Diyanet Hutbelerine İmanî Format Atılsın!

Yazan: 04 Aralık 2021 2541

Fetih, “açmak”tır… Ve bir fetih dini olarak İslam, yeryüzünde Allah’a kapalı gönül kapılarını, Allah’a açmak için ufukları kollar, dört yön cihetiyle arzı, tebliğ ve nasihat nazarlarıyla tarar…

İslam’ın, hakikatiyle atılmış bir tebliğ ve nasihat nazarına, baskısız bir ortamda muhatap olup da teslim olmamak handiyse muhaldir… Bu sebeple bu tebliğ ve nasihat nazarına karşı kapılar kilitlenir, gönülleri kararmış insanları kör karanlık küfür kuyularında tutmak isterler… İşte o zaman “fetih”, ism-i fâil tevlidiyle içinden “açıcı” manasına “fatih”ler çıkarır ve İslam’ın tebliğ ve nasihat nazarı için kilitli mahfillerin yüzünden peçeleri indirir…

Gönlü, “hakikate karşı örtünmek” manasına “küfür” ile dolmuş bir kimse, tam da bu sebepten İslam’a istilacı olduğu kastıyla çatarken, “hakikati örten” manasına “kâfir” olur… “Hakikate açılmış” manasına gönlü “meftuh” bir kimseninse olaya bakış açısı, kalbinin açısıdır ve en sade buudlardan hikmetini, misal şöyle seslendirir:

-Kötü mü olmuş yani, Konstantinopolis’in, “İslam’ın bol olması” manasına İstanbul olması!

Madde ve mana cihetiyle İmparator Konstantin sülbünden kimseler, açıkça dillendireni ve dillendirmeyeniyle “Kötü olmuş tabi!” der de, hakiki fikir namusu sırf maddî bir ağzı olmadığı için böylelerin yüzüne:

-Yayılmak istemeseydi bir din, bir inanç, bir fikir, bir felsefe ya da bir hikmet, kendisiyle doğduğu kimseden sonra bulur muydu hiç, ikinci bağlısını?

Diye tükürmez… Öyle ya; âlemde ve tarihte, bir kez tevlit olduktan sonra yayılmak istemeyecek ne bir din ne bir anlayış mümkündür… İslam’ın, kapalı gönül kilitlerini açmak manasına yayılışını “istila” ile tavsif edenler de zaten kendilerindeki pisliği yaymak için etmiyorlar mı, bütün istifralarını!

İslam’a, teslim olan selamet bulur ve ismi Müslüman olur… İslam, teslim, selamet, Müslüman… Hep aynı kökten olarak hepsi de, nurun zulmeti, hakkın batılı, adaletin zulmü gidermesi ve onlardan boşalan alanlara dolmasını ifade eder… İslam’ın, teslim almak noktasında, çifte kanat muvazenesiyle işleyen iki kanadı vardır… Tebliğ ve cihat… Bu çifte kanat çırpıldıkça, duyabilen kulaklara şu ses gelir:

“Tebliğ, cihattır ve cihat da, tebliğ!”

Buna, “kalem ile kılıcın senkronizasyonu” da diyebiliriz… Tebliğ ve kaleme racî yönün dayanağı sayısız delille ortadadır…

“Ey Resulüm! Rabbinden Sana indirileni (aynen ve eksiksiz olarak) tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O’nun (Allah’ın) elçiliğini (tebliğ mesuliyetini) aksatmış olursun... Allah seni insanlardan koruyacaktır…” (Maide-67)

Cihat ve kılıca racî yönün dayanağı için de delil aramak gereksiz:

“Onlara karşı elinizden geldiği kadar güç ve savaş atları hazırlayın…” (Enfâl-60)

Öyleyse Müslümanların, arzı ve insanlığı, arzın ve insanlığın lehine olarak teslim almaları ontolojik bir lazımadır, bunun için elzem olan iki şeyse; kalplere tesir edecek tebliğ ile kapıları açacak madde gücüdür…

Sözün gücü ile silahın gücü…

20. asra bir bakın! Ve onu, bu ikisinin de öz yurdumuzda boğulmaya çalışıldığı bir devir olarak görün…

“Yurtta sus, cihanda sus!” politikası ile silah gücümüz, Harf ve Dil Dev(i)rimleriyle de söz gücümüz boğulmak istendi… Handiyse bir asra yakın bir maytap tabancası olsun yapamadık ve “Güneş Dil Teorisi” gibi komik cellâtlar bizi dilde hakiki Türkçe mesabesindeki “Osmanlıca çınarı”ndan aşağı itip tenzil etti ve düştüğümüz yeni mıntıka da “Öz Türkçe çalılığı” oldu…

1diyanet hutbelerine imanî format atılsın.1

Şimdilerde “Yurtta sus, cihanda da sus!” politikasından uzaklaştığımız nispetle, silah üretebiliyoruz… Bir asır, sırf yurtta da sevişelim, dünyada da sevişelim diye önleyici tedbirlerle ön aldılar, hiç olmazsa bürokrasi koridorlarında yol kesicilik ettiler, içimizden bir kimse ya da şirket, yurtta ve cihanda patlattığımız an dosta güven, düşmana korku verecek bir silahın hayalini mi görmeye başladı misal, o kimse ya da şirketin rüyasına kadar girdiler, o hayali orada kışkışlamaya çalıştılar, orada kışkışlayamazlarsa gerçek hayatta pışpışladılar, onu da yapamazlarsa ya parayı basıp horozlaşmadan evvel onu civciv iken satın alıp boğdular, hiç olmadı onu deruhte eden kafayı koparıp bir de intihar süsü verdiler… Unutmayalım; SİHA-İHA mevzuundaki gururumuzun bahtı eğer, “Ülke lideri-Dünür/Damat” gibi bir nispetin kavşağına tevafuk etmeseydi, onu da bu yollardan biriyle boğar, yurtta ve cihanda sevişme serüvenimize tek perdelik olsun ara verdirtmezlerdi… Ama öyle olmadı, silah gücünün Türkiye lehine deruhte edilmesi, Türkiye’ye habis bir ruh gibi çöreklenmiş rejimlerini güçten düşürebilirdi. Bu sebeple, SİHA-İHA devrimine bile onu bir an evvel devirici bir devrimci nazarıyla bakmakta ve bu yolda, silah gücünden öte Kemalist oligarşinin “Abrakadabra” türünden büyülü sözlerinin gücünü işletmekteler… Müslümanlar dik durur ve başarının, Kemalizm ile asla elde edilmeyecek-edilemeyecek bir şey olduğunu, bu manada elde edilenin Müslümanlık hasletlerinden doğmuş bulunduğunu apaçık tersim eder ve bu yolda hâsıl olan silah gücünü, bize ait dünya görüşünün söz gücüyle tescil ederlerse, Kemalizm’in abrakadabraları da boşa çıkar ve hatta merhale merhale bu Kemalizm’in de boşa düşmesi rahmetini doğurur…

Ya, -bir parça oluyor olduğuna şahitlik de ettiğimiz üzere!- tersi olursa?

Meydan elbette gene “Yurtta ve cihanda sus”çulara kalır! Misalini abartarak ama minvalini tam isabetleyerek kaydedelim ki; İHA ile seni beni gözetler, SİHA ile seni beni vururlar!

Hey dostum hey!

“Yurtta ve cihanda sus”çuların derin hasetle karşıladığı ve ilk fırsatta bütün “Kemalizm’e rağmen”leri boğmak isteyecekleri bir vasatta, bir de üzerine çekirge gibi kondurulduğumuz “Öz Türkçe çalılığından”, dev bir dil çınarına atlayabilir miyiz, orada dev bir dil kartalı halinde yeniden doğar, doğrulabilir miyiz ki?

Ne zor, mesele içre mesele doğuran ne çetrefilli bir dava!

El’an; meselesini etmek istediğimiz şeyse aslında yalnız; sözün gücü… Silahın gücünü izaha zaten gerek yok… İzahı gerekli olan, silahın gücünü de tesir kudretinde bulunan ve kendisinden gaflete düştüğümüz; sözün gücü… Kelâm yani…

Türkiye’de, vatandaş kitlesinden iktidar kütlesine uzanan bir hatta hâlâ Müslümanlık davası güden varsa, asli hakikati ve esaslı gücü bize ait olan “söz”ü, Kemalizm’in onu soktuğu kurbağa lisanıyla vıraklatmak yerine, Kemalizm’i ancak vıraklayan bir kurbağa hükmüne sokabilmek için onu bir aslan gibi kükretebilmekteki önemi de görmeli!

Eskiler “Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı!” derken, sözleri tesirli ve tesirsiz diye ikiye ayırmazlar, tesirli sözleri zararlı ve faydalı diye ikiye ayırırlar… Yani yalnız faydalı sözlerin değil, zararlı sözlerin de tesirli olanları vardır…

Çıktığı kaynağa ve varacağı menzile göre her sözde ya hakikate bir övgü, ya da hakikate bir sövgü vardır… Adam deşmek için imal edilmiş bir bıçak, nice zaman tabaklar üzerinde et kesmekle iştigal etse de, öz hüviyetiyle keseceği adamı kollamaktan vazgeçmez… Bu minvalde doğru söz bile yanlış ağızlarda, neticesi hakikate sövgü olacak bir istikamet sapması yaşar… Büyük bir velinin, içindeki bilgilerin doğru olduğunu teyit etse de, kendisinden gene de men ettiği bir kitap için “Zira yazanı pis!” demesi, temiz suyun pis borularda pisleşmesine ne de güzel bir nişane…

Doğru kelâm, pis ağızlarda pisleşir! Hele pis ağızlardaki pis kelâm? Ve hele hele pis ağızlarda, doğruymuş gibi duran pis kelâm?

Batı Felsefe ağzının tekellüm edip de onunla tüm arzı kemâliyle tefessüh ettiği kelâm!

Çürütücü, ifsad edici, ayar bozucu, zihinleri nikâhsız visalle gebe bırakıcı bütün sözlerin ilk kaynağı, şeytan ağzıdır!

Laf ebesi Sokrates’in annesi bir ebeydi. Böyleyken kendisi de, kendi ifadesiyle “erkekleri doğurtan bir ebe” olmayı tercih etti. Elbette bu dediğimiz, eşcinsel olmasına ve maddî temasla birlikte olduğu çaylak oğlanlardan asla çocuk doğurtamamasına bir atıf değil, manevî temasla birlikte olduklarının zihinlerini döllemesine bir atıf…

Sokrates hakkında, “laf ebesi” diyoruz ya; bu bize has bir hasitliğin ifadesi değil, işte kendi devrinden meşhur komedyacı Aristophanes’in, “Bulutlar” isimli komedyasında dediği:

“Haksız davayı, haklı göstermekte Sokrates’in üstüne yoktur!”

Bu, lafta ebelik… Ya laf -söz!- ile zihinleri nikâhsız bir visalle dölleyicilik?

Aristo “Gerçek söz gebe bırakır!” diyor ve gerçek sözü de “logos spermaticus” diye isimlendiriyor… “Logos spermaticus”, yani “dölleyici söz”… Gerçek söz döller ve muhatabının zihnini yeni bir bilgiye gebe bırakır… Böyle bir muhataplıkta erkeklik-dişilik hususu yoktur ve dölleyici bir söze vasıta organ herkes için kulaktır… Şeytansa bu işi sadece sol kulaktan görür…

Pis bir ağzın, nikâhsız bir visalle ve kulak vasıtasıyla döllediği zihin, yeni bilgiler doğurur ve bu bilgiler de, dışından fiyakalı gibi dursa da içinde zift bulundurur. Bu işin mukadder oluşlar halinde ve çetrefilli dölleyişler neticesinde ne dalalet irtifaları kazandığını anlamak isteyen, Yunan Felsefesi’nin “söz” ile yani “söz-kelâm” manasına da gelen en temel kavramı “logos” ile Hz. İsa’dan arta kalan İsevîliği döllemesi ve ortaya Hristiyanlığı çıkarmasına baksın!

Yuhanna İncili’nin, daha ilk ayetinde:

“Her şeyden önce Logos (kelâm) vardı ve Logos tanrıyla birlikteydi ve Logos tanrıydı…”

1diyanet hutbelerine imanî format atılsın.2

Demesi ve Yunan Felsefesi’nin “Logos”unu, Hz. İsa ile özleştirmesi, bu eşleştirmenin kutsal metinden itibaren bayraklaştırılmasını ifade eder…

M.S.100’de doğan Platon ve Stoa hastası Justin, “aziz”leştirileceği Hristiyanlığa giriyor ve Yunan Felsefesi ile Hristiyanlığı birbirine tam uygun buluyor. Yuhanna İncili’nin az evvel kaydettiğimiz ilk ayetinde bulunan ve İsa Mesih ile özdeşleştirilmiş “logos”u her insana teşmil ediyor. Diyor ki; “Bu logos, her insanda tohum olarak var!” Hani İsa Mesih logos ya ve bütün varlık O’na katılmış ya! Bu minvalde dediği:

“Anladık ki; Logos bu dünyaya gelen herkesi aydınlatmakta ve haliyle bütün insanlık Logos’a katılmakta…”

Hatta Justin hızını alamıyor ve misilsiz bu hokkabazlıkla Sokrates’i bile gerçek bir Hristiyan olarak işaretliyor! Uğrunda başını verdiği bu şey zaten, bir süre sonra baş tacı edilecek!

Logos’un, “logos spermaticus” bir vasıfla Hak İsevîliğin ölmüş bünyesine zerk edilmesi, M.S.50 ölümlü Yahudi Philon’un kardığı ve Yahudi Pavlus’un döktüğü harcın Origenes’ten itibaren Teslis diye şekillendirilmesi…

Yihhu!

Hindular’ın “Brahma-Siva-Vişnu”su, Mısırlılar’ın “Osiris-İsis-Horus”u, Romalılar’ın “Jüpiter-Minerva-Juno”su varsa, artık tüm Batı’nın da “logos”lu “Baba-Logos-Kutsal Ruh”u vardır!

Pis Yunan Felsefesi’nin Logos’u, Hristiyanlığın pis üçlemesine “Oğul Tanrı” vasfıyla ama babasız hak peygamber Hz. İsa atfıyla kurulmuştur…

Ne diyoruz; pisten çıkan pis kelâm, ortaya daha da pisler çıkarmak üzere zihinleri nikâhsız döller!

Dikkat edelim; engel olunmasaydı, Yunan Felsefesi’nin Hristiyanlaştırılmış “Logos”u ile İslam hikemiyatını bile dölleyeceklerdi! Zira Emevi devrinde “logos spermaticus”larını, kulağımızın dibine kadar yaklaştırmışlardı…

Yeni Ahit içinde pelerinli bir sihirbaz olarak gezinen “Her şeyden önce kelâm (logos) vardı!” ayeti ile Yunan dilli, Helen ruhlu, Yahudi tiynetli ama Kilise Babası Yuhanna Ed-Dımeşkî (Ö.795) ne yapmaya kalktı biliyor musunuz?

Evvela Yeni Ahit’in bu “Her şeyden önce kelâm (Logos-İsa Mesih) vardı!” ayetini aldı, sonra onu, Kur’an’ın Hz. İsa için sadece şerefini arz ve babasız doğumuna atıf maksadıyla kullandığı “Kelimullah” lakabı ile şeytanî bir dehayla eşleştirdi ve sonra Müslümanlık zihnini bu eşleştirme ile döllemek için şöyle bir soru sordu:

“Kur’an’a göre İsa, Allah’ın kelimesidir (Kelimullah). Şimdi söyleyin, Allah’ın kelimesi kadim midir, değil midir?”

Hesabı şu; bu suale “Evet!” denilse, “Allah’ın kelimesi” lakaplı İsa Mesih de kadim olup Tanrılaşacak, yok eğer bu suale “Hayır!” denilse bu defa “Allah’ın kelimesi” kadim olmaktan çıkıp mâhlûklaşacak… Ve bu iki halin kabulünde de İslam iman ve itikad binası temelinden çökecek…

Zihnimizi dölleme gayesiyle edilen şeytanlığı görüyor musunuz?

Ne olmuş ki deyip geçmeyin, o an muhatap zihinler Yuhanna ed-Dımeşkî’nin “logos spermaticus” hamlesinden kurtulmuş gibi görünebilir ama dikkat edin; “Kur’an mahlûktur!” şeklinde edilen şeytanlık az ileride Abbasîler’in, aklı kalbin tasarrufundan çıkaran ve ona self determinasyon hakkı tanıyan üç Mutezilî halifesini bile zihninden döller ve hatta, isimleri sırasıyla Mem’un (813-833), onun kardeşi olarak Mutasım (833-842) ve onun oğlu olarak Vasık (842-847) olan bu halifeler döllenmiş zihinleriyle bu şeytanlığı kanun zoruyla İslam’ın ana itikadı eylemeye bile kalkarlar! Ve hatta bu devir, “Kuran mahlûktur!” diye böğüren bu halifelerin desteğiyle Yunan Felsefesi, Müslümanlık sahasında “İslam Felsefesi” pozuyla elini kolunu sallaya sallaya, bize ait hikmetleri kendisiyle doldurmaya kalka kalka salınıp durur… Yuhanna Ed-Dımeşk’in zihinlere attığı zehirli sperm, Hz İsa’yı Müslümanlar nezdinde Tanrılaştırmamıştır ama Kur’an’ı bir kısım Müslüman nezdinde, mukadder oluşlar halinde ellerinden Müslümanlıklarını da alıcı bir vaziyetle mahlûklaştırmıştır!

“Ellerinden Müslümanlıklarını da alıcı” diyoruz, zira Kur’an’ı mahlûk saymak, kaçınılmaz olarak Kur’an’ı kendi nezdinde alelade bir seviyeye indirmekle ve gene Kur’an’ı, üzerinde sefih akıl ile semiz nefse karşı savunmasız bırakmakla noktalanır!

Elbette Kur’an, mahlûk değildir ve bütün halde Müslümanlık tasavvuru, Kur’an’ı mahlûk göstermek isteyenlerin şerrinden muhafaza olunmuştur… Hangi vesile ile?

Ahmet bin Hanbel gibi, zihni yaban ile döllenmeye kapalı, gerçek âlimler vesilesiyle…

Büyük İmam, “Kur’an mahlûktur!” deyip kurtulmak yerine, Kur’an’ın mahlûk olmayışını müdafaa için zindanlara merhaba demiş, kırbaçları berhava etmiştir!

O’nun Allah’tan bakiye fendi, Aristo’yu rüyasında görünce şereflendiğini düşünen Halife Mem’un’un şeytandan tevarüs bakiyesini yenmiştir!

Ve Yuhanna pisinden çıkan pis kelâm, ortaya daha da pisler çıkarmak üzere herkesi değil, bir kısım zihni nikâhsız döllemiştir!

Ahmet bin Hanbel gibi, zihni yaban ile döllenmeye kapalı âlimler, sadece sussalar bile bu halleriyle mümin gönülleri rahmanî bir iştiyakla döllerler… İslam’ın, muhafaza oluna oluna istikbâle intikali, bu yolla değil mi zaten…

Ne diyoruz:

“Pisten çıkan pis kelâm, ortaya daha da pisler çıkarmak üzere zihinleri nikâhsız döller!”

Ya pâktan çıkan pâk kelâm?

İşte o da; âlimler ve veliler eliyle, ortaya pâklar çıkarmak üzere, İslam’ın en başından bu yana yaptığı bir iş olarak, insanları zihinlerinden değil, kalplerinden ve de nikâhsız değil nikâhlı olarak döllemek ameliyesi… Dünden bu güne hasletimiz ondan ve bugünden yarına hasretimiz ona…

“Harf İnkılâbı”na, belirttiği sayısız fecaat yanında bir de, kalplerimizi kurak ve çorak eyleyici, zihinlerimizi ise yaban harf ve kelimelerle nikâhsız dölleyici pisliği açısından da bakabilirseniz, yitirdiğimiz misliğin ruhunuzdan gaip olan telezzüz çapını da hayal edebilirsiniz!

Allah Resulü’nden daha evvel hicret için yola çıkanlar, Medine’nin hemen dışındaki Kûba’da, bir hurma kurutma alanını mescit gibi kullanır olmuşlardı. Allah Resulü geldiklerinde işte bu alanı genişlettiler ve üzerine, inşaatında bizzat taş taşıdıkları bir mescid inşa ettiler… Kare şeklinde bir alan ve bu alanı çevreleyen dört duvar… Müslümanların ilk mescidi işte bu ve dahi Allah Resulü’nün, Sahabîleriyle toplu halde namaz kıldıkları ilk mescid de bu… Kûba Mescidi… Takva ile secdenin, nispet makamı; Takva Mescidi…

Allah’ın Resulü, peşlerinde yüzü aşkın Sahabîsi Kûba’dan ayrılıp Medine’ye yöneldiler… Cuma sabahı… Yoldan hafif bir kavis çizdiler ve Salim bin Avf mahalline uğradılar. Oradaki Ranune Vadisi’ne girdiklerinde öğlen namazı vakti girmişti. Ve Allah’ın Resulü, bu vadinin ortasında Sahabîlerine Cuma namazını kıldırdılar. Bu da işte; Allah Resulü’nün bizzat kıldırdıkları ilk Cuma namazı… Daha evvel, kendileri Mekke’de iken, o sırada Medine’de bulunan Musab bin Umeyr’e talimat göndermişler ve Cuma namazı kıldırmışlardı. Zira Cuma namazı, ortaya çıkıp toplanarak eda edilen bir namazdı ve Mekke şartları o gün için buna müsait değildi. Ve Allah Resulü, kendileri için müsait şartı ilk bu mıntıkada bulmuşlar ve ismi Cuma Mescidi olarak kalacak bu yerde peş peşe iki de Cuma hutbesi irad etmişlerdi:

“Ey insanlar! Ölmeden evvel Allah’a tövbe ediniz… Hastalık, yaşlılık, musibet gelmeden evvel salih ameller için acele ediniz… Çok zikir ediniz, gizli ya da açık çokça sadaka veriniz, Allah’a karşı üzerinizdeki borcu ödeyiniz ki, ilahî nusrete, bol rızka ve halinizin ıslahına mazhar olasınız… Biliniz ki Allah, benim bulunduğum şu makamda, şu ay ve günde, bu andan kıyamete kadar Cuma namazını üzerinize farz kıldı. Kim bunu, sağlığımda veya benden sonra, adil veya zalim bir imam oldukça, hafife alır veya inkâr ederek terk edecek olursa, Allah onun iki yakasını bir araya getirmesin, işlerine bereket vermesin! Haberiniz olsun! Böyle bir kimsenin, tövbe etmedikçe ne namazı ne zekâtı ne haccı ne orucu ne de bir iyiliği kabul edilir. Kim de tövbe ederse, Allah onun tövbesini kabul eder… Haberiniz olsun! Bir kadın, bir erkeğe imamlık yapamaz… Bir bedevi de muhacire imamlık yapamaz… Ancak fasık zor kullanır ve mümin de onun kılıç ve kamçısından korkarsa, bu durumda imama uyar!”

Ve İslam’da, iman varsa eğer imkânın da olacağını ölçülendirmeleri:

“Sağlıkta iken ahiretiniz için hazırlık yapınız! Muhakkak her biriniz ölecek ve sürü­sünü çobansız bırakacak! Sonra Allah, her birinize tercümansız ve vasıtasız olarak:

-Benim Resulüm gelip de sana emirlerimi bildirmedi mi? Pek çok iyiliklerde, ihsanlarda bulundum sana, mal mülk verdim… Peki, sen kendin için ne getirdin?

Diyecek… Bu sual ile karşılaşan herkes, sağa-sola bakacak, bir şey göremeyecek, önüne baktığı zamansa Cehennemi görecek...

O hâlde uyanınız! Kim yarım hurma ile dahi olsa, ateşten korun­maya muktedirse, onu yapsın! Kim ki; o yarım hurmayı bulamazsa, hiç bari tatlı bir söz söy­lemek suretiyle iyilik etmeye çalışsın! Çünkü bir iyiliğe on mislinden yedi yüz misline kadar sevap verilir…”

Kâinat Efendisi, Allah’a hamdler ettiler, Kur’an’a metihlerde bulundular ve Müslümanlık davasını sanki de bu hutbeleriyle çeperlerinden özleştirmek ister gibi eklediler:

“Allah’ın, sevdiğini seviniz… Allah’ın kelâmından ve O’nu zikretmekten usanmayınız…”

Ve işte; Allah Resulü’nün bu hutbeleriyle, İslam’da hutbe geleneği de başlamış oldu… Kâinat Efendisi’nin, kemâl ifadesini Veda Haccı’nda 124.000 Sahabîye seslendikleri “Veda Hutbesi”nde bulan hutbeleri, genel olarak insanların dünya ve ahiret saadetini sağlayıcı bilgileri havîydi, İslam’ın güzellikleri ile küfrün ve şirkin çirkinliklerini göstermeye matuf, toplumsal ve ferdi sorunları muhtevî, her halükarda müminleri cihada özendirmeye odaklıydı ve toplamda bütün muhataplarının kalpleri üzerinden akıcı bir nur şelalesi gibiydi…

Hutbe… He-te-be… Sözü başkasına taşımak, sözü tekrar etmek ve bir başkasına söz söylemek… “Alâ” harfi cerri ile beraber mastarı, bir yüksekliğe çıkarak insanlara hitap etmek… İslam’daki ıstılahî manasını da çerçeveledik; istiklâl ve nikâhı ilân, ay tutulmasını karşılama gibi vesilelerle de hutbe verilmekle beraber, bayram ve hassaten Cuma namazlarında minberden müminlere okunan, dinî ve dünyevî konuları muhtevî, en şümullü yanıyla nasihat içerikli hitabeler…

1diyanet hutbelerine imanî format atılsın.3

Hadis meali:

“Din nasihattir!”

Ayet meali:

“Kullarıma söyle: Sözün en güzelini söylesinler. Şüphe yok ki şeytan, aralarına fesat sokar. Şüphe yok ki şeytan, insana apaçık bir düşmandır...” (İsrâ-53)

Bizim; söyleyene göre söylenen söze “aklı şeytanî olarak dölleyen” (logos spermaticus) ve “kalbî rahmanî olarak dölleyen” diye iki zıt mana ve mahiyet göstermemiz, mezkûr bu hadis ve ayetin de bir nevi gösterdiği istikameti işaretler… Yani dinin, nasihatte bulunulurken, dine ait kelimeler ve dinin sahih niyetine matuf bir tekellüm ile icrasını şart koşan hadis ve eğer bu minvalde de sözün en güzelleriyle iş görülmezse, şeytanlığın an itibariyle orada da icraat eyleyeceğini gösteren ayet, söz söyleme mevzuunda DİN İÇRE DE bir şeytanîlik-rahmanîlik zıtlığının mümkün olabileceğini gösterir…

Büyük Doğu Mütefekkiri’nin, bir şiirinde:

“Oluklar çift, birinden nur akar, birinden kir!”

Diye belirttiği vaziyetin, meselemize icrası da bu manada mümkün:

“Sözler çift, birinden nur akar, birinden kir!”

Ve dahi:

“Hutbeler çift! Birinden nur akar, birinden kir!”

Hutbe ile kir akıtmak da ne ola?

Batıcı bir idare rejiminde, öz hakikatiyle İslam’ı tatbik yerine, İslam’ı palyatif tatbikatlarla geçiştirme gibi bir murat varsa, orada hutbeden kir değil de, nur akmasını beklemek de, ayrı bir idrak kirliliğine taalluk eder…

Devlet televizyonunda, tarihî bir dizi… Ertuğrul Ata rolündeki artist, sırf faize bulaştığı için kendi oğlu Gündüz’ü haşlıyor:

“Sen kazancının helal mi haram mı olduğunu bilmeden nasıl alırsın! Sen elindeki altını ticaret yapmak için bu soysuzlara verdin! Bunlar da daha fazla kazanmak için tüccara, köylüye faizle verdiler. Sen bu kazancın haram olduğunu bilmez misin? Bunu nasıl bilmezsin!”

Sonra da oğluna okkalı bir tokat vuruyor ve şöyle diyor:

“Sakın bana bir daha BABA deme! Yıkıl karşımdan!”

O anda devlet televizyonundaki tarihî dizi reklama giriyor ve Ertuğrul Ata rolündeki artist bu defa, faizci devlet bankasının reklamında görünüyor!

Ertuğrul Ata devrinde DEVLET BABA, tam da dizide kendisine söylediği gibi faizci tefeciliği-faizci bankacılığı “DÜŞMANIN İKTİSADÎ ALANDA ETTİĞİ KANCIKLIK” olarak işaretlerken, bugünün “DEVLET BABASI” faizci bankacılığın patronu mesabesinde bulunuyorsa, sizce:

“Bundan böyle bana BABA deme! Yıkıl karşımdan!”

Deme hakkı kimdedir ve kime doğru okkalı bir tokatla haykırılmalıdır?

Meselemizin faiz ile ilgisi ne diyeniniz var mı? İzah edeyim…

Sakarya Üniversitesi’nden Ali İhsan Er ile Mücahit Özdemir’in bir çalışması var: “İSLAM İKTİSADI SÖYLEMLERİNİN CUMA HUTBELERİNDEKİ YERİ: İSTANBUL İLİ ÖRNEĞİ”

Çalışmada, Diyanet İşleri’nin 2001’den 2018’e kadar İstanbul’da yayınladığı 936 hutbe incelenmiş… Bunlardan 66 hutbede İslam iktisadı ile ilgili kavramlar kullanıldığı tespit edilmiş… Bu kavramların adedi de 19 olarak belirlenmiş:

-Zekât, sadaka, helal kazanç, faiz, israf, infak, karz-ı hasen, rüşvet ve yolsuzluk, cömertlik ve cimrilik, tutumluluk ve paylaşma, çalışmanın önemi, çalışanların sosyal güvenliği, ticaret ve iş ahlakı, bilinçli tüketim ve tüketicinin korunması, milli paranın itibarı, işçi ve işveren ilişkileri ve ülkemizi maddi olarak kalkındırma…

Bu kavramlardan takdir edersiniz ki; en çok zekât ve sadakaya değinilmiş… Peki ya en az değinileni? 18 yılda, (biri zekâtla ilintili olarak 2017’de) yalnız iki kere değinilen faiz!

2018’de faizi müstakil olarak konu alan tek hutbenin devri de, döviz kurunda meydana gelen dalgalanmalar sebebiyle iktidarın, faiz ve faiz lobisiyle didiştiği bir devir… Bu sebeple de hutbe, bankalardan alınan kredi işlemlerindeki faize hiç değinmemiş, kredi kartlarına ve dâhi diğer işlemler sebebiyle birçok kişinin maruz kaldıkları faizli işlemleri es geçmiş, yani faizin en yaygın teşkil edilme şekilleri, eğer o şekil tam ortaya konulursa ortaya mukadder “DEVLET BABA”nın çıkacağı düşünüldüğünden olsa gerek, yok sayılmıştır…

Hani Diyanet de Devlet Baba’nın kurumu ve hani, Devlet Baba’nın kendisi de faizci banka işletmecisi ya!

Ahmet Hamdi Akseki… İleride başına da geçeceği Diyanet İşleri’nin başkan yardımcılığına 1939’da atanır… Kendisi, Üstadımız Necip Fazıl’ın Bahriye Mektebi’nden din hocası… Ve tam da başkan yardımcılığı devrinde ve makamında Üstadımızın bizzat yüzüne söylediği:

-Bu makamda, bu şartlarda bulunmaktansa (kanalizasyon) ameleliği yapıp sırtınızda necaset taşımağı tercih etmez miydiniz?

Ve Ahmet Hamdi Akseki’nin, asgarî mümin sıfatını gösterecek ve zatını mutlaka rahmete ısmarlatacak cevabı:

-Hakkın var! Ben daha fazla fenalığa mâni olmak için bu makamda oturuyorum!

Ahmet Hamdi Akseki, 1947’de Diyanet İşleri Reisi oldu ve 1951’den ölümüne kadar bu vazifede kaldı. Ölümü vesilesiyle Büyük Doğu’da denilen:

-Diyanet İşleri Reisi Ahmet Hamdi Akseki vefat etti. Allah rahmet eylesin! Kendisinin (Rejim) boyunca gelmiş geçmiş bâzı ekfer (kâfir) Diyanet veya denaet reislerinden olmadığını, buna rağmen birçok zaaflarla dolu bulunduğunu birkaç kere kaydetmiştik. Her fert için âzâmî nailiyet pâyesi olan asgarî mümin sıfatıyla bu zata rahmet niyaz ederken, gelecek nüshalarımızda onun şahsiyeti hakkında bir şeyler neşredeceğimizi bildiririz…

Üstadımızın, 1969’da ve MTTB’de verdiği bir konferansta, Ahmet Hamdi Akseki hakkında dediği:

-O bir fail değil münfaildir ve o, müspet eser vermek, müessir olmak yerine, ancak menfi esere mukavemet etmiş!

Üstadımızın “rejim” diye kaydettiği idare mekanizmasına, sırf İslam’a kota koyduğu ve İslam’ı sırf “dostlar alışverişte görsün” hesabı ile var saydığı için karşı olmak, mutlaka müminliğin icap ettirdiği bir şey… Zaten böyle bir rejime karşı, fail değil münfail olmaktan sakınmalı ve münfail olmaktan razı olmanın varlık gösterdiği noktadan itibaren imanın yokluk göstereceğini bilmeli! Bu müminliğin icabı bir tavır… Ama işte bir de; Ahmet Hamdi Akseki gibi sistem içinde kalarak çözüm ve çıkış arayışında bulunanların bulunabileceğini kabul ediyor, varlıklarına da hüsnü zan kaydıyla bakıyoruz…

Diyanet İşleri’ne de!

Meselenin “laik-seküler devlet” elinde, nasıl da İslamî değil, (faiz mevzuunda gördüğümüz üzere) şizofrenîk bir icra şekline sarkacağı mevzuu ayrı husus, biz Diyanet İşleri’nden, Diyanet İşleri’nde en azından halis müminlerin de bulunabileceği düşüncesiyle hutbelere imanî bir format atması gerektiğini düşünmekteyiz…

Bağlı olduğu rejimle beraber ve “kurum” olarak İslam’ı oranlamak mecburiyetindeki Diyanet İşleri’nde, eğer hâla İslam’ı bütün halde benimseyen ve İslam’ın bu topraklara yeniden tam hakîm olmasını arzulayan “kimseler” var ise, onları, tek tek seküler-laik kelimelerden oluşma ve toplu halde de “zihinleri şeytanî manada dölleyici” bir mahiyet arz eden bu hutbeleri Cuma minberlerinden kovmaya ve Allah Resulü’nden bu yana İslam’ın hitap kürsüsünden İslam’ın nurunu gönüllere zerk etmek için irad edilen hutbeleri Cuma minberlerine getirmeye davet ediyoruz!

Bugün için Diyanet İşleri’nin elinde Cuma hutbeleri, gönüllerle beraber gökleri hedefleyici birer nur projektörü olmaktan çıkmış, göklerle beraber gönülleri de islendiren yağlı bir zulmet meşalesine dönmüştür… Diyanet’in bu minvalde ve daima bağlı olduğu rejimi de gözeten hutbeleri, tam otomatik bir tabanca iken onu bir mantar tabancası olarak kullanmaktan başka, bir de bu mantar tabancasıyla mümin zihinleri “logos spermaticus” manasıyla menfî minvalde döllemektedir…

Açıkça kaydedelim; Diyanet hutbelerinde aşk yoktur, hikmet yoktur, sanat yoktur, kalpleri dölleyici kelâm yoktur! Bu sebeptendir ki; şeytanî tesir bırakma manasına “logos spermaticus” vardır ve bu yönüyle de Diyanet İşleri hutbeleri, bağlı olduğu Batıcı rejimin kendisine kurum olarak atfettiği şenîliği icra etmektedir. Yani böyle oldukça Diyanet İşleri’ne, bir “Ahmet Hamdi Aksekilik” pay bile düşmemekte, toplamda icraatın erdiği kıymet hükmü “Rıfat Börekçilik, Şerafettin Yaltkayalık, Lütfî Doğanlık” paylar şeklinde düşmektedir…

Batıcı rejimin gururu o Rıfat Börekçi ki; Mustafa Kemal şapka inkılabını yaptığında başındaki sarığı memnuniyetle çıkarıp gururla foter takmaktan asla imtina etmemiş ve hatta Mustafa Kemal’in yaptıklarından şikâyet için kendisine gelen âlimlere “Efendiler, onun her yaptığı doğrudur. Eğer dininizi değiştirin derse, tereddüt etmeyin, onda da bir hikmet vardır!” diye karşılık vermiştir. Lütfî Doğan’ın lakabı zaten “en laik Diyanet Başkanı” ve Şerafettin Yaltkaya zaten, Üstadımızın hakkında “her türlü küfür fetvası vermeye müsait” dediği biri…

Bir işi yapması gereken, o işi olması gerektiği şekliyle yapmıyorsa, yaptığı şey, o işi olmaması gerektiği şekliyle icra etmektir… Bir hutbe, kalpleri rahmanî olarak döllemiyorsa, zihinleri şeytanî olarak döllüyordur…

Diyanet hutbeleri sanki de, pişirilmeden evvel kırk suda yıkanan sakatat gibi, irad edilmeden evvel kırk sekülerizm süzgecinden geçirilmekte… Hani pür dikkat dinleseniz; aklınızda kalmıyor, köşesi, dalı, budağı, tutamacı yok, dümdüz laik kelimelerden kurulu seküler cümleler… Tasavvufa zaten yasaklı… Herkesi memnun etmek gailesi, içimizdeki yerli Oryantalistleri bile bu ortalamayı çıkarırken hesaba katmakta… Dinlerken, tek bir mümini kalp kulağından tutup da kendisine mıhlamak bir yana, sanki de bütün müminleri tavuk kışkışlar gibi bedenen oldukları camiden değil de, manen cami dışına kovmakta… Bu da, içlerine nur dolunsun diye Allah’ın camiye topladığı müminlerin idrak ve izan testisine, zulmet doldurmaktan başka manaya gelmemekte… Hani diyoruz ya; bir iş gerektiği şekilde yapılmıyorsa, gerekmediği şekilde o iş ile o işin zıddına olarak başka bir iş eylenmiş olur…

Oysa bağlı bulunduğu rejimden, içindeki asgarî mümin sıfatlı vazifeliler eliyle volta alacak ve vardığı mıntıkada, hiç olmazsa toplanmış müminlerin gönüllerine rahmet üflemek isteyecek bir Diyanet için Cuma hutbesi, kuyu dibine atılmış bir çocuğu, kuyuya atanların emrinde de olsa onlara rağmen kuyu dibinde beslemenin hâlâ erişilmez bir nimetidir ama işte mevcut Diyanet ve içinde olmasını arzu ettiğimiz kimseler, bu nimetten el’an mahrumdur!

Hani hadiseye salt Cuma hutbelerinin mevcut vaziyeti açısından bakılsa Diyanet’i, kuyuya atılmış o çocuğun kafasına bir de, mevcut Cuma hutbeleri vesilesiyle yukarıdan taş atarken fotoğraflarsınız!

Cuma hutbeleri, o kadar aşktan ve o kadar, İslam’ın asli fikrinden mahrum!

Mesele, mesela Allah aşkı mı? Diyanet’in kırk sekülerizm süzgecinden süzülerek minbere çıkarılmış hutbesi, esneyip uyuklayan cemaat arasında umursuz bir köstebek gibi gezer haliyle aşağı yukarı şöyledir:

“Allah’ı sevmek iyi bir şeydir. Allah’ı seven kimse suç işlemez. Ağacı sever, kuşu sever. Trafikte yayaya yol verir. Kırmızı ışıkta geçmez. İnsan ilişkilerinde çok da kırıcı bir toplum olmamız, Allah sevgisinden mahrum kalmamız sebebiyledir. Hatta vergisini zamanında yatırmayan bir vatandaşın bile baktığımız zaman asıl sorunu, Allah sevgisinden olan mahrumluğudur. Zira Allah’ı seven, vatanını sever, vatanını seven, devletini sever… Örnek bir toplum olmak istiyorsak evvela Allah’ı sevelim, sonra sevelim, sevilelim, dünyanın kimseye kalmayacağını bilelim…”

Dikkat edelim; öyle ya da böyle, Türkiye’de Cuma namazına insanların yarıdan fazlasının geliyor olması bu şartlarda bir nimettir ama işte Diyanet hutbeleri, bu kitleyi gönül fitillerinden birer donanma fişeği olarak tutuşturmak yerine, aşksız bir kazma halinde kafalarına kafalarına inmektedir!

Yahu yok mu sizin; İslam’ı ne ise o hakikatiyle anlatacak, en şümullüyü en basit ifadeler ama en kuvvetli edebî terkipler içinde hutbeleştirecek tek bir adamınız!

Yok mudur Allah aşkına; mesele, mesela Allah aşkı iken, bize ait manaları asgarî şu şekilde hutbeleştirecek tek bir kimse:

“İbn-u Semnûn Hazretleri, minberden halka hutbe irad ediyordu. Allah’a ait aşktan bahsediyordu. Gözleri bir an boşluğa daldı. Ne yana baktığı belli değil… O an bir kuş kıvrıla kıvrıla caminin içine giriyor, pır pır kavisler çizdikten sonra gelip İbn-u Semnûn Hazretlerinin avucuna konuyor. Gagasını tırnağına vuruyor ve ince bir kan şeridi akıyor gagasından… Ve muazzez veli, kuşu avucuna alıp okşarken cemaate de duyurarak:

-Aşka dair kelimelerin bitki ve hayvanlara bile tesiri vardır ama gafil insana yoktur!

1diyanet hutbelerine imanî format atılsın.4

Gafletten uyanalım kıymetli müminler… Gündelik hayatta bize kendilerine bağlanalım diye ‘gel gel’ yapan nice unsur, Allah’a bağlanması gereken kalplerimize nispeten bir avcı tuzağı gibidir. Allah’a bağlanamadıkça, bu tuzaklara av olacağız… Mademki; Allah’tan başka her şey fanidir, yok olmaya mahkûmdur, öyleyse bizler için saadetli ve daimi var olmak nimeti de, Allah aşkındaki iştigalimizle gelecektir… Unutmayalım; biz, müşriklerin inzivaya çekilişleri vesilesiyle hakkında “Muhammed, Rabbine âşık oldu!” dedikleri bir Peygamberin bağlısıyız… Öyleyse; şu üç günlük hayatımızda bizler de, tek bir vesile ile hakkımızda “Rabbine âşık olmuş!” dedirtemezsek, bize yazıklar olmasın mı? Haramdan el çekmek ve ağlamak, ağlaya ağlaya haramdan el çekmek, mezarlıklar dolu bir ibret tablosunda helalin yeşili ile gülmek, daima kötüleri isteyen nefsimize âşıklık tavrıyla karşı çıkmak ve âşıklık davasıyla İbn-i Sem’ûn Hazretlerinin avuçlarına can vermek üzere kanat çırpan o minik kuştan hisse kapmak… Sen Müslüman! Kâinat Efendisi’ne iptali imkânsız bir sözleşmeyle bağlısın ve Allah’a âşıklık davası güttükçe bu bağlılığını ışıldatacaksın!”

Bizim bir çırpıda ve asla üzerinde düşünmeksizin kaydettiğimiz bu hutbe prototipi, işi bu olan ve bu iş karşılığında maaş alan kimselerin elinde, hele de cemaatin vaziyeti üzerinde kılı kırk yararcasına düşünme payı ve imkânıyla ne hale gelir değil mi?

Amma işte; sıkıntı şu; üzerinde kılı kırk yararcasına düşünülen şey, müminlerin imanî selameti olmaktan çok, Ertuğrul Ata’da temsil olunanı değil de, faizli banka işletmeciliği de yapan “DEVLET BABA”nın ne diyeceği mevzuudur!

Anlıyorsunuz değil mi?

Diyanet İşleri balığı, allı, pullu, solungaçlı gövdesi üzerinden kıymet hükmümüzün hışmına uğrarken bize bakmakta ve hâl lisanıyla umursuz şöyle demektedir:

-Balık, baştan kokar! Beni bırak… Ve yollan, iş ara kendine!

Sözün kaynak ve istikametini kaideleştirici muazzamlığıyla, İmam-ı Azam Hazretlerine ait bir söz:

-Kalpten çıkan söz, kalbe girer!

Kalpten çıktığı için kalbimize giren bu sözü, meselemize uygun olarak şöyle de uyarlayabiliriz:

-Ancak kalpten çıkan hutbe, kalbe girer!

Diyanet İşleri’nin, daha evvelki hutbeleri zaten bir fecaatti. Şimdikilerse, evvelkilere göre iyi… Yoksa bir hutbenin olması gerektiği şeye göre çok kötü… Diyanet İşleri, hutbe oluştururken, mümin kalplere ulaşmak için adeta okyanusa mesajlı şişe bırakır gibi davranmakta… Oysa mümin kalpleri, şimşek çakışları halinde yakalar gibi hutbe oluşturmalı… Bu mümkün bir şey iken yapılmıyorsa, şişe içre mesajı okyanusa bırakır gibi bir hareket, bilmezlikten değil de, aksine bilir olmaktan tecelliye gelmez mi? Kendisinden istenen bu ise, bunu yapıyor yani…

Kalp balıklarını yakalamak için cemaat denizine ağ seren bir balıkçının, eğer ağ örgülerinde aralık sıklığı yarım metre ise o balıkçı avlanmıyordur da, eğleniyordur!

Bu ağı, içinden tek bir kalp balığının dahi kurtulamayacağı şekilde sık örecek bir balıkçı? Bu mümkün müdür?

İman var ise imkân da vardır!

İmkân var iken hamle yok ise eğer, söyleyin, ne yoktur?

Dergiler

Servet Turgut'un Kaleminden

© 2022 Seriyye Dergisi