Şehrin İnşası

Yazan: 02 Eylül 2019 2362

Dünyada, kainatta, yaratılmış ne varsa, zaman ve mekan sırlarından nasibini almış her şey İslam’ın içindedir. İslam’ın her konu için teklifi, tenkiti ve bunlardan zuhur eden hükmü mevcuttur. İnsan da bu teklifleri, tenkitleri kendilerine verilmiş ‘zaman’ dilimlerinde, hayatlarında; hayatlarını geçirdikleri ‘mekan’da, genel manada arzda, yazımızın mevzuu olmasıyla da özel manada ‘şehir’ler de uygulamak üzere sefere çıkmış eşref-i mahlukattır.

“Malum olduğu üzere, İslami tefekkür, umumdan (kavaidi külliyeden) hususi olana doğru gider.”[1] İslam’ın usullerini ve esaslarını çıkış noktasının başlangıcı, inşa etmek istediğimiz binanın temeli yaptıktan sonra, İslam’ın herhangi bir konuda ne sunduğunu anlamaya çalışmak gerekir. Buradan mülhemle şehri anlayabilmek için önce onu şekillendiren medeniyeti kısaca anlamaya çalışacağız.

Medeniyet bir dünya görüşüdür. İnsanın kısa olan hayatını neye vakfetmesi gerektiğini ve buna göre hayatını ve hayatındakileri nasıl şekillendireceğini bildirir. Reis Servet TURGUT’ un değişiyle “Ayakkabımızın bağcığını bağlamaktan yaşadığımız ülkenin idare bağlantılarını tesis etmeye kadar…” her şeyi kapsayan bir görüştür. Bizim için bu tek bir şeyi ifade eder, İslam! Yani biz Müslümanlar için medeniyet demek İslam demektir. İslam, diğer bütün medeniyet olamamış dünya görüşlerinin gayesini bizzat yaratıcının olması hasebiyle en doğrusu olarak “önce aracını/insanı, sonra da ürününü/insanı yaratır.

Medeniyetin en iyi yansımalarını şehirlerde görürüz. Medeniyetler için dünya tiyatro sahnesi ise şehirler spot ışığıyla aydınlatılan hareketlerini sergilediği kısmıdır. Şehirler medeniyetin maddi kalıpları olarak orada yaşayanların inançlarını ve düşünce dünyalarını yansıtan hususlara göre inşâ edilmiştir. İnanç ve düşünce dünyamızın suretidir şehirler. İnsan fıtratı gereği ibadet, barınma vs. gibi mekânlara ihtiyaç duyar. Bu mekânların birbirine göre teşekkülü de şehirleri oluşturur. İnşa edilen şehir önce kendilerinin sonra da gelecek nesillerin yaşama biçimini belirler. Yani önce medeniyet aracı olan insan şehri inşa eder, sonra şehir de medeniyetin ürünü olan insanı inşa eder.

"Şehri imar ederken nesli ihya etmeyi ihmal ederseniz,

ihmal ettiğiniz nesil imar ettiğiniz şehri tahrip eder."

                                                                                                                         Turgut Cansever

Aynı zamanda medeniyetler için şehirler imtihan sahalarıdır. Şehir hayatı bir arada yaşam demektir, Ama sadece insanların bir arada yaşadığı fiziksel mekânlar değildir. Medeniyetlerin şehirde kendisinden farklı görüşlerle karşılaşıp çatışmaya girdiği zamanlar olur. Bu çatışmalardan galip çıkıldığı takdir de hayatını devam ettirebilir. Şehirlerimiz yaşamadığı için medeniyetimiz de hayatına devam edememektedir.

Bunun sebebini Üstat’ tan bir alıntı ile söylemek isterim;

"Haberiniz olsun! Türk tarihi bugüne kadar yazılamamıştır."[2] Tarihin bütün cüzleriyle bu böyledir, şehir de bunun içindedir. Kökü ile bağlantısı olmayan her şey ölmeye mahkumdur. Bizim şehir tarihimiz yazılamadığı için, başkalarının yazdığı kent tarihine bakarak ilerlersek;

İlk şehirler “ maymundan gelen insan avcılık-toplayıcılık sonrası yerleşik düzene geçince oluşmaya başlamıştır” diye anlatılırken miladi takvimler 2019’u gösterdiğinde yepyeni bir şey çıktı ortaya. Şanlıurfa Göbeklitepe. Bize insanın M.Ö. 10 bin yılından beri ibadet ettiğini açığa çıkardı. Bu ‘yeni’ bilgi aslında şu an için geçerli olan bütün tarihi ‘tarih’ haline getirmiştir. Bundan sonrası için söyleyebiliriz ki mevcut sistemde kurulan şehirlerin sözde kökleriyle bağlantısı koptuğu için hayatları son bulacaktır. Yerine koyacaklarımız hakkında fikretmenin tam vaktidir.

Takdir edersiniz ki M.Ö. 10 bin yılında ibadet bizim için yeni bir söylem değil. Biz zaten insanın dünyaya geliş amacının Allah’a kulluk olduğunu ve atamız Hz. Adem’in Havva annemizle buluştuktan sonra nikah(sözleşme) yaptığını ikinci iş olarak ise Kabe’yi inşa etmeye başladığını biliyoruz.

Nasıl yaptığı konusunda ise, her zaman olacağı gibi burada da Kuran-ı Azimüşan bize ışık tutuyor, ‘tarih’imizi bize öğretiyor.

Bakara suresi 30 ve 31. ayetler de mealen şöyle buyrulmaktadır;

“ 30. (Ey Resûlüm!) Hani Rabbin meleklere: “Ben, yeryüzünde (hükümlerimi yerine getirecek) bir halife (yetki ve yöneticiliğe elverişli insan) yaratacağım.” demişti. (Melekler de: “Yâ Rab!) Biz seni hamd (övgü) ile yüceltip ve seni bütün noksanlıklardan tenzih edip ulularken, orada (senin emirlerini tutmayıp) bozgunculuk çıkaracak ve kan akıtacak birisini mi yaratacaksın?” dediler. (Allah da): “Şüphesiz ben sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim.” dedi

  1. (Allah, yarattığı) Âdem’e (eşyaya ait) bütün isimleri öğretti, sonra onları meleklere gösterip: “Haydi! Görüşünüzde doğru iseniz, onların isimlerini bana haber verin.” dedi.[3]

Eşref-i mahlûkat olarak yaratılan insan dünyaya halifet-ül arz olarak gönderilmiştir. Kendisinde şehri inşa etme dâhil tüm ilimler mevcuttur. Bu durum insana dünyaya nizam vermesi görevini yüklüyordu.   Ama bunu ne bizim tarih dersi kitaplarımızda ne de aydın geçinen yazarlarımız da görmemiz mümkün değildir. Yeni yaşanmış olması hasebiyle kaldırılan tarih dersi sonrası yapmamız gerekene ışık tutması açısından şu hatıratı aktarmak isterim. Mütefekkir Mimar Turgut Cansever 1999 yılında olan büyük depremden sonra, üzüntüyle beraber “işte bu bela bizim çıkışımız olabilir.” diyerek şehirlerimizi kurtarmak için kendi görevini ‘her şerde bir hayır vardır’ düsturuyla icra etmeye çalışmıştı. Üstad Necip Fazıl’ın yazılamamıştır dediği, Reis Servet TURGUT’ un gerçek tarihçilerimizin kalemine havale ettiği[4] yerde, şeklen de olsa olan ama artık kaldırılma şerrine uğrayan tarihimizi yazmalı ve şerdeki hayrı arama yoluna girmeliyiz.

Tarihin bir cüzü şehir tarihçiliğinin, sacayakları olarak görebileceğimiz Kâbe’nin üç mimarından olan Hz. Âdem’den sonra ikinci mimarı Hz. İbrahim.

İslam medeniyetinde peygamberlerin şehirlere geldiği ve tebliği buralarda yaptığı görülüyor. Hz. İbrahim Mezopotamya (Ur)’da peygamber olarak görevlendirilmiştir. Hz. İbrahim davet görevini yaptıktan sonra, tevhit inancına merkez olacak yeni bir şehir kurmak istemiştir. Hz. Hacer ve İsmail’i ıssız Mekke vadisine yerleştirmek ve Kâbe’yi inşa etmekle, evrensel bir medeniyetin, tevhit medeniyetinin temellerini atmıştır.

Peki, Mezopotamya tarihi anlatılırken Hz. İbrahim’e ya da Mısır tarihi anlatılırken Hz. Yusuf(a.s)’a denk geleniniz oldu mu?

Ve üçüncü mimar. O olmasaydı kâinatın da bizim de olamayacağımız insan. Fahri Kâinat Efendimiz.

O’nun amellerini kelimeyi tevhit üzerinden anlatmaya çalışacağım.

O dönemin Mekke’sinde ‘La(yok)’ diyerek şeklen var olup aslından koparılmış halde olan Kâbe’yi yeniden inşa etmiştir. Hz. Peygamberimizin Yesrib’ e hicretiyle İslâm’dan bir şehir anlayışı tecessüm etmiş, dinin temelleri üzerine toplum ve şehir düzeni kurulmuştur. Yesrib’ e ulaştığında ise Mescid-i Nebevi’ yi inşa ettirmiştir. Bu bize bir şehir kurulacakken cami merkezli olmasını, bir şehrin modelinin cami etrafında teşekkül etmesi gerektiğini göstermesi açısından müthiş bir örnek olarak önümüzde durmaktadır. Sonra bizzat kendisi, kurulacak olan pazar yerini göstermiş ve kurallarını koyarak, şari, ‘illallah’ demiştir. Bu mekânları hayatın direk içine dâhil ederek Yesrib’ i Medine’ye çevirmiştir. Bu iki sürecin birleşmesiyle de kelimeyi tevhit tamamlanmış ve asıl halini almıştır. Söyleyelim;

‘La ilahe illallah, M..d Resülullah’.

O bunu söyleyip, söyleterek Medine’de medeniyeti, tevhit medeniyetini hayata geçirmiştir. Buradan anlayacağımız üzere aslında şehir kurmak sünnettir. Temelinde Cenâb-ı Hakk’ın rızasına ulaşma kaygısı olarak kullanılan şehir nizamı, asırlarca İslam coğrafyasını baştan sona şekillendirmiştir.

Bu hükümle kadrajlarımızı bugüne çevirirsek sorunumuz gayet açıktır.

Dindar iktidarlar, kentleşme karşısında mağlup olmuşlardır.

Türkiye’de ahvalimize bakınca, tatbikat sahasındaki yanlışları görmek için derin bir idrak gerekmiyor, zaten her tarafımız dökülüyor. Bir virüs gibi yayılan kapitalizme karşı duramayan bizlerin bugün maddî ve ruhî cephesiyle yekpâre bir İslâm şehir kültürünü oluşturmaktan hayli uzak olduğu malûm. “Bu cihetle, tenkit etmek için bol malzeme bulmak kabil, bu duruma bakıp da tenkide kilitlenmek iş değil. Fikir beyan etmek asıldır, tenkit, fikirden sonra gelir. Fikri olmayanın tenkit hakkı yoktur.”[5] Fikri üretilmemiş bir bahiste tatbikatın yanlış olması kadar tabii bir şeyde yoktur.

Anlamamız gereken şudur, tartışıldığı gibi bizim cami mimarisi gibi bir sorunumuz yok bizzat caminin olmayışı gibi bir sorunumuz var. İyinin olmadığı yerde güzelde olmayacağından şehirlerimiz kent’leş’e kent’leş’e, leş oluyor ve hatta oldu.

Ancak, hal ve hareketlerimiz ile kelimeyi tevhidi söyleyerek bundan kurtulabiliriz.

Hadis-i Şerif, “Bildiği ile amel edene bilmediği varis kılınır.”

Cami yalnızca ibadet yapılan bir mekân değildir. Gündelik hayat içinde farklı farklı ihtiyaçları ve toplumsal iletişimi sağlayan bir mekân olarak hayatımıza dahil olup devam etmelidir. “Şehirlerin içerisindeki mabetlerini kaybeden toplumların bir kimlik kaybına uğradığı ve belleğini yitirdiğini çok rahat bir şekilde söyleyebiliriz. Cami merkezli kurulmayan şehirde yaşayan insanların da önce kültürlerini, sonra da dinlerini kaybetmekle karşı karşıya geldiklerini görüyoruz.”[6] Bu açıdan cami merkezli bir şehrin Müslümanlar tarafından önemli bir husus olarak görülmesi gerekiyor.

“An itibariyle Türkiye’de İslam şehir-medeniyet düzenini yeniden tesis edecek kapasitede bir siyasî akıl bulunmamaktadır. Mevcut siyasî “akıl”, kapitalist, kalkınmacı ve modern anlamda kentleşmecidir. Bu “akıl”, kenti şehir, uygarlığı medeniyet zannetmektedir.”[7] Müslümanlar olarak kente karşı çıkmalıyız. Politika tabiriyle tabandan tavana bir uyandırma evresine girişmeliyiz.

“Türkiye’de kalıcı bir ruh “üretilecekse”, bu ruh, tavan’dan değil taban’dan “üretilecek”[8]

Bazı şeylere ‘La’ diyerek başlayabiliriz.

Camilerin turistik mekanlar olmasına ‘La’ demeliyiz.

İbadet edeceğimiz zaman bilmem kaç katlı binaların bodrum katındaki mescidine veya ofiste kullanılmayan odaya serilmiş seccadeye ‘La’ demeliyiz.

Buluşma, oturma noktası olarak cami avlusundan başka yerlere ‘La’ demeliyiz.

Camiye turistler değil de Müslümanlar geldiğinde, mescitte değil de camide ibadet ettiğimizde, kafede değil de cami avlusunda buluştuğumuzda illallah diyebileceğiz. Böylelikle cami de imar kanunları arasında kalan parselde yapılmış bir yapı olmaktan çıkıp bizzat kendisi gündelik hayatımıza dahil olan bir mekan olacaktır.

Reis Servet TURGUT’ un söylemi geliyor yine aklıma, “ Yapılan yanlışlar ve yapılmayan doğrular biz yokuz diye!..”

Biz orada olduktan sonra kucağımız da nur topu gibi bir cami sorunu bulacağız. Mimarisiyle, avlusuyla, tezyinatıyla. Kelimeyi tevhidi söyleyebildiğimiz kadarıyla sorunları çözebileceğiz, bu sorunları çözdüğümüz kadarıyla da şehrin tahtında medeniyetimizi inşa edeceğiz. Şehir bizleri Müslümanlaştıracak, Allah’a yakınlaşacağız. O şehir de, Allah’ın rahmetini celbedecektir.

Medine’den medeniyet oldu hâsıl

Medeniyetsiz medineden[9] ne hâsıl?

Allah yardımcımız olsun! Selametle.

 

[1] ŞEHİR VE MEDENİYET-1-GİRİŞ/ Haki DEMİR

[2] Kanlı Sarık- S. 31/ Necip Fazıl KISAKÜREK

[3] http://feyzulfurkan.com/sureler/bakara-suresi/

[4] Bknz: Seriyye Dergisi-Temmuz Sayısı-S. 19/ Servet Turgut

[5] ŞEHİR VE MEDENİYET-1-GİRİŞ/ Haki DEMİR

[6] https://ilkha.com/haber/62330/islam-medeniyeti-cami-merkezli-bir-medeniyettir

[7] Atilla Fikri Ergun – Terkip ve İnşâ Dergisi 11. Sayı- İslam Şehir-Medeniyet Düzeni – Bedevilerin “İslam’ı” ve Köylü-Kasabalı Kafa

[8] https://www.yenisafak.com/yazarlar/yusufkaplan/15-temmuz-ruzgrini-kalici-bir-ruha-donusturemezsek-2052023

[9] Medine=Şehir

Dergiler

Servet Turgut'un Kaleminden

© 2022 Seriyye Dergisi