur’an-ı Kerîm’in sadece tebliğinin değil, aynı zamanda beyanının da korunması gerekiyor. Nitekim sünnetten tecrit edilen Kur’an-ı Kerîm, önce meale, oradan da okuyanın ve yorumlayanın niyet ve maksadına göre şekillenen bir metin haline geliyor. Bu hususu açıklayıcı mahiyette olan şu ayeti kerimeyi de naklederek üçüncü esasımıza geçebiliriz:

               - "Nitekim, kendi içinizden size âyetlerimi okuyan, sizi (kötü inanç, fikir, söz ve fiillerden) arındıran, size Kitap ve hikmeti ve bilmediklerinizi öğreten bir peygamber gönderdik." (Bakara, 2/151)

             Gelelim İcma’ya;

             İcma, bir hususa dair ortak kanaatin oluşması, ittifak edilmesidir. Efendimiz buyurmuştur ki:

             -“Ümmetim dalalet üzerine birleşmez. Öyleyse bir konuda ihtilaf olduğunu gördüğünüzde sevad-ı azama (büyük çoğunluğa) tâbi olun.”  (İbnMace, Fiten, 8)

             Burada ki mana, vahyin ilk muhatapları olan akaid, amel, hukuk ve ahlâk yönleriyle İslâm’ı bir bütün olarak sonraki nesillere aktaran ashâb-ı kirâm cemaati ve her devirdeki Müslümanların büyük ekseriyeti (sevâd-ı a‘zam) ve müctehid âlimlerdir.

             Gelelim dördüncü esasımıza. “Kıyas”. Kıyas, hakkında kesin bir nass bulunmayan ve hükmü malûm olmayan bir hâdiseyi, hükmü bilinen benzer başka bir hâdiseyle mukayese ederek hüküm vermektir. Bu hususu Efendimiz’in Yemen’e vazifelendirdiği Muaz bin Cebel Hazretleri ile arasında geçen hadiseyi aynen naklederek nihayetlendirelim:

             Efendimiz buyurdular: "Sana hâlledilmesi için, herhangi bir dava getirildiği zaman, nasıl ve neye göre hüküm verirsin?" diye sordu. Hz. Muaz:

             "Allah'ın kitabındaki hükümlerle, hüküm veririm." dedi. Resûl-i Ekrem Efendimiz:

             "Eğer Allah'ın kitabında onunla ilgili bir hüküm bulamazsan, neye göre hüküm verirsin?" diye sordu. Hz. Muaz:

             "Resûlullah’ın sünnetine göre, hüküm veririm." dedi. Resûl-i Ekrem Efendimiz bu sefer:

             "Resûlullah’ın sünnetinde de onunla ilgili bir hüküm bulamazsan, ne yaparsın?" diye sordu. Hz. Muaz:

             "O zaman, kendi görüşüme göre içtihad eder, hüküm veririm." dedi.

Bunun üzerine Efendimiz memnun bir edayla şöyle mukabele etti:

             "Allah'a hamdolsun ki, Resûlullah’ın elçisini, Resûlullah’ın razı olduğu şeye muvaffak kıldı."

             Malumatfuruşluktan kaçıcı bir tutum içerisinde, meseleyi izah edici dipnotları böylelikle aktarmış olduk. Bu aktarımların toplamından tüten manaya sarılalım ve “Hangi İslam?” sorusunun cevabını zihinlerimizde bu şekilde hendeseleştirmiş olalım. Ve hiçbir açık, delik, eksik bırakmayan, boşluğa müsaade etmeyen, her hususa şamil olanı getiren, bizi bizden iyi tanıyan ve düşünen, bize bizden daha merhametli olan, bizim dertlerimize en güzel şekilde derman olan, sorunlarımıza herkesin hakkını verici bir şekilde çözüm getiren Allah Azze ve Celle’nin bize ihsan edip müşerref kıldığı, her hareketimizi ona uydurabileceğimiz mahiyette olan Öz Muhammedî İslam’a sımsıkı sarılalım. Bu iştiyak, cehd ve dertte olarak bu meseleye öz namusumuza sahip çıkar gibi sahip çıkalım ve iki cihanımız mamur edici adımı-adımları atarak yaptığımız tüm iş ve hareketlerin ve düşündüklerimizin bir mana kazanmasını, bir değer arz etmesini sağlayalım. Mevlâm muvaffak eyleye.

             Şehit Mahmud Esad Coşan Hazretlerinin şu ihtarı ve tavsiyesiyle bitirelim:

              “Her şeyin İslam’ca olsun. Görünüşün, düşünüşün, davranışın, yaşayışın, tercihin, sevmen veya kızman, desteklemen veya engellemen, emrin veya nehyin, konuşman veya susman imanî bir hakikate dayansın, ulvi bir gayeye yönelik olsun…”

Selam ve dua ile…

Mehmet Fatih Öztürk