Söz, yalama oldu artık… Sözü yalama yapan da sözün sadece teoride kalması, asla icraat sahasında boy göstermemesidir… Hani bir söz vardır, Müslümanın sözü senettir, diye… Burada Müslümanın sözünün senet olması, onun o sözü faaliyete geçirme noktasında herhangi bir tereddüte mahal olmamasından ötürüdür. Müslüman söz verdiyse, ağzından bir şey çıktıysa, bunun amelde ve icraatta muhakkak bir karşılığının olması gerekir. Eskiden böyle imiş, böyle olduğu için de kendisine güvenilmesi hususunda yazılı bir evraka başvurmak şöyle dursun, başlı başına Müslümanın sözü bile senetmiş. Günümüzde ise söz, edebiyattan başka hiçbir anlam ifade etmiyor.
Allah Resulü, nübüvvetten sonra olduğu gibi nübüvvetten önce de el-Emin (güvenilir) idi. O’nun (SAV.) asla ve asla yalan söylemeyeceğini ve kendisine güven hususunda asla bir tereddüte mahal olmadığını en azılı düşmanları bile takdir ederdi. Bizim ise hakikatte O’na(SAV.) ümmet olma liyakatimizin yerlerde süründüğü de zaten izahtan varestedir…
Şimdilerde söz, boşluğa sıkılan mermi… Hedefi yok, hedefi olmadığı için sorumluluğu yok, sorumluluğu olmadığı için de bağlayıcılığı yok…
Söz, hakikaten yalama oldu. Şimdi Müslümanlara düşen iş, laga luga yapmak ve edebiyat paralamak yerine icraat atını mahmuzlayıp atağa kalkmaktır! Bu ölçü her sahada geçerli olmalıdır.
Sözün ehemmiyetine dair Allah Resulü’nün şu hadisine bakalım ve ürperelim:
“Münafıklığın alâmeti üçtür. Konuştuğunda yalan söyler, söz verdiğinde sözünden döner, kendisine bir şey emanet edildiğinde ihanet eder.”
Sözün bağlayıcılığı olmalı… Dileyen, dilediği iddiada bulunmakta serbesttir. Lakin, iddiasını ispatlamak ve sonuçlarına katlanmak şartıyla… Buna, Osmanlı’dan bir misal verelim. Sözde Müslümanlık ama özde Yahudilik demek olan Sabetayizmin(gizli Yahudiliğin) kurucusu kabul edilen Sabetay Sevi, İspanyol engizisyonunun zulmüne maruz kalarak önce Mora adasına, sonrasında ise İzmir’e yerleşen Romanyot bir Yahudi ailenin mensubu olarak 1626 yılının Temmuz ayında İzmir’de doğar. Sonrasında ise sıkı bir Yahudi terbiyesinden geçer. Kendisinin belirli bir yetkinliğe ulaştığını düşündükten sonra da Mesihlik iddiasında bulunur. Bu hadise üzerine Osmanlı topraklarındaki ve Avrupa’daki Yahudilerde bir kıpırdanma hâsıl olur. Çünkü Yahudiler, Mesih ortaya çıktığında Mesih’in kendilerini Filistin’e götüreceğine inanıyorlardı. Hadiseler bu minvalde kendi toprak sınırları içinde gelişince Osmanlı bu duruma seyirci kalmadı. Sabetay Sevi tutuklanarak 16 Eylül 1666’da Edirne’de devlet ricalinin önünde sorgulandı. Hatta Avcı Mehmet olarak bilinen Sultan 4. Mehmet de bu sorguya kafes arkasından şahitlik etti.
Sabetay Sevi bir şartla Mesihlik iddiasında haklı bulunup serbest bırakılacaktı. Bu şart, onun elbiselerinden soyularak ok yağmuruna hedef yapılmasıydı. Şayet bu ok yağmurundan ölmez de sağ bir şekilde kurtulursa onun Mesihlik iddiası haklı bulunacaktı. Zira İslam inancında gerçek Mesih’e ok işlemez. Bu şart kendisine söylendiğinde Sabetay Sevi Mesihlik iddiasından hemen dönerek kendisinin sade ve basit bir haham olduğunu, Mesihliği kendisine Yahudilerin yakıştırdığını söyledi. Bu sorgulama esnasında Sabetay Sevi’nin tercümanlığını önceleri bir Yahudi olup sonrasında Müslüman olan ve Hayatizâde Mustafa Fevzi ismini alan bir hekim yapıyordu. Hayatizâde Mustafa Fevzi, Sabetay Sevi’ye bu durumdan ancak Müslüman olarak kurtulabileceğini söyledi. Bunun üzerine Sabetay Sevi de kelime-i şehadet getirerek sözde Müslüman oldu ve Mehmet ismini aldı.
Görüldüğü gibi bir fikre sahip olan ve devlet aygıtını yürütürken bu fikirden kuvvet ve ilham alan bir devlette herkes dilediği iddiayı ortaya atabilir ama bu iddiasını ispatlamak ve bir yere dayandırmakla da mükelleftir. Aksi takdirde bu iddia canına bile mâl olabilir. “İnsanı abâd eden de berbat eden de sözüdür.” hikmeti ancak böyle bir devletin varlığıyla tebellür eder. Ama merkezinde bir fikri olmayan ve herkese ve her şeye eşit mesafede olduğunu söyleyen devletimiz böyle midir? Türkiye’de bırakın Mesihlik iddiasını, insanlar rahatlıkla peygamberlik iddiasında bile bulunabilirler, ki bulunuyorlar da zaten. Peygamberlik iddiasında bulunan sahtekârlardan birisi olan İskender Ali Mihr daha birkaç gün önce öldü… Mehdilik iddiasını hiç saymıyoruz bile, neredeyse her şehrin bir mehdisi var çünkü Türkiye’de… Türkiye’de söz söylemek, sayısal loto oynamak gibi adeta, tutarsa ne ala, tutmazsa da hiçbir riski yok! Hoş, sayısal lotoyu oynatan da devletimiz değil mi zaten?
Biz susalım, sözün üstadı Yunus Emre konuşsun:
“Söz ola kese savaşı söz ola kestire başı
Söz ola ağulu aşı bal ile yağ ede bir söz.”