Bu sayfayı yazdır

Tarihin Alfabesi - 1

Yazan: 30 Aralık 2020 1854

Fikir ve Tarih

Toplumlarda, devletlerde, sistemlerde hegemonyayı kuranlar, kurduranlar, yürütenler, yürüttürenler belirli an’aneleri kaydederler, kaydettirirler. Kayıt altındaki her meseleyi ilmi bir konjonktürde incelerler. Bu incelenen mananın, teorinin, nispi akımın adı tarihtir. Tarih bilmek ve bildirmek vaka bilmek ve bildirmek değildir. Tarihin sayıları, sayı içindeki olayın nedeni, sonucu, girdisi, çıktısı, ne için olduğu ve “ne”si görülürse biz ona tarihi bir vaka deyip laboratuvardaki bilim adamı gibi deneye başlayabiliriz. Tarihi meseleler, anların sıralanmasıyla tarihi vakaların kamikazeye girmesi gibi belirli dönemler yukarda belirli dönemler aşağıda geçer. Bizim milletimiz Devlet-i Aliyye Osmaniyye, Devlet-i Selçukiye, Gazneli, Babürşah, Memlükler, kamikazenin altlı üstlü dönmesi gibi belirli dönemler altta, belirli dönemler üstte devlet, toplum ve cemiyet meydana getirmiştir. Madde ve manada, afakta ve enfüste, sadırda ve satırda, içte ve dışta meydana getirilen bütün meselelerimizin esas vasfı milletimizin büyük mefkuresiydi. Büyük İslam velisinin dediği gibi; “Giden gelmez, gelen gider.” Bu geliş gidiş faaliyetlerinde İslam mayası, hamuru, ekmeği için yapacağımız şey ilahi bilmeceyi yani lahuti sesi yani hak kelamını bilmek, bulmak, olmak meselesidir. Yunus’un (k.s) dediği gibi; “Sataştım bir acep derde, Allah sana sundum elim…” Tarih ilminin vukufiyeti de tek manasıyla dert sahibi olmaktan geçer. Tarih binasının iç ve dış oluş mimarisini edebiyattan, sanattan ve sosyolojiden yardım alarak maverai bir halete çevirebiliriz. Mana hak için görmek, hak için duymak, hak için söylemektir.

Tarih ve Zaman

Zamanın giriftliği içerisinde tarihin bilmecesini çözmek, tarihi sesi duymak için zamanın düz bir çizgide akmadığını ifade eden daire meselesiyle kantitatif bir ilişki kurmamız lazım. Zaman ve daire sırrı. Tarih için soru şu: Tekerrür eder mi? Zaman için soru şu: Daire sırrı ne? Birinci soruda muhasebe, ikinci soruda ise murakabe şart. Bir beyit ile misal verelim:

“Arifi billah olan, bir halete dil bağlamaz, zira zaman olur ikbal olur idbar olur.” İkbal: talih, refah, baht açıklığı. İdbar: tersi, geriye gitme, talihsizlik. Zamanın ikbal ve idbarı, yani tasaffi tealisi bir yel değirmeni gibi dönüyor. Şair şunu kastediyor; bir duruma, bir hale bağlanmayın çünkü kopar. Kur’an-ı Kerim’de birçok tarihi mevzu anlatılır. Bu bize tarihi bilmeceyi lahuti sesten duyabilmemiz için tarihi sesin bir yansımasıdır. Tarih bir tekerrürdür elbette, biz de bu tekerrürde dönen şeyleri görebiliyor muyuz, duyabiliyor muyuz? Esas mesela burada, en kritik nokta burası, noktalar birleşiyor meseleler giriftleşiyor. Hz. Ali'nin (r.a) dediği gibi, ilim bir noktaydı insanlar onu çoğalttı. Tarih bilgisayarın on-off tuşuna benzer, klavyedeki doğru tuşu bulup basmamız gerek. Milletimizin Selçuklu’dan bu yana diktiği maverai seste oluş ipliği, Hayme Ana obasında Hayme Ana eliyle İslami bir kazağa evrilmiştir. İşte bizim bilgisayarımızdaki bu evrilişin açma kapama düğmesine basan Sultan Fatih’tir çünkü methi peygamberidir yani maveraidir.

Kimin Tarihi

Serahs Savaşı (1038), Dandanakan (1040), Oğuz Muhareceti (1061), Malazgirt (1071) hepsi milletimizin oluş çizgilerinin sarkarak akıp nehrin yatağını bulması gibi 1453’e doğru bir seyir takip eder. “Eksik oluş, oluşun katilidir.” manasına intisaben tarihin bütününde gerçekleşen Allah rızasını, dilencinin bizden istediği Allah rızası için olana eşitleyene kadar büyük devlet ve büyük millet olma vasfımızı tetimmeye vardıramayacağız. Fert toplumdur, fert iyiyse toplum iyidir, ferdin iyi olması iyi aile olmasından doğar. Aile bin yıllık tarihimizin altın levhasıdır. Altını bozdurup ayna aldığımız için ördüğümüz şeyin kendimiz olduğunu sanıyoruz, kendimizi unuttuk, Allah’ı unuttuk, niye? “Kendini bilen, Rabb’ini bilir.” İşte tam bu noktada Tarih devreye giriyor. Bütün tarihle bütün oluş çizgileriyle tarihi bileceğiz, kendimizi göreceğiz, tarihin sesini duyacağız, “Orda kimse var mı?” diyeceğiz ve şu cevabı alacağız: “Allah var! Her yerde O var, her şey O’ndan” deyip mutlak fikre varacağız.

Mevsimlerin tebeddül edip tekrar eski haline gelmesi gibi tarihi olaylar ve tarihi kişiler maddeten olmasa da manevi bir “hal” halinde tekrar zamanın raksına girerler. Burada meselemiz tebeddülattan ziyade geçmişteki kişiyle şu an onun ruhi muhtevasına bürünmüş kişiyi bulup çıkarmak yani neden sonuç ilişkisi denen mutualist ilişkidir. “Orta Asya, Anadolu, Avrupa, Afrika bin yıl önce neydi, bin yıl sonra ne oldu?” sorusu yanlış bir sorudur. Mihengimiz olmadan tarih okumak fırtınalı denize kayıkla girmek gibidir. Doğru soru şudur: “Allah rızası için Orta Asya’nın hudutsuz bozkırlarından, Anadolu içlerinden Tuna Nehri’nin kıyılarına “ALLAH ALLAH!” nidalarıyla seslenen ordumuz, milletimiz, devletimiz nerededir, ne yapmaktadır, ne olmuştur, ne olacaktır?”

Bilmek iştiyakı insanın merak duygusunu kamçılayan en önemli faktör lakin meselelerin içi var, dışı var, derinliği var, genişliği var. Buranın en önemli püf noktası derinlikte gavvas olmak, yükseklikte pilot olmak, iç ve dışta aba olmak. İslam ülkelerinin kahir ekseriyeti Türkiye’ye baba vazifesi vermiştir. Fakat biz bu vazifedeyken, Âlem-i İslam’a baş olma mevkiindeyken toplumsal meselelerde bilimum tarihi meselelerde gavvas olmak faktörümüzden mahrumuz. Bunun doğurduğu netice olarak her meseleyi zahire vuruyoruz oysa zahirle gören maddecidir. Bizim kafa gözüyle değil, kalp gözüyle görenlerden olmamız gerekirken, kalp hariç bütün tenasül organlarımızla görüyoruz. “Eline, diline, beline sahip ol!” düsturunu, “Hak gör, hak bil, hak söyle.” düsturunu bazen bir kâğıt parçası için, bazen bir kadın için, bazen bir ev, bir araba için bozuk para gibi harcıyoruz. Allah muhafaza...

Mukaddes Tarih

Allah’ı bilmek, Allah’ı bulmak, Allah yolunda olmak, Allah için olmak. Hz. Peygamber (sav) metaforundan doğan yani yürüyen Kur’an olan Fahri Kâinat’tan (sav) süzülen bir nur huzmesidir. Bu nur Hz. Peygamber’in (sav) üzerinde, hareketlerinde, kirpiğini kaldırıp indirmesi gibi önemlidir. Bu meselede herkesin iyi, kötü bir bilgisi vardır. “Hz Peygamber (sav) 571’de doğmuştur, 632’de vefat etmiştir. Şurada şu savaşı vermiştir, burada bu savaşı vermiştir, burada bu sahabe şehit olmuştur, şurada bu sahabe şehit olmuştur.” Bu gibi ifadelere varan ibareler nakıstır. Hz. Peygamber’i (sav) zahiren bilmek, cemiyetin fertte tecelli eden en büyük bedahetidir. Hz. Peygamber (sav) batından bilinecek. Bu batını bilmek için milyonlarla evliyaya, asfiyaya, velilere müracaat edilecek. İş isteyen adamın kapı kapı dolaşması gibi her kapı çalınacak. Bu bizi sünnet ehline götürecek, sünnet ehli yani fıkra-ı naciye. İşin özeti Ehli-Sünnet vel cemaat itikadı, tertemiz, pak bir şekilde, safi şekilde Hz. Peygamber’in (sav) batınında yol almak için en muteber kaynaktır. Şimdi cemiyette bu manzume eksik olduğu için peygamberler tarihinin en büyük aksiyon hareketi nakıs kalıyor. Peygamberler tarihi ve siyer bilinci eksik olan cemiyet kurtlu bir ağaçtan başka bir şey değildir. Bunun merhemi, ilacı kökten temizlik… Yani köke dönmek, öze dönmek. İşte tarih bu noktada devreye girer. Elektriği gitmiş evde şarteli kaldırmak gibi bir harekettir sünnet-i seniyyeye dönmek; bütün ışıklar yanar. Şeriat, tasavvuf, hakikat odalarının kapıları açılır. İşte tarih bu minvalde değerlendirildiği zaman bir tespihin tanesi gibi, Ehl-i Sünnet vel cemaat ehli tespihin taneleri, Hz Peygamber (sav) imamesidir. “Yavuz Çaldıran’a gitmiş, Fatih İstanbul’u fethetmiş, Yıldırım Niğbolu’yu kazanmış, I. Murat Kosova’yı kazanmış, II. Murat Varna’yı kazanmış, Tuğrul ve Çağrı Beyler Dandanakan’ı kazanmış, Alparslan Malazgirt’i kazanmış.” Bütün bu cümlelerin sonuna “Ne için?” deyip “Allah için!”e eşitleyince tarih bilmecesi çözülmüş olur.

Sanat Tarihine Farklı Bir Bakış

Âlem var âlemin içinde.

Hakikatin resmi çizilir mi çizilmez mi ayrı dava… Hakikatsizliğin, ruhsuzluğun resmi çizilir mi derseniz bu resim o resim… Eserin sahibi İspanyol ressam Salvador Dali. Deli diyen var, dahi diyen var. Deli mi dahi mi bilemeyiz lakin eserlerinden kırık olduğunu anlarız.

Meselemiz Dali’den ziyade şampuan Dalin’e dönmüş Türkiye’nin manzarası. Üstadımızın dediği gibi “Bahsimiz umumiyetle tek; Türkiye ve Türkiye’nin dünü, bugünü ve yarını. Başka bahsimiz yok.”

Her şeyin her şeyle alakasınca, her şeyi her yerde diyemeyeceğimizden mutlak fikre nispet edelim, Dali’ye dönelim. Resimde gergef, ruhu bozuk, bir şeyler arayan ama aramaktan yorulmuş birisi var.

  • Tenasül organında açılan pencere boş.
  • Midede açılan çekmece boş.
  • Kalpten yarı açık bir çekmece.

Bir şeyler arıyor, son şansı.

Resimdekinin neyi aradığına geçmeden önce bir hikâye anlatılır. Bir veliye sormuşlar: “Tespih çekerken neyi arıyorsun?”, “Gafleti arıyorum!” demiş. Biz tevhid denizinde yüzerken onlar gaflet bataklığında boğuluyorlar. Resmin kısaca özeti bu. Maalesef ülkemizde bu gaflet halini yaşıyoruz. Bırakın o veliye yaklaşmayı hayal bile edemiyoruz.

Erzurum Lala Paşa Camii’nde bir levha asılıdır, her namazdan sonra bakarım:

“Men tâle gafletehu zâle devletehu” “Gafleti uzun ve derin olanın devleti yok olur!”

En başta kendi nefsimizi katarak söyleyelim; gafletten uyanmamız, uyanık olmamız lazım… Sadi’nin de dediği gibi:

“Berg-i dırahtân-ı sebz der nazar-ı hûş-yâr

Her varakî defterîst ma'rifet-i Kird-gâr”

“Uyanık bakışlar için yeşil ağaçların her bir yaprağı,

Yaratan'ın marifet defterinin bir yaprağı gibidir.”

İşte bu marifeti anlamada da tarih yine devreye girer. Konuyu uzatmadan toparlayalım. Soru soralım, soru sormayı bilelim. Marifet soruda gizli, cevapta değil, dertte gizli dermanda değil. Niyazi Mısri’nin dediği gibi:

“Derman arardım derdime, derdim bana derman imiş.” Yani mesele âlem, elem.

“Neyi, nerede ve nasıl kovalamalı? Neyi, nerede ve nasıl yapmalı?” Bu şuur o şuur! “İnandım!” demekle toprağına adım atılan ülke! Sınırından tek adımla geçene, dağlarını, bayırlarını, ufuklarını işaret eden ülke! Nerede, ne zaman ve neyi yapmak gerekliliği şuuruna ermek için koşacaksın, aşacaksın, geçeceksin! O şuur, pireyi aslan kılan bir iksir! O şuur, denklem bozan bir tesir, maddeyi dölleyen mana, pireden aslan çıkaran mesir!

“Bedir, Uhud, Niğbolu, Kosova”

Ya da tersinden bir denklem halinde;

“Katerina karşısında Baltacı ya da ikinci Viyana kuşatması!”

O şuur, kendisinden yoksun bin kişiyi kendisine malik bir kişi önünde diz çökmeye mahkûm kılan bir Süleyman mührüdür. Mühür kimdeyse Süleyman odur! Mutlak fikrin peşinde olmak mutlak fikrin maratonunda âlemi dolanmakla beraber, eleme bulanmaktır! “Âlem” ile “elem”, iştikak kardeşliği! Neticede de ortalığa zorlayan, sebep ilgisi!”

M. Mustafa Mucaz