Bu sayfayı yazdır

Hakiki Muhammedîysek, Ne İş Üzre Oluruz?

Yazan: 30 Ekim 2022 1277

Hareket, hayatın esasıdır. Akmayan su kokar, amelle taçlandırılmayan imana güve düşer. İslam, zatıyla tüm terakkidir. Ama müspet istikamete doğru bir terakki… Allah’a ve Resulü’ne… Mümin, bu terakkiden masun olursa, manasıyla kokmaya başlar. Hele bu terakkisizlik hali müminde daim hale gelirse, akıbet ebedî mahrumiyetle bile sonuçlanabilir, yani müminin müminliği elden de gidebilir… Zira hareketten kesilmiş her unsuru, onu kendi felaketinin ağlarıyla boğacak bir örümcek bekler! Bekleyenleri bekleyen örümcekler, ağ değil urgan salgılayan kollarıyla, eşyada donup hadisede küflenenler için, tarihin ve talihin meydanına darağaçları kurarlar…

İnsanlar bilsinler ya da bilmesinler, fark etsinler ya da etmesinler, her an ölüme daha bir yaklaşıyor, dünyadan daha bir uzaklaşıyoruz! Plastik bir topun ardından koşan küçük bir çocuk, yemeğini yetiştirmeye çalışan bir kadın, toplantıya hazırlanan bir iş adamı, hayatın içinde her kim var ise ve her ne iş ile uğraşırsa uğraşsın, gerçekte ölüme doğru an be an daha bir yaklaşma fiilinin failidir. Hayatta kalmak için doktora giden adamın, gidişi boyunca ölüme de yaklaşıyor olması, ne ironik bir tecellidir! Buna dur demeye kimin gücü yeter? Elbette böyle bir güç kimsede yoktur. Öyleyse akıllı insan, durduramadığı bu gidişatın yelkenlisine ihtiyarı ile biner ve bu sürecin icabatını layıkıyla yerine getirmek için harekete geçer… Bu, bahtiyarlıktır! Ya bu işin bahtiyarlığına talip olmayıp da, bedbahtlığında donup kalanlar? Onlar da, ıztırarî olarak perçemlerinden yakalanır, ölüme ve Allah’ın Cemaline ihtiyarî olarak giden bahtiyarlara karşılık, gene ölüme ama bu defa Allah’ın Celâline doğru sürütülürler… Her biri, dünyevî ve uhrevî birer bedbaht olarak!

Bu bedbahtların ve bedbahtlığın, bahtiyarlara ait dünyayı da belaya bulamaları bir vakıadır… Bunlar, ehl-i Celâldir ve bunlar ne kadar çok iseler, mahlukâtın rahat yüzü görmesi de tersine o kadar azdır. Bela umumi gelir ve gelişiyle, Ehl-i Celâl karşısında bastırılmış Ehl-i Cemâlin duasını da askıya alır. Bir toplum hayal edin… Bu toplumun Allah’a karşı nispeti toplamda, nefsin isteklerinden hiçbir veçhile vazgeçememek, Allah’ın dinine isyan ve muhalefette ısrar etmek olsun. Şimdi bu toplumun içinden toplum namına yapılan ve “Ya Rabbi! Bize yardım et, düşman şerrinden koru, rahatımızı muhafaza eyle!” şeklinde olan duaların kabulü ne kadar mümkün olur. Velev ki bu toplumda, Allah’a en yakın mukarrebler olsun, dua halakasına onların zatıyla pak duaları da katılsın… Beyazıd-ı Bestamî Hazretleri ki, kıyamet günü Allah’ın isteğini soracak olması durumunda kendisinin ne isteyeceği sorulmuş, dünyada da nefsini tezkiye etmiş pir-u pak haliyle isteğini şöyle tekellüm etmiştir:

“Rabbim! Müsaade buyur da, şu nefsimi cehenneme atıvereyim! Zira dünyada bana çektirmediği kalmadı, burada olsun, ondan intikamımı alayım!”

Büyük Veli’nin bu cevabı dünyadayken hazırladığını unutmadan kaydedelim ki; bir toplumda nefsinden razı olanlar, nefsiyle mücadele edenleri galebe çaldıkça, o toplumun varlık gölüne de ancak kahır ve musibet mayası çalınacaktır. Öyleyse; nefsiyle mücadeleyi ferdî ve toplumsal plânda sürdürenlere, ferdî olmaktan başka düşen toplumsal bir mükellefiyet de, kendi toplumundaki Ehl-i Cemallerin sayısını arttırmak ve ennihayetinde Ehl-i Celalleri galebe çalmaktır. Bunun da yolu bellidir. Adem Peygamber’den bu yana görülmemiş fitne ve belaların kol gezdiği, Allah’ın Celâl isminin müthiş bir celp ile feverana geçirildiği devrimizde bunun yolu, ferdî ve umumi plânda Allah ve Resulü’nü cemiyete nakşetme seferberliği ilân etmektir. Evvela ferdî olarak, Kur’an’ı zahirî ve batınî cihetleriyle kendi nefsimize tatbik edeceğiz… Ve sonra değil, bununla eşgüdümlü olarak, bizim dışımızdaki insanlara zahirî ve batınî cihetleriyle yardıma koşacağız… Ki bu ikinci safha, birinci safhada donup kalmanın urlaşmaya da yol açabileceği gerçeğiyle birlikte söyleyelim ki; mümine hayali zor makamlar ittihaz etmeye de mahmuldur. Bütün bela ve musibetlerin, fertlere ve toplumlara nefsten razı olmaktan geleceği bir hakikatken, nefse muhalefetin de gene fertlere ve toplumlara getireceği şey hayır ve saadetten başka şey değildir. Nefsten razı olmak, Allah’ın razı olmamasına rıza göstermektir. Nefs ile mücadele etmek de, Allah’ın rızasına talip olmaktır. Ferdî ve umumî plânda… Din büyüklerinin kitaplarında mukayyettir ki; Allah, kıyamette ehl-i abidleri en son huzuruna celp edecek ve Cemâl-i İlahiyesini onlara rüyet ettirecek… Ve sonra da “Kaldı mı ey kullarım bir nimetim, size bahşetmediğim?” diye soracak… Onlar da, her nimete erdikleri düşüncesiyle Allah’a “Daha ne olsun ey Rabbimiz?” deyince, Allah’tan şu cevabı alacaklar: “Dahası var nimetlerimin ve o da, Rızamdır! Şimdi de sizden razı oldum!”  Bu abidlerin karşılığıdır. Gene aynı din kitapları kaydeder ki, ariflere bu rıza-i ilahi, dünyadayken verilecektir… Peki, bu rızaya dünyada ermenin, ahirette ermeye bir üstünlüğü mü vardır, var ise niyedir? Bu sualin asli cevabından önce, cevabı mahiyetindeki mukabil sorusu şudur:

“İslamî ilimleri, sırf kendi amel etsin diye tahsil eden bir kimse ile hem kendi amel etsin, hem de bununla başkalarını da amel ettirsin diye tahsil eden bir kimse, bir olur mu?”

Olmaz elbette… Zira hayır, ilk kimsenin yalnız kendisinde kalır ve ikincisi için hayır, nasibi nispetinde o ilimden istifade eden fert ve toplumları dolanıp durur, dolanıp durdukça da tahsildarı için hayırdan dağlar tepeler… Öyleyse Allah’ın rızasına dünyada iken ermek, veli tavrının fevkinden damıtılabilecek bir şeydir… Veliler, zaten seçkin kullar… O halde seçkin kul olmanın yolu, velilerin bu lahuti edasını takiple mümkündür. Yani İslam’a, yalnız zatımızın yaşaması için değil, bununla beraber cemiyetimizin de yaşaması için müdrik olacağız… Bu da, ferdî ve derinliğine bir imandan sonra, onu tek kanatlıktan çıkarıp iki kanatlı yapacak ve sonra birlikte uçulabilmesini sağlayacak umumî ve genişliğine bir imana tekabül eder. Bu mütekabiliyete sahip olmayan her mümin, imanda tek kanatlı bir kuştur. Uçmaya çalıştıkça, uçmak yerine ancak yerden toz kaldıran bir kuş… Ve nasipli kediler için, pençeye gelmeye hazır bir kuş… Böyle Muhammedîlik olmaz zaten! Gerçek mümine, burhan gerek… Bu burhanı da, Allah için sevmek ve Allah için buğzetmek keyfiyetinde aramak gerek… Kur’an baştan sona bu keyfiyet ile mahmul iken, Kur’an’dan tam mahrum olmayı da işaret eden bir hal-i perişanlıkla, “iman gereği muhabbet”ten mahrum kalmak ve “iman gereği öfkeden” uzak bulunmak, ne hazin bir vaziyete müteallik olmaktır. Düşünün ki bu burhandan, künyesinde Muhammedî yazılı nicesi de mahrumdur. Şâh-ı Mürselin-i Enbiya Hz. M…..d’e (SAV) ait bir mûy-i anber (sakal-ı şeriften bir kıl) karşısında saatlerce bekleyip el pençe divan duranlar, O’nun Allah’tan getirdiği ve Allah’ın da “Kesinlikle ona uy!” diyerek verdiği Şeriatine karşı gayet lakayttır, ona karşı lakayt değilse bile ona olan küfür ve hakarete karşı gayet gevşektir. Bu mudur Peygamberler Peygamberi’ni ihya etmek! Elbette değil… Şeriat-i Muhammedîye’nin hayatın her alanına hakim kılınması mevzuunda ıslık çalıp tavana bakan ama çörek otunun faydası mevzuunda Peygambere tabiiyet kuleleri dikenler, Peygambere ulvi maksatla ittiba etmiş sayılmazlar, bunlar olsa olsa nefslerini süfli muratlarına iltika ettirmiş sayılırlar. İsterse künyelerinde Muhammedî yazsın! Şu bir gerçektir ki, İslamî hakikatler meyanında sohbet-i nefsiye için de bulunulur, sohbet-i nefesiyye için de… Nice vakit sakıttır ki; nefslerini rahatlatmak için kafalarını İslamî ortam ve sohbetlere sokanlar olur. “İslam’a dahil olmak” keyfiyeti de, nicesinin şahsında böyle bir hokkabazlıktan sakıt kalmaz. Sohbet-i nefsiyye ve duhul-u İslam-ı nefsiyye, sohbete ve İslam’a sadece kalıbıyla girmektir, kalbiyle değil… Sohbet-i nefesiyye ve duhul-u İslam-ı nefesiyye, sohbete ve İslam’a kalıbıyla beraber kalbiyle de, kalıbıyla mümkün olmazsa da kalbiyle girmektir. İlkinin en parlak misali, koruyup kollamakla beraber ölene kadar her daim Allah Resulü ile beraber olan amcası Ebu Talib, ikincisinin en parlak misaliyse, Allah Resulü ile tek an bile bir araya gelemediği halde O’nun muhabbet ve rızasını derinden celp eden Veysel Karanî… Ebu Talib, hakiki nispeti kuramadığı için her an Hz. M….d’in yanında da olsa, Muhammedî değildi. Ama Veysel Karanî, Hz. M…d’e hakiki nispeti uzakta da olsa kurabildiğinden, her zerresiyle Muhammedî idi. Bu her devirde de böyle değil midir? Öyleyse hakiki Muhammedîlik için müddeilere burhan gerektir. Muhabbet, mütâbeat nispetincedir. Allah ve Resulü’ne gerçekten muhabbet edilirse, gerçek mütâbeat olur, gerçek mütâbeat da, günahların bağışlanmasına vesile olur, bunun da manası, cemiyetimizde Ehl-i Cemâllerin artması ve tedrici artışla Ehl-i Celâllerin galebesine doğru ilerlenmesidir. Zaten bunu Allah, insanlara desinler diye Resulü’ne dememiş midir:

“Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınız bağışlasın…” (Ali İmran-31)

Yani Allah’ını gerçekten seven, Peygamberine gerçekten uyar, bu uyuşa da Allah’ın:

“Sonra seni de din konusunda bir Şeriat sahibi kıldık, ona uy; bilmeyenlerin heveslerine uyma…”

Diye hakkında, Peygambere uyulup uyulmadığının nişanesi de olacak “Şeriat’e uyuş” emriyle icraya başlanır. Dünyada ve ahirette her veçhile selamet ve saadet mi istiyoruz, İslam davasına layıkıyla hizmet edip Rızâ-yı Bâri’ye ermek mi istiyoruz, öyleyse Kur’an ve Sünnet’i, zahir ve batın cihetleriyle hem yaşamaya hem de yaşatmaya çalışacağız. Bu da, Allah ve Resulü’nü, onlar adına verdiğimiz mücadelede yanımıza çekmek olacak… Onlar bize yardım ederse o zaman, ferdî ve umumî plânda İslam’ın tam hakimiyetini icra işinde bizim karşımızda kim durabilir?

“Allah size yardım ederse, artık sizi yenecek yoktur…” (Ali İmran-160)

Ama işte ferdî ve umumî plânda el an, ezik vaziyetteyiz, demek ki tahakkukunu şart gösterdiğimiz fiilden de kaçmış vaziyetteyiz! Bu kaçışı ferden ve umumen, asıl olana avdete döndüremezsek eğer, bunun manası Allah ve Resulü’nü hafife almak olur, bu da ahirette namımıza, tartıların hafif geleceği belalı bir istikametin açılmasıdır ki, Allah ferden ve umumen bu misilsiz felaketten muhafaza buyursun:

“O gün kimin tartılan ameli ağır gelirse işte o, hoşnut edici bir yaşayış içinde olur. Kimin tartıları hafif gelirse de, onun anası Hâviye’dir… Nedir o (Hâviye) bilir misin? Kızışmış bir ateştir!” (Karia-6/11)

Dünyaya insan geldik, İslam’da kalarak insan kalacağız, öyleyse anası Haviye olmamak için, anası Havva olmaya layık bir hayat yaşamalıyız… Bunun için de, çağ Firavunlarının istedikleri sahte İslam’da rehavet ve gaflet belirtmek yerine, Mâhbûb-u Kibriyâ’nın (SAV) Allah’tan getirdiği İslam’ı bilmek ve bulmak, sonra bildirmek ve buldurmak için mücadele edeceğiz… Duhul-u İslam-ı nefsiyye’den Allah’a sığınıp, duhul-u İslam-ı nefesiyye ile müşerref olacağız… Nefislerimizi sopalayağız ve nefeslerimizi İslam uğrunda alıp vereceğiz…

O zaman isterse, hakiki İslam’ın tam hakimiyetini isterken biz, sahtesinin devrimize ve cemiyetimize hakim sahipleri bizden hoşnut olmasın, eza ve cefaya başvursunlar…

Tırıs gelmeli ki gelir, vırıs gitmeli ki, gider!

Zira o zaman biz, Allah ve Resulü’nü hoşnut etmek gibi alemde en hakiki ve ebedî bir selamet ve saadeti getirecek, en hakiki bir işin içinde olacağız…

Davetimiz, nefsimize ve gayrımıza olarak, bu işedir…