Bu sayfayı yazdır

İstikamet Üzere Olmak

Yazan: 24 Ağustos 2020 2176

İstikamet, lûgatta doğru ve mutedil olma anlamlarına gelir. Abdülhakim Arvasi Hazretlerinin Tasavvuf Bahçeleri isimli eserinin tercümesini yapan Üstad Necip Fazıl Kısakürek, istikameti Hazretten aktarır:

“-Tasavvuf ıstılahında (istikamet) tahkik ehline göre, bütün ahitlerde, hususiyetle Allah ve Resulü’ne olan ahitlerde; yemek, içmek, giyinmek gibi din ve dünya işlerinde ölçüye riayetle, sırat-ı müstakime -doğru yola sımsıkı bağlanmaktır.” Bir başka büyüğümüz olan Şahı Nakşibendi Hazretleri de, kendisine sorulan soruya verdiği cevapla istikameti şöyle ifadelendirir:

Sohbetine katılanlar bir gün kendisine demişler ki:

-Efendim, sizde diğer veliler gibi keramet göremiyoruz. Sebebi hikmeti nedir?

Şahı Nakşibendi Hazretleri buyurmuş ki:

-Evladım, suda yürümek, havada uçmak keramet değildir. Suda balıklar da yüzüyor, havada kuşlar da uçuyor. En büyük keramet istikamet üzere olmaktır. Sırtımızda bunca günah kamburu varken hala ayakta kalmamız en büyük keramet değil midir?

Allah Resulü istikametin dilimize bağlı olduğunu şu hadisi ile buyurmuştur:

“-Bir kimsenin kalbi istikamet üzere bulunmadıkça, imanı istikamet üzere olamaz. Dili istikamet üzere olmadan da kalbi istikamet üzere bulunamaz.”

Her namazda okuduğumuz Fatiha suresiyle şöyle deriz:

“-Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanlarınkine ve sapıklarınkine değil.”

İstikametle ilgili nassları ve büyüklerin sözlerini aktardıktan ve istikametin doğru yolda olup kervanı itidalden ve istikrardan saptırmamak olduğunu ifade ettikten sonra bizi istikamete getirecek fikri mütalaa edelim.

YOLUMUZ; Allah Resulü ’nün de buyurduğu üzere İslam fıtratında doğduktan sonra insanı bu fıtratta sabit kılıcı ve kâinat muhasebesine vardırıcı İslam’ın emir subayı, bir dünya görüşü Büyük Doğu'yu anlayıcı ve tatbik edici; Allah Resulü ve sahabeyi rol model alma tavrı ve sistemi olan Ehli Sünnet vel Cemaat’i esas alıcı, hayatın her alanını kuşatıcı ve tanzim edici İSLAM'IN çizgisinde olmaktır.

İstikamet meselesiyle ilgili konuşmuşken meselemize nefis ile mücadeleyi de ekleyelim. İslam, nefsi ve nefisle bütünleşmiş insanı tanıdığından, nefse, doğru bakışla bakar. Batı, nefsi tanımadığından, nefsi anlayamaz ve nefisle mücadele edemez. Örneğin; Orta Çağ'da papazlar nefs terbiyesi namına haftalarca aç kalır, hiç evlenmez yani kendilerine eziyet edip artık belli bir süreden sonra nefislerini tersinden azdırmış olurlar. Bu da günümüzde de geçerliliğini koruyan kiliselerde eşcinsellik, rahibelerin her türlü ahlaksızlıkları gibi durumların müsebbibidir. İslam, nefsi bildiğinden nefse doğru bakışla bakabilir demiştik. Nefs insanı, alçaltan ve yükselten en büyük araç diyebiliriz. Abdülkadir Geylani Hazretlerinin nefsini ağzından bir köpek şeklinde dışarı çıkarmasıyla ilahi hitabın, “Biz seni onunla seviyoruz.” seslenişi meselemizi özetlemektedir. İnsan, nefsinin tekevvünü ile insandır ve nefsinin esiri olarak esfeli safiline gidici, nefsini tahfif ederek de insanı kamile varıcı bir çizgide tarih boyunca gidip gelmiştir. Nefs meselesinde itidal tavrını beslemeyen Batı ve diğer küfürdeki toplumlar neticede nefs azmanını, hayatlarının merkezine yerleştirmişlerdir.iüo2

İtidal, bir şeyi yerli yerinde yapma, iki uç arasında orta yolu tutturma (iki müspet uç), ölçülü olma anlamlarına gelir. İtidal, Ehli Sünnet vel Cemaat’in tavrını, hadiselere bakış açısını resmeden en önemli dayanaklarındandır. Ehli Sünnet vel Cemaat, bazı fırkalar ifrata, tefrite kaçtığından ben de orta yolu tutayım tavrını değil, nasslar neyi öngörmüş ise o tavrı ortaya koymuştur. Misalen; Mutezile büyük günah işleyene cehennemlik derken ifrata, Mürcie günahın amele etkisi yok derken tefrite düşmüş olur. Ehli Sünnet ise Kuran ve sünnete uygun olarak imanı ile göçen herkesin günahlarının cezasını çektikten sonra cennete gireceğini buyurur. Aynı şekilde Şia'nın Hz. Ali Efendimiz meselesindeki aşırılığından dolayı düştüğü yanlışa binaen Ehli Sünnet, Hz. Ali'nin İslam'daki konumunu muhafaza etmiştir.

Allah Resulü:

“Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bunların içinden bir fırkası ehli necat olacaktır.” buyurmuş. Ashab sormuşlar:

"Yâ Resûlâllah, o kurtulan fırka hangi fırka olacaktır."

Şöyle cevap vermiş:

"Benim sünnetimden şaşmayanlar kurtulanlardan olacaktır! Yâni Ehl-i Sünnet ve Cemaat mensuplarıdır."

Ehli Sünnet’in hak yol olduğunu hadisi şeriften aktardıktan sonra Ehli Sünnet’in bize verdiği bakış açısıyla ve bir dünya görüşüyle meselelere tesire kalkıştığımızda biz de aynı şekilde hakikatin tarafını tutabiliriz. Örnek vermek gerekirse Said-i Nursi Hazretlerini yanlışa mahal verecek derecede sevmek, iman hakikatlerinden müteşekkil olmakla beraber bir fikir ve dünya görüşü de bulundurmayan Risale-i Nur'u, ümmeti kurtuluşa erdirici bir eser olarak görmek mûtedil olmamaktır. Biz son devrin din mazlumu Said Nursi'ye birileri gibi nefret tavrı ve yine birileri gibi haddinden fazla ululama tavrından ziyade mübareğin konumunu, ona zulmetmeden yerli yerine oturtuyoruz.

Asrı Saadet ile günümüzdeki Kuran, sünnet yani nass aynı iken günümüzde neden İslam alemi tefessüh ve tereddi devrini yaşıyor? Ümmetin içinden çıkamadığı bu soruya Üstad;

"O, Hakka esir bir fert hükümranlığını başıboşluğa mahkûm bir hürriyet idaresinden üstün tutar; fakat en seçkin cemiyet temsilcilerinin meşveret idaresini hepsinden üstün görür." diyerek en seçkin cemiyet temsilcileri yani âlimlerin devlette, içtimai yaşamda hayati görevinden bahseder. İslam'da halkın değil hakkın hakimiyeti esas olduğundan, hakkı ortaya çıkartacak âlimlerin büyük rolüne dikkat çeker.

Aynı soruya Ebubekir Sifil Hoca da "Hayatın merkezinde ulemanın bulunmaması." cevabını verir. Hayatın merkezinde ulema olmazsa insanlık iyiye, güzele doğruyu hiçbir zaman ulaşamaz. Allah Resulü; “Alimler peygamberlerin varisleridir.” buyurmuşlardır. Yani insanlığın ilmiyle amil olana, ilmini yaşayana, yaşatana muhtaç olduğunu söylemiştir Allah Resulü alimlerin İslam’da ne denli yer tuttuğunu göstermek adına Üstadın “anket” ile ilgili görüşlerini yansıttığı Hücum ve Polemik eserinden alıntı yapalım:

“-Anket, “ Her kafadan bir ses “ tabirinin ne canlı teşebbüs meydanıdır... Herkese mahsus bir söz, herkese mahsus bir fikir, herkese mahsus bir karar yoktur. Fikir ve hakikat birdir. Onu bir kişi bulur, bir milyon kişiye tasdik ettirir... Bu hakkı herkeste kabul ettiğimiz gün, herkes bir şey bulur, hiç kimse tasdik etmez, bu suretle de hercümerç ve kakafoni denilen şey doğar...”iüo3

Evet, Üstadın “Her kafadan bir ses” tabiri ile herkesin her konuda fikir hürriyetinin olmadığını, büyük inkılap, hamle ve fikirlerin bir kişiden çıkıp topluma sirayet ettiğini, ayrıca içtimai hayatı düzenleyici kararların yalnızca belli zümreye ait olabileceğini çıkarıyoruz: Alimler...

Liyakat sahibi, alim olma vasfına sahip, ilmini yaşayan, yaşatan ulema, içtimai hayatı yönlendirmede baş amil olmaz ise birileri “Kuran meali bana yeter” der, birileri “Hadis bana yetmez” der. Amiyane tabirle herkes kendi dininin peygamberi (!) gibi davranır ve sonuçta İslam’ın ne dediğine değil kendilerinin ne dediklerine iman ederler. Dini, meşreplerine göre anlarlar. Bu günümüzde sık karşılaştığımız bir vakadır. Küfrünün bilincindeki oryantalistler, yanlışının bilincinde olmayan Anadolu insanını zehirlemektedir. Yan komşumuz Kuran’ı yüzünden okumanın sevap olmadığını söyler, falan akraba şeriatın geçerliliğini yitirdiğini savunur, falan kişi kadın hayızlı gününde Kuran okuyabilir der. Bu ve benzeri konularda, akaide taalluk eden konularda sıkıntı yaşayan, modernistlerin uydurmalarına, küfrüne kanan Müslümanları gördükçe hüzünleniyor, öfkeleniyoruz. Bu zamanda elimizden gelen, yazarak, çizerek insanımızı o imansızlardan uzak tutmak olacaktır. Bunun için diyalektiğimiz sağlam olmalı ki faydalı olabilelim.

Osmanlı’da din-ü devlet kavramı kullanılmış din ve devlet ayrı görülmemiştir. Günümüzde İslami cemaat, dernek ve vakıfları denetleyebilecek bir İslam devleti, din-ü devlet olmadığından Ehli Sünnet’e, mezheplere, akaide, fıkha mugayir davrananlar ve buna rağmen insanları etraflarında toplayanlar serbestlik içerisindedir. Bize düşenin yukarıda da belirttiğimiz gibi kalemimizle Anadolu insanına, bu münafık ehline karşı perde olmak ve insanımızı ikaz etmektir. İnsanın sevdiğinden uzaklaştırılmasının zorluğunu Üstad Necip Fazıl Kısakürek'ten aktaralım:

“-İnsanoğluna en çok dokunan, sevmeye davet edilmesi değildir, sevdiğini sevmekten vazgeçmeye zorlanmasıdır. İnsana, kendi sahte kahramanından soğutulmaya çalışılması, yeni bir kahramana sevmeye zorlanmasından daha giran gelir. Hep böyle olmamış mıdır?”

Ancak bu farkındalık ile meselenin üzerine gidilebilir.

Allah ayaklarımızı istikamet üzere sabit kılsın. Devletimizin kanallarında İslam’ın gezdiği günleri görmeyi bizlere nasip etsin. Amin...

Sinan Akdaş