Tarih-i Tahrip

Yazan: 28 Mart 2020 1798

Birkaç asır evvel devlet-i muazzamanın hudutları Adriyatik denizinden Basra Körfezine uzanıyor, Yemen, Trablus-ı Garb, Cezâir-i Bahr-ı Sefîd, Harameyn-i Muhteremeyn, Kalemrev-i Saltanat-ı Seniyye’ye dahil bulunuyordu. Kalbi Haremeyn-i Muhteremeyn’den atan uzuvları 3 kıta ve 7 denize uzanmış bir beden halinde Devlet-i Aliyye; şahitliği kabul olmayan vicdansız bir kasap marifetiyle etleri koparılmış, ahlaki manzumeleri silinmiş, hakikate ermesini hiç ummadığı bir istikbale ihanetkar eller ile nefyedilmiştir. “Vaktiyle bir padişah varmış, ne isterse yaparmış” martavalı ile 2 satırlık 23 Nisan şiirine fikirsizce kodladıkları koca Saltanat-ı Seniyye, fazilet ilklerde kemalat sonlardadır ilkesi nazarında ilmi müktesebatı ve devlet geleneği ile dünyada çağlar üstü bir nizam sağlamıştır.

Kuruluş dönemlerinde, Aydınoğulları ve Germiyanoğulları 60 bin süvari çıkarırken 20 bin kişilik süvari kapasitesindeki Osmanoğulları’nı 3 kıta özelinde dünya ya hakim kılan kuru bir askeri güç müydü? Sultan 1. Murad’ın Ankara’yı tek kılıç darbesi dahi atmadan alıp bölgenin ticaret ağını ele geçirmesini sağlayan sebep, benzeri Altın Orda Devleti’nde de yine Timur elinden tecrübe edilip yıkılışı ile sonuçlanan fetret devrinden Osmanlı’yı sağ çıkaran iliklerine kadar İslama bağlı oluşu ve ilme verdiği değer değil miydi? Al-i Osman’ın, soyundan geldiği Al-i Selçuk’un 11.yy da, Büyük Selçuklu’yu; Anadolu’dan Umman’a, Kafkaslar’dan Hindistan’a en geniş sınırlarına ulaştırdığı Sultan Melikşah’ın ve meşhur veziri Nizamiye Medreselerini kuran ve kendine bağlı 20 bin kişilik Nizamiye birliğine sahip Nizamülmülk’ün ömrünün son demlerinde çok güçlenip devletin önemli kademelerinde akrabaları olması hasebiyle bir tehdit oluşturmasından mülhem aralarında geçen şu ezoterik diyalog ehemmiyete haizdir: Sultan Melikşah tarafından gönderilen mesajda, “Ben istersem elinden divitin başından sarığın gider” sözüne mukabil ilmi bir racon niteliğinde Nizamülmülk’ün, “ Ben gidersem altından tahtın başından tacın gider” sözü Nizamülmülk’ün en çok mücadele ettiği batıniler tarafından gerçekleştirilen suikastinin ardından 3 ay gibi bir süre sonra Sultan Melikşah’ın ölümüyle hakikate ermiştir. Osmanlı’nın kadim tıp telakkisinde kan-ilim metaforu vardır; bu telakkide devlet bir insan bedenine benzetilmiş damarlarında akan kan ile dinamizmini sağlayıp hayatta kalmanın yolu olarak ilim işaret edilmiştir. Şeyh Edebali’den Molla Gürani’ye Akşemsettin’den İbn Kemal’e Ebu Suud Efendilere padişahların mücerret ve müşahas olarak sırtını dayadığı, ceddi müceddid olan bu milletin bu isimlerin bağrından çıkıp bugünlere geldiği cehdinden başka bir metaforda fanusun bedene, içindeki ateşin kalbe, yağın kana ve dumanın gazaba benzetilmesi cihetinden ruh-u hayvaniyi cism-i latife inkılap ettiren iman nuruyla tebellür eden İslam ruhudur.

Osmanlı’da derin bir İslam hassasiyetiyle akıl sağlığını etkileyebilmesi yönünden lodoslu havalarda mahkeme kurdurtmayan adalet, günümüzde haddi zatına bigane bir minvalde kara bir fırtınayla kirli bir metropolde sürüklenmektedir. Batılının kirli zihin dünyasındaki Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” tezindeki gibi satranç tahtasına dizilmiş basit piyonların çarpışması ile değil Osmanlı’da Daru’l Selam, içerisinde bir çok din, dil, ırk, mezhep ve meşrepten güruhun barış içerisinde yaşadığı “Daru’l İslam” ile kuruldu. Osmanlı’nın bizim için kıymet-i hakikiyesi tüm kurumlarınca İslam’a mutabık bir devlet olması ve Müslümanların itikatlarını muhafaza edebilmesine olanak sağlayan bir sistemden müteşekkil olmasıdır. Burada gerçek tarih telakkisini kesbetmek ve topluma aksetmek noktasında devreye giren iki mefhum olan devlet ve sistem ikisi de namütenahi bir deryadır ki mutalaa etmek gerekirse devlet, en basit ifadeyle bir bebeğin dünya ya gelip devlet tarafından memur edilmiş ebenin tokat darbesi ile gözlerini açıp belediyenin cenaze aracı ile nakledilip defnedilmesine kadar hayatının her anına nüfuz edici bir aygıttır. Sistem ise gündelik hayatta daha yoğun bir minvalde, gördüğümüz tabeladan girdiğimiz mağazaya izlediğimiz televizyondan uyduğumuz kurallara teferruatlı bir yapıdır, devletin ise sistemi denetleme mekanizması yönünden ayrı bir önemi vardır. Tam da bu noktada yaşlı anne ve babasından iğrenip bebek arabasında gezdirdiği peluş köpeğinin dışkısını bir mucit hassasiyetiyle bir park köşesinden alan portföyde bir jakobenin “Siz namazınızı kılın ibadetinizi edin” martavallarının kutsal papa çağrısı halinde “Bağa gel bostana gel vay vay, eğer baban salmazsa yalandan hastalan gel” davetine İslam ahkamının bırakmadığı noktada olmasa da olur dindarlarının ilkokul çocuğu hassasiyetiyle midelerini tutarak yaptıkları dönüte mukabil, kanun ve eğitim yapılarına dokunulduğunda seküler tarih anlayışlarını korumak için sistemlerini muhafaza etmek yolunda kuyruğuna basılmış bir çakal sürüsü senfonisi ile “Bağ ayrı bostan ayrı olamam dosttan ayrı” cıyaklamalarını müşahade etmemeniz muhaldir. Böyle bir sistem içerisinde ünlü tarihçi Zeki Velidi Togan’ın bir gece de domuz eti yiyip şarap içip nasıl dinden çıktığını ballandıra ballandıra anlattığı kitabının dönemin Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yayınevinde basılması cahiliye devri muadili sapık bir halete irca etmekten başka istikamet icra etmeyen ve daha kötüsü şaşılmayan bir hadisedir.

Gerek dünya gerekse bu zamana kadar ki müddette devlet sisteminde dayatılan ve bütün ağırlığıyla omuzlarımızda hissettiğimiz tarih düşmanlığı membaı kezzap misali yakıcılığıyla fışkıran, büst silüeti halinde mücessimleşmiş bir virüs gibi milletin iliklerine işlemiş içten içe çürütücü bir hastalık haline gelip her sapık tasavvurun elinde joker kabilinden ideoloji farketmeksizin yerini almıştır. Bu kesimin ağızına pelesenk olmuş filan kişi olmasaydı Yunan olurduk, Ruslar antifiriz icat edilseydi Alman olurdu sözleri Mersinli Cihangir’den başka bir muhataplık kutbu belirtmez.

Üstad, “Maziyi hal istikbal” sözüyle mazi ile istikbal arasında kurulan bir muvazene halinde yaşanmaya değer hayata bir reçete sunmuş fakat 1 asrı aşkın bir süredir tarihimizin hal muhasebesini yapanların kulakları batıdan gelen ses titreşimlerine odaklı olmasından hasep şef çubuğu hep aynı notaları göstermiştir. Osmanlı’ya olan müşahhas düşmanlığın ardındaki mücerret mana, her milletin tarihinde bir bakiye ve marka olarak kullanmak isteyeceği türden dünyaya kök söktüren bu güçlü ve ihtişamlı devletin; Hilafet-i Muhammed’iyye olmasıdır. Bütün bu karalama kampanyalarının sebebi budur. Şimdi bir birkaç enstantene üzerinden meseleye nazar edelim:

Abdülhamid Han’ın 1886 yılında kurduğu, cumhuriyet döneminde ismi değiştirilip üniversiteye çevrilen ve bugün hala varlığını devam ettiren “Sanayi-i Nefise Mektebi” nin amblemi neden baykuştur?

Sormak lazım söz de bir Türkçülük fikri ile ayaklanıp Abdülhamid Han’ı tahttan indiren ve bazılarının kendi ikrarları ile “azim bir hata-ı siyasi” ve “af olunmaz bir hata ve silinmez bir leke” şeklinde tarihe geçmesinin failleri, İttihat ve Terakki’nin kurucusu Arnavut İbrahim Temo mu, hal fetvasını götüren isimlerden; Ermeni Aram Efendi mi, Yahudi Emmanuel Karasu mu, yoksa Arnavut Esad Toptani mi Türk’tü?

Osmanlı’da kadim bir Türk geleneği olarak kutlanan Nevruz neden 1. Dünya Harbi’nden sonra terk edildi?

İngilizlere 29 Nisan 1916 yılında Irak Cephesi’nde ağır bir darbe indirdiğimiz ve akabinde “Kut Bayramı” olarak kutladığımız fakat 1950’ler de NATO’ya girmek için hediyelik eşya kabilinden üzerine bir fiyonk takıp tarihin tozlu sayfalarına gömdüğümüz “Kut’ül Amare” zaferi nerede?

Abdülhamid Han ile aynı türbede yatan bugün İstanbul Fatih’te yer alan ve “Vaka-i Hayriye” ile 1826 yılında yeniçeri ocağını kaldıran Sultan 2.Mahmut’un türbesinin önündeki caddenin ismi neden yeniçeri caddesidir?

Bu soruların her birinin cevabı bir rezillik raporu halinde karşımıza çıkıyor ve biz lahuti öfkemizi biraz daha bileyliyoruz. Şarkta hasıl olan aşağılık ruhunun (sentiment dinferiorite) garbın materyalist teneffüs birimine rabıtalı terminolojisi ve metodolojisi ile İslam tarihini hesaba çekme yarışının bir çıktısı olarak bugün sahte tarihçilik yapanların patronajında efkar-ı umumiye de bir tezahür olarak kendi tarihine düşman bir nesli idrak ediyoruz. Bilhassa son yıllarda yoğun bir biçimde müşahede ettiğimiz; magazinci yazarlardan, ilmi usul ve hassasiyetlerden uzak mağrur akademisyenlerin şahsiyet dekorunu oluşturduğu ortamına göre çıkar peşinde koşan şımarık tarihçilere, sapık dizi ve filmlerden, fikirsiz aydınlara ve bunlarının tümünün birleşip hakikat kaidelerinden koparılmış belge yığınları halinde tesis ettiği kaotik bilgi sistemine ve bu sistemin popülizmden beslenen postmodern algılarla tarihte iz bırakmış kimseleri cem ederek cırtlak seslerden tesis edilmiş bir konçerto gibi sembol şahsiyet olarak “O da bizdendir mübarek” düsturuyla benimsemiş çocuklarına karşı biz öz ve hakiki usul ve referans kaynaklarımıza sığınıyor, tarihte iz bırakmış kimseleri bıraktığı ize göre tasniflendiriyoruz, tarihte hiçbir örneği olmayan bu birleşme tarzınında karşında olarak hakikatte birleşmeyi savunuyor ve bu uğurda fikrediyor, hamle ediyoruz.

Dergiler

Servet Turgut'un Kaleminden

© 2022 Seriyye Dergisi