Bu sayfayı yazdır

Urvetu'l-Vuska’sız Mukadder Savruluşlar

Yazan: 01 Temmuz 2019 5556

Sözlükte “istemek” anlamındaki “arv” kökünden gelen urve; “kova ve testi kulpu, düğme iliği, develerin bağlandığı kök salmış ağaç” demektir. Tutunulan nesneye de “urâ” denir. “Arv” kökünün bu açıklamalara göre “bir şeye tutunmak, bağlanmak” mânasının bulunduğu anlaşılmaktadır. “Vüska” da “sağlam olmak” anlamındaki vesâkadan ism-i tafdîlin müennesidir. Buna göre “el-urvetü’l-vüska” terkibi “en sağlam kulp, en sağlam tutamak” anlamına gelmektedir. 

           Kur'ânî bir kavram olan bu tabir, Kur’ân-ı Kerîm’de şu iki âyette geçmektedir: “Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğru eğriden açıkça ayrılmıştır. O halde kim tağutu tanımayıp Allah’a inanırsa kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır.” (Bakara, 2/256); “İyilik yaparak kendini Allah’a teslim eden kimse şüphesiz en sağlam kulpa tutunmuştur.” (Lokmân, 31/22). Mealen verilmiş ayetlerin tefsirinden tütmekte olan genel mana; “hak yolda istikamet üzere gitmek” tir.

           

Şeytan ve taifesinin türlü desiseler ile aralıksız ve büyük bir ciddiyetle bekledikleri hak yolda istikamet üzere gidebilmek… İnsanlığın tarih boyunca ve günümüzde içinde bulunduğu durumu göz önüne alırsak bu işin çok da kolay olmadığını söylemek sanırım yanlış olmasa gerek. Büyüklerden bildiğimiz insanların bile yerine göre imtihana çekiliş kıssalarını dinlediğimizde hissemize düşen dehşeti hatırlayın. Bir an dahi umutsuzluğa kapılmadan çabalayan ve kıyamete dek mühletli şeytanın gayretini de göz önünde bulundurduğumuzda, sağlam bir kulba tutunmadan yoldan çok çabuk çıkacağımız ve olmadık yanlışlara savrulacağımız muhakkak. Bahsedilen kulba sapasağlam yapışıp, yanılmadan gidebilmek için önce kulbun ne olduğunu bilmek, tanımak ve nasıl tutunmak gerekiyorsa öylece tutunmak gerekir. Allah’ın kişiye farz kıldığı ilim ile yaratılanların boynuna borç olarak astığı bir zorunluluktur bu aslında. Mevlana Hazretlerinin pergel metaforu ile anlatmak istediği de aynen budur. Hani Hazret; "Pergelin iğneli ayağı sabittir benim dinimde, sivri ucumuz Şeriat-i Ahmediye'ye bağlıdır ama diğer ayağıyla yetmiş iki milleti dolaşırım." diye örneklendirdiği sözünde, tutunacak sağlam kulbun Peygamber Efendimiz’ in (SAV.) getirdiği şeriat olduğunu açık açık zikretmiştir. O sağlam kulba tutunup sivri ucunu sabitlediğimiz akıl atımızı artık dilediği yere koşturabiliriz.

            Büyük Doğu-Seriyye mektebinin kurucusu Servet TURGUT’ tan dinlediklerimizle içimize sindirmeye çalıştığımız bu düsturu zamandan azade olarak kişilere, olaylara, acaba nedirlere uyguladığımızda; içinden çıkılamaz gibi görünen labirentlerde, çıkışı gösteren ışıklı yön tabelalarının yandığını defalarca müşahade etmişizdir. Mesela Reis’ in uyarılarından önce okumuş olduğum; tarihi, romanı ile tahrif eden kişinin romanında, farkında olmadan nefret kutbumuzda bulunması imanın gereği olan Şah İsmail’ e kalbimde sevgi tomurcukları açmak üzereydi neredeyse. Ölçüsü olmadan bakılan her olaydan şeytan ve taifesindekiler, Allah (c.c.) nazargahı olan kalbe olmadık şeylerin zehirli muhabbet damlalarını damlatıveriyorlar. Bu damlalar çoğaldıkça mukadder oluşlar halinde kalpte artık Allah (c.c) ve dostlarının sevgisine yer kalmıyor. Tedbir alınmadığında kalbin ölümüne vesile olacak bu damlalara tedbir “sağlam kulba” tutunmaktır.

Bu kulba tutunmadan okunan yazı, dinlenen söz, bakılan yüz, yenilen tuz kişiyi pişmanlıkların kâr etmediği o günde pişmanlıkların en büyüğü ile başbaşa bırakıverir. Hani şeytanın dahi kendisinden hesap soranlara; “Ben sizi zorlamadım. Çünkü öyle bir gücüm yoktu. Ben sadece aklınıza getirdim, siz de hemen söylediğime geldiniz. O halde beni suçlamayın, kendinizi suçlayın.” diyeceği gibi, kişi kendi kendine en büyük zulmü işlemiş olarak Rabbinin huzuruna çıkacak… Hiçbir gücü olmamasını öz lisanıyla itiraf etmesine rağmen bu kadar insanı yoldan saptırabilen bir şeytan ne kadar mahirdir düşünün. Şeytan denen mahluk, bazen apaçık ışıklı ilan tabelalarında kendini sergilediği gibi bazen de yüzlerce sayfalık bir kitabın bir satırında bekler muhatabını. Bazen zihnini şeytanlaştırdığı insanların lisanında pervasızca kendini belli ettiği gibi bazen de bizdenmiş gibi görünen münafığın saatlerce süren sohbetinde bir cümlede ve hatta bir kelimede gizlidir. Her iyi şeyden kendisine pay çıkarmak için elinden geldiğince taifesiyle birlikte yılmadan uğraşan şeytana karşı uyanık olmak müslümanın başlıca görevidir. Her iyi şeyi elinden geldiğince engellemeye çalışan, engelleyemediklerinden de umudunu kesmeden koparabileceği en büyük parçayı koparmak, pislik bulaştırmak, fesad etmek için çabalayan bir varlık ve sadık ordusu. Kulun miracı olan namazda dahi secde mahallinden farklı yerlere baktırmayı ‘namazlarından çalarım’ olarak bahsettiği şeytanın, işin ne kadar ciddiyetinde ve bizim ise işin ne kadar gırgırında oluşumuzu derinlemesine bir düşünelim…

            Bu kulbu, üretim yapan bir fabrikanın, ürettiği şeyin müşahhas örnek olarak nazar edilen numunesi olarak düşünün mesela. Banttan üretilmiş olarak karşısına gelen ürünü, kalite kontrol sorumlusunun eline alarak karşılaştırmasını yapmak için yanyana koyup inceden inceye karşılaştırması gibi… Allah Teâlâ’nın (c.c) insanlara verdiği akıl, hem kendisine hem de onu taşıyan vücuda ve yakından uzağa çevresine bakarak, peygamberlerin gösterdikleri mucizeler ve getirip tebliğ ettikleri vahiy üzerinde düşünerek hak dini, doğru yolu bâtıl dinden ve eğri yoldan ayırabilir. Karşılaştığı her durumu, ‘sevmeli miyim?’ diye düşündüğü her şahsı alıp yanyana koyarak bakması gereken şey, daha önceden bahsettiğimiz gibi Şari’nin (SAV.) getirdiği şeriattır. Ona uyan neyse al, uymayan ne varsa at. Üstadımızın müthiş belagatı ile kaleminden dökülen şu dizeler gibi:

            “Müjdecim, kurtarıcım, efendim, peygamberim:

Sana uymayan ölçü; hayat olsa teperim!” 

            İnsan olarak boş bulunup bu ölçüden uzaklaşabiliyoruz. Ölmemiş isek şayet kendi kendimizi sürekli muhasebeye vurarak yoklamak da bir zorunluluk. Gümrükten kaçak geçiş yapan düşünce, sevgi, dostluk veya her ne varsa tespit ve imha için bu şarttır. Topyekün teslim olunması gereken bir dine mensup olduğumuza göre kıyısından köşesinden tutturmaya, ölçüye uydurmaya çalışmak da olmamalı bu kontrolde. Kayırmaca, torpil geçmece işin içine girerse kendi kendimizi kandırarak nerelere savrulacağımızı Allah (c.c.) bilir. Düşünsenize üretim bandından çıkan ürünü kardeşiniz yaptı veya eşiniz yaptı veya çok sevdiğiniz birisi yaptı diye ölçüye uymasa dahi olur deyip piyasaya sürdüğünüzü. Böyle bir üretimhane sizce ne kadar ayakta durabilir? Benzer olarak gümrüğünü beklediğiniz bir sınır kapısından sevdiğiniz biri getirdi diye yasaklı bir eşya veya geçmemesi gereken bir şahsı geçirdiğinizi düşünün… Devlet sizi ensenizden tuttuğu gibi kapının önüne koyar ve okkalı bir de cezayı koltuğunuzun altına sıkıştırarak size yol verir değil mi? Peki en üst perdeden ‘Allah (c.c) rızasına’ talipli olduğumuz halde bu gevşekliğimiz affedilebilir mi?

            Kontrolsüz sevişler, iltimas geçişler… Herşeye ve herkese şamil vaziyete evrilmiş bu hal ne kadar tehlikelidir. Herşeyi ‘o ayrı o ayrı’ diyalektiği ile bütün bütün yutan kişi tadı güzel diye zehri yemez ama mevzu dinine, mukaddesatına söven kişi oldu mu hemen bu diyalektiğin satırını işletir. Görmezden geldiği tarafları satırladığı zannı ile oynattığı satır ahiretini parçalamaktadır halbuki.

            “O ayrı o ayrı.” Bu dipsiz kuyunun içine neler neler atılır. Mesela bu söz ile Ebu Cehil’ in bile sevilecek tarafları bulunabilir. Mesela Amr b. Hişam’ dır aslında adı ve cehaletin babası olarak isimlendirilmeden önceki künyesi “Ebû’l-Hakem” dir.

  • Ebû’l-Hakem; yani hikmetin ve bilgeliğin babası; ne kadar da bilge bir kişiymiş meğer…
  • Müslümanlara karşı pek çok işkence yaparak insanları dinlerinden döndürmeye çalışmıştır; inancına ne kadar da sadıkmış meğer…
  • Peygamber Efendimiz’in (SAV.) ilk dönemlerde İslamiyet’ in güçlenmesi için dua ettiği kişilerden biridir; ne kadar da güçlüymüş meğer…
  • İnandığı davasında sonuna kadar gitmiş ve Bedir Savaşı için hazırlanmakta olan kafir ordusunun ihtiyaçlarını büyük ölçüde cebinden karşılamıştır; ne kadar da cömertmiş meğer…
  • Bedir'e vardığı zaman Hz. Peygamber’ in (SAV.) sulh teklifini reddettiği gibi bizzat kendi ordusunda ileri gelen bazı kimselerin harbi önleme düşüncelerine şiddetle karşı çıkarak onları korkaklıkla itham etmiş ve harbi başlatmıştır; ne kadar da cesur ve azimliymiş meğer…
  • Savaşta kendisini öldürecek olan Sahabe efendimize:”Sen kavminin önderini öldüren ilk köle değilsin... Lâkin bugün senin elinle öldürülmem benim için çok acıdır!.. Keşke beni çiftçilerden (Yesrib’lilerden) başka birisi öldürseydi” demiştir; ne kadar da gururluymuş meğer...

Bu azılı din düşmanı için bile “o ayrı o ayrı” tavrı ile yaklaşıldığında neler buldurur şeytan insana neler. Yok canım sen abartıyorsun diyenler için; sevdiğiniz kişileri bir gözden geçirin diyorum. Mesela Efendimiz’ e (SAV.) hakareti aleni olan şair, yazar, devlet adamı kılıklı şeytan taifesinden nicelerinin sevgisini veya muhabbetini buluyorsanız kalbinizde vay halinize ki vay… “Onları seviyorsunuz da Ebu Cehil’ i neden sevmiyorsunuz?” Diye sorarlar adama değil mi? Dava adamıysa dava adamı, bilge ise bilge, zeki ise zeki, ağzı güzel laf yapıyorsa emin olun alası, lider ise lider… Ebu Cehil’ in suçu ne? Devrinde yaşasalar Ebu Cehil’ e çırak olacak çapta adamları seviyorsunuz da Ebu Cehil’ i neden sevemiyorsunuz? Madem ‘o ayrı o ayrı’ hadi buyurun o halde…

Sağlam kulbu tanımadan, sağlam kulba tutunmadan istikamet üzere olmak imkansız derecesindedir. Bu sebeple müslümana farz olan ilmin; fizik, kimya, biyoloji, tarih… olduğu zannından kurtulup, gerçekten farz olan ilimleri öğrenip, şeriati hayat düsturu bilip ona göre bir hayat sürmeli vesselam.

Zekeriya Şahin