Bu sayfayı yazdır

Fethin Remz Mimarisi Ayasofya

Yazan: 19 Haziran 2019 2736

Tarihin seyrinde Ayasofya, İstanbul’un fethine kadar Hristiyan âleminin en büyük kilisesi mevkiindedir. İlk olarak 4. yüzyılın ilk yarısında Doğu Roma İmparatoru Büyük Konstantinin oğlu Konstantin tarafından inşa edilir. Defalarca halk ayaklanmasına maruz kalıp yıkılan Ayasofya, 5. yüzyılın ilk yarısında II. Theodosios tarafından tekrar inşa edilir. Son hali ise Justinianus’un isteğiyle devrin ünlü mimarları Anthemius ve İsidous tarafından inşa edilir. Tekrarlar halinde meydana gelen ayaklanmalara, yıkımlara maruz kalan, yağmalanan Ayasofya; IV. Haçlı Seferleri sırasında da Haçlı Ordusu tarafından yağmalanmıştır. Zamanın akıp giden anlaşılmaz seyrinde şuurlu veya şuursuz olarak yıkımlara, yağmalanmalara maruz kalan Ayasofya; Konstaninopolis’i İstanbul, kiliseyi cami yapacak ruhun mimarlarına “ruhunu bayraklaştıracağın madde” diye, Allah (c.c) tarafından fethin sembolü olması için ayakta tutulmuş bir armağan gibidir.

Zaman devrini aşa aşa İstanbul’un fethedileceği demlere gelmiştir. Müslüman Türk’ün İslam’a hizmetkârlık gayesiyle yükselişlerde olduğu ve bu hizmetkârlığının onu İslam’ın mümessilliği makamına ulaştırdığı demler… Akşemseddin Hazretleri’nin manevi mimarlığından müteşekkil iman kıvılcımlarının, Fatih Sultan Mehmet Hazretleri’nin gönlündeki fetih aşkını alevlendirmesiyle gerçekleşen fetih… Allah Resulü’nün (s.a.v) müjdesine mazhar olma sevdasıyla kuşatılan İstanbul ve müjdenin vuslatına eren Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri… Çağın nabzını tutan padişah sevdasına kavuşmuştur. Artık Ayasofya Kilisesi, Fatih Sultan Mehmet Han Hazretleri’nin emri ile cami hüviyetine kavuşturulmuş ve Müslüman Türk’ün şahsında İslam âleminin Hristiyan âlemine muzafferiyetinin remz manası olma makamına ulaştırılmıştır. İslam’ın hükümleri gereğince Ayasofya’nın duvarlarında bulunan resimlerin üzerleri alçı ile sıvanarak kapatılmış, fetihten önceki harap haline bakımı yapılarak canlılık ve sağlamlık kazandırılmıştır. Sultan II. Beyazıd ve III. Murad devrinde Mimar Sinan’ın çalışmaları; Kanuni Sultan Süleyman, Sultan III. Murad ve Sultan I. Mahmud ve Sultan Abülmecid’in hizmetkârlığı ile caminin bakımı ve onarımı yapılmıştır. Bir tarihçi-yazarın deyişiyle… “Ayasofya bugün ayakta ise Osmanlıların sayesindedir.”

Zaman zaman Batılılar ve Batıllıların bizden kendilerine âşık ettiği adamlar(!) tarafından ileri sürülen, İstanbul’un fethinde şehrin harabeye çevrildiği tezini de, kendi tezlerini doğrulamak amacıyla söyledikleri düşüncelerini de düşmanın dilinden söylenmesi hasebiyle doğallığını anımsatırız. Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri’nin şehre girişini anlatan Rus tarihçi Ouspenky şöyle demiştir, “Türkler, 1453’te Haçlıların daha önce yaptıklarından çok daha insanca ve hoşgörüyle davrandılar.” Onların dilinden söylenenlere bakalım…

Paul Wittek: Ayasofya'nın, bu muhteşem kilisenin muhafazasını, asırlar görmüş yapının zamanın tahribatına karşı müdafaasını, sırf Türklerin sahip olduğu teknik maharete ve iktisadî kaynaklara borçlu olduğumuzu itiraf edelim.

Andre Clot: 1204 yılında gerçekleşen Latin yağmasının Barbarlarınkinden çok daha korkunç olduğunu belirtiyor. Bize Barbar diyenlerin barbarca yaptıkları…

Fransız tarihçi Villehardouin: “Dünya yaratıldı yaratılalı bir kentten bu kadar çok ganimet kazanılmamıştır.” Bunu 1204'deki Haçlı yağmasına uğrayan İstanbul için söylüyor.


Başlıksız 2
Sultan Abdülmecid’in zamanında Ayasofya’nın onarımı için görevlendirilen İsviçreli mimarlar (Fossati kardeşler), Bizans devri mozaiklerinin hâlâ çok iyi durumda olduğunu, Osmanlıların tahripkâr davranmaları halinde Ayasofya'da değil mozaik, binanın bile kalmayacağını ifade etmişlerdir.
Bu ve bunlara benzer söylenen çok şey bulunabilir, okunulabilir. Fakat İstanbul’un fethi gerçekleşirken harabeye çevrildiğini iddia edenlerin bizden(!) olması herhalde kendilerini sevdirmek istedikleri mihraklar namınadır. İslam ahlakını şahsında tüttüren vasfı ile Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri, bu ahlaktan nasipsizler tarafından elbette menfaatleri icabı suçlandırılacaktır. Zaten hep böyle olmamış mıdır? Onlar söyleyeceklerini bizden(!) olanlara söyletirler. İstanbul’un önce manası fethedilmiştir ki maddesi fethedilebilmiştir. Şeriatın, İslam hukukunun idrak edicileri ile aşılmayan Bizans surlarını aşabilmiş Fatihtir ki; önünde ebediyet fatihleri Molla Hüsrev, Molla Gürani, Akşemseddin Hazretleri vardır. Vardır ve İslam’ın hükümlerinden bir damla şaşmayan hükümleri ile savaş hukukunu yerli yerinde göstermişlerdir. Bu “mana”ya gönlünü açamayanlar zaten anlamayacak, anlamak istemeyeceklerdir.

 

Mevzuumuzu tarihi seyrinden kısa hatlarla takip ediyoruz… Tanzimatlar, Islahatlar yapılır; Gülhane Hatt-ı Hümayunları okunur. Paşa denilen zevatların Batılı dostlarına yaranmak için Osmanlı’nın siyasetinde yaralar açmasının teşebbüslerinden müteşekkil bu adımlar, Türk tarihinde demokratikleşmenin (maymunluğunun) ilk adımları diye belirtilecektir zamanı gelince. Yapılacak olan İslam’ın“eşya ve hadiselere tesir- maddeye tesir” hükmü çerçevesinde yapılmalı değil miydi? Fakat öyle olmayacak. Şeriat içerisinde bulunan hakikatler sanki yokmuş da yenisi yapılıyormuş gibi anlatılacak. Türk’e ruhunun içinden ihanetin remz şahsiyetleri Batının bir yerlerine yaranmak için bir yerlerini değişik hallere sokmalarını, medeniyet kisvesi altında meşrulaştırılacaklar, maymunlaşacaklardır. Tarihimizde ruh kökümüzü dinamitleyici ve vasıfları ile isimleri müsavi olan Mustafa’lardan olan Mustafa Reşit Paşa ve Ali Paşalar, Fuat Paşalar, Mithat Paşalar satıh üstü taklitçiliğin, çilesine vakıf olunmayan değişikliklerin, müteşebbisleri olarak yarandıkları dostlarının ağzıyla, “Avrupa’yı taklit etmek ve Avrupa’nın ayağı dibine eğilmekten başka politika ve gaye sahibi olmamakla” niteleneceklerdir. Sahte kahramanlar… Tersinden bir yükseliş belirten çöküş, kartopu edasıyla büyüyecek, ruh gövdemize toslayacak ve ruh kökümüzü sarsıntıya uğratacaktır. 33 yıllık hükümdarlık devrinde bir karış toprak kaybetmeyen Ulu Hakan Abdülhamid Han Hazretleri, Tanzimat paşalarının takipçisi İttihat ve Terakki güdücüleri eliyle özgürlük, eşitlik, adalet teraneleriyle tahtından indirilecektir. Türk İstiklal Savaşını veren bu millet maddesinin eksikliğine nazaran manasının varlığı ile son Anadolu karakolunu düşmana teslim etmeyecektir. Her şey Müslüman Türk’ün Müslümanlığının yüzü suyu hürmetinedir. Maddesini kazanacak fakat adım adım manasını yitirecek, yitirmeye maruz bırakılacaktır, bırakılmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Yapılanlar yapılmış, politikalar yerine getirilmiş ve bu milletin ruhunu fetheden İslam Peygamberinin (s.a.v) müjdesi ile gerçekleşen İstanbul’un fethinin remzi olan Ayasofya Cami müzeye çevrilecektir. Ayasofya Camisinin müzeye dönüştürülmeden önce dönemin önde(!) gelen adamlarınca kurulan komisyon tarafından hazırlanan raporda “ilmi şeklini almış bir müze” olacağı belirtilir. Dikkatinizi celbediyoruz… Fatih Sultan Mehmed Han Hazretlerinin devrinde Ayasofya medresesinde müderrislik vazifesini ifa eden Ali Kuşçu bir taraftan Kur’an ayetlerinin hikmetleri ile idrakini göğe açarken bir taraftan da göğe açılan idraki ile gezegenlerin nispetini hesaplamaktaydı. Risale Fi’l Fethiye isimli eserinde, ekliptiğin (yörünge düzlemi) eğimini “23 30 17” olarak ifade eder. Günümüzden yaklaşık 5 asır öncesi. Bugünün ilminin bulduğu değer ise “23 27 00”dır. Bu değerler arasında bulunan küçük fark Osmanlı devrindeki sistem tarafından yetiştirilen bilim adamlarının ne düzeyde olduğunu göstermeye yetmez mi? Bu düzeyde olan bilim adamlarını yetiştiren sistemin de ne kadar mükemmel olduğu görülmez mi? Ferdin neticesi cemiyet, cemiyetin sebebi fert misali. Muasır medeniyet bu düzeye yaklaşabilmiş midir? İslam’ın “maddeye tesir” hükümlerinden, ilmi tavsiye edici hükümlerinden bihaber her idrak; İslam’a tabi olacak, İslam’ın hükümleri ile nizama kavuşturulacak bir sistemi geri kalmakla niteleyecektir. Bunu söyleyecek, bunu söylerken de ileriyi, ilerinin gösterildiği derslerin yapıldığı medresenin müzeye dönüştürdüğü halinde ecdadın emanetini, ruhunu öldürücü bir hareketle, ruhunu öldürdüğü mekânda kendi ilericiliklerini sergileyecektir.

Çıkarılan kararname, hazırlanan rapor, makamdan onay Ayasofya müze olmuştur. 21 Kasım 1934 yılında Bakanlar Kurulunda çıkarılan kararname ile 1 Şubat 1935 günü Ayasofya Camii artık müze olarak ziyarete açılır. Netice budur: Ayasofya Camii artık müzedir. Ama sebep? Düşünelim… Bakanlar Kurulu Kararında geçen ifadelerde belirtilen, “Şark âlemini sevindireceği” gibi bir düşünce hangi gaye ile söylenmiştir? Bir tarihçi-yazarın deyişiyle “Şark âlemi diye bahsedilen İslam âleminden başka bir noktayı işaretlemediğine göre bu âlem Sovyetler Birliği midir?” Şark âlemi, İslam âlemi ise Ayasofya Cami’nin müzeye çevrilmesine sevinebilecek Müslüman var mıdır? İstiklal Savaşının muzafferiyetine sebep, Müslümanların iman cevheri yürekleri olmuşken bu iman cevheri yüreklerin bu duruma sevineceği düşünülebilir mi? Bahsedilen âlem Sovyetler Birliği olsun veya olmasın mutlaka birileri sevinecektir, sevinenler bellidir. Bizans’ın şehvetli Ayasofya aşığı Yunanistan’da bir partinin hazırladığı seçim afişinin muhtevasında minaresiz Ayasofya fotoğraflarını kullanması da platonik aşk misali plastik medeniyetin kalbinde kalacaktır. Ne yaparsak yapalım Batılının inandığına inanmadıktan sonra Batı bizi kendilerinden saymayacaktır. Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesi onlara sunulmuş bir armağandır. Onların nazarında bu hareketin ifadesi, kendisini içinden çökertici, şahsiyetini düşmana teslim edici bir hakirliktir ki ağızlarından salyalarını akıtan Yunan’a göz kırpan Batılının bizi kendilerinden saymayışının ifadesidir. Sayılmak istemeyiş sebebimiz bilinir ki, sayılmadıklarımız tarafından sayılmak istenenleri de sayılmadıklarımızı da saymayız biz.

Hadiseleri “mana”ya bağlı zaviyelerden yoklayabiliyorsak, diyebiliriz ki: Şarkın ruhunu -Batıyı satıh üstü taklitçilikle- Batı aklı önünde çökertici vasfa sahip bir hadiseden ibaret olan Ayasofya Cami’nin müzeye çevrilmesi hadisesi mutlaka birilerini memnun etmek gayesinden müteşekkildir. Öz vatanında adeta özünü temsil eden “Feth-i Mübin”in göğe açılan güzergâhını, fethin Fatih’inin emanetini müzeye dönüştürmek ne için ve kim içindir? Hangi idrak ceddinin ruhunu incitecek ve de lanetine maruz kalacak şekilde bir teşebbüste bulunabilir? Bu neyin mahrumluğudur, bu hangi oportünist anlayışa tabiliğin yansımasıdır? “Tarihte objektiflik şarttır” gibi en ucuzundan ithal bir düşüncenin, dillendirenlerinin dillendirdikleri adına menfaatini ihtiva ettiğini biliriz. Acaba bu menfaatin bir gereği olarak, senin vatanında kilise olarak kalmasa da “ne cami ne kilise olsun” gibisinden müzeye çevrilmesi bu objektifliğin müşahhaslaştırılması mıdır? Bu objektiflikte adeta dillendirenlerini mutlu edeceğine göre onların menfaatine değil midir?

Cemil Meriç’in tabirleriyle, “Bütün Kur’anları yaksak, bütün camileri yıksak, Avrupa’nın, Avrupalının gözünde Osmanlıyız. Osmanlı, yani İslam… Karanlık, tehlikeli, düşman bir yığın! Avrupa, maddeciliğine rağmen Hristiyan’dır. Sağcısıyla, solcusuyla Hristiyan. Hristiyan için tek düşman biziz. Haçlı ordularını bozgundan bozguna uğratan korkunç ve esrarlı kuvvet…” “Batılı dostlar alınmasın diye hazinelerini gizlemeye çalışır. Sonra unutur hazineleri olduğunu. Düşmanın putlarını takdis eder, hayranlıklarını benimser. Dev papağanlaşır.” Dev, sahte kahramanlar eliyle cüceleşmiş ve Batılının içimize soktuğu eşitlik, özgürlük, adalet mefhumlarını hakikatinin bilincine varmadan sayıklayarak kafasını bir yukarı bir aşağı sallayan papağanın halini almıştır. Olmayacak, olunamayacak bir hale sürükleniş, bizi ancak iki arada bir derede, ne onlar gibi olacağımız ne de kendimiz gibi kalacağımız bir hayatın tatbikine yuvarlayacaktır. “Kendinden ne kadar uzaksın bana o kadar yakınsın” politikalarının güdücüsü Batıyı memnun edici halimiz değil, Ayasofya’nın manasını bir imbikten süzülen su gibi katre katre ruhuna damıtan, bu manayı da fert fert ruhunda bayraklaştırabilen hale ulaşabilirsek Ayasofya açılır, açılmasının yolları açılır. Açılacak ve Batılı dostlar(!) nasıl dostları Mustafa Reşit Paşa’yı ve takipçilerini “ Avrupa’yı taklit etmek ve Avrupa’nın ayağı dibinde eğilmekten başka politika ve gaye sahibi olmamakla” niteledilerse, Ayasofya’yı bu hale getirenleri de günü gelince dostluklarının ifadesi tarzında niteleyeceklerdir.

Ayasofya’nın cami olabilmesi güçlü devlet olmayı ihbar ediyor. Devletin bugünkü haliyle göstereceği şecaat ve gözü karalık, kendi şecaat ve gözü karalığını omuzlayacak millet idrakini gerekli kılıyor. Söz de, kıymet hükmü de Üstad’ın:

“Allah tarafından mühürlenmiş kalplerin mühürlediği Ayasofya, onların aynı şekilde mühürlemeye yeltenip de hiçbir şey yapamadığı, günden güne kabaran akınını durduramadığı ve çığlaştığı günü dehşetle kolladığı mukaddesatçı Türk gençliğinin kalbi gibi açılacak!.. Ayasofya’yı artık önüne geçilmez bu sel açacak!..

Bekleyin gençler!.. Biraz daha rahmet yağsın… Sel yakındır…”

Tarık Dikmen