Ağlayan Zaman

Yazan: 24 Eylül 2020 2018

İki Cihan Sultan’ı Efendimiz (sav) şöyle buyurmuşlardır: “İki nimet vardır ki insanların çoğu (onları değerlendirme hususunda) aldanmıştır: Sağlık ve boş zaman.” (Buhari, Rikak, 1) Fahri Kâinat Efendimizin (sav) asırlar öncesinden bizleri uyardığı hadis-i şerifin günümüzde, müminlere nazır olarak tahakkuk ettiğini görmemek abesle iştigaldir. İnananlar olarak şeytan ve nefsin bu oyunlarını en sert kroşe ile alt etmek imanımızın levazımındandır! Bu kutlu telkini, ruhumuza zerre boşluk bırakmayacak şekilde ihata ettirmeli ve nefsin tasallutuna rağmen hazmettirebilmeliyiz. Ettirebilmeliyiz ki gücümüzün eksildiği dönemlerde, pes etmeye temayül gösterdiğimiz demlerde, havsalamızda şimşekler çaktırıp tasavvur dünyamızda bize “Aldanmışlardan olma! Aldanmışlardan olma! Aldanmışlardan olma!” diyen bir ses olsun… Nihayetinde ise “Aldanmışlar” tribününün locasından kombine alanlar içinde bulunmaktan muhafaza olabilelim.

Asırlardan bu yana zaman mefhumu, müminlerin avuçlarında ağlıyor, acı çekiyor ve gadre uğratılıyor. Zamanı, olması gereken, tahvil edilmesi lazım gelen yöne değil, günlük hazlarımız, günümüzü gün edişler, ebedi hayattan bigâne tavrımız, hodgamlıklarımız ve hayvanlara yakışır tarzlarda kullanarak adeta zamanın ırzına geçiyor, zamanımızı “nefsi ve şeytani” yönlere, nefs ve şeytanın oynaştığı çimenliklere meylettiriyoruz… “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat-56) ayetindeki ilahi ihtarı kulak ardı ediyor ve hilkat gayemize müsavi tavrı gösteremiyoruz. Hilkat gayemize mugayir davranışlarda bulunduğumuz zaman vetiresinde “Hiçbir şey huzur vermiyor. Bu nasıl hayat be!” gibi muhtelif cümleler ile ruhumuzun olması gereken yere tevcih edilmediğini adeta hep bir ağızdan vaveylalar kopararak ifade ediyoruz. Ediyoruz ama önemli olan nokta ifade edebilmek değil, ifade ettiğimizin idrakine varabilmek! Yaşadığımız cemiyet ve cemiyetin oluşturduğu insan tiplemeleri ruhun revânına kavuşacağı, hilkat gayesine müsavi davranışı öğreneceği İslamiyet’in önüne bentler çektiği için, ulaşılmaması amacıyla önüne kuyular kazdığı için ve idrakleri motorlu hızarlarla doğradığı için, mezkûr “ifade edişimizin” idrakine varamıyoruz. İfade edilenin mahiyeti, ifade edenler tarafından anlaşılmasın diye; ifade edileni bitirmek isteyenlerce mahpus edilmiş çünkü. Bu cemiyet ve ortaya çıkardığı insanımsı tiplemelerin kasıtlı teşebbüslerinin nihayetinde ise ruhumuz, zamanı olması gerekene iltica edemememiz hasebiyle sızlıyor ve zaman avuç içlerimizde hüngür hüngür ağlıyor… Zamanı ağlatıyoruz, ruhumuzu sızlatıyoruz ve bunlara mündemiç olarak, “eskimez, pörsümez, daima yeni olan İslam’a” iştiyakımızı son sürat hızla arttırıyor, O’nun nurdan huzmelerle cemiyetimizin tam ortasına inkişaf edeceği tarihi geciktiriyoruz!

Okyanus mevcut ama bakınca okyanus değil duvar görülsün diyerek etrafını ihata edecek şekilde davarlar tarafından duvarlar örülmüş… Yıllar boyunca birimiz de çıkıp “Bu duvarların ardında ne var acaba?” dememişiz… Ya da zihinleri ve imanları iğfal etmek için burnumuza koklatılan ve türlü uyuşturucu maddelerden müteşekkil politikalar, kitaplar ve hakikat okyanusunun dalgalarının sesini duymamak için idraklerimize vurulan sese karşı yalıtımlar, mevcut duvarları görmemize engel olmuş… Şu da tabii olarak bir gerçek; okyanus, dalgalarını şiddetlendirerek etrafına örülmüş duvarları kökünden söküp normal akışına devam edecek! Duvarlar bir hayli aşındı… Bir yandan duvara sert sert vuran okyanus dalgaları, diğer yandan zamanı hakikate uygun kullanmanın fikrine malik derin ve içli müminlerin duvara vurduğu tekmeler, kazmalar, kürekler mukadder oluşlar halinde hayli aşınmış duvarı yıkacak… Ve duvarların ardında saklanmaya çalışılan hakikat okyanusu tüm berraklığı ile müminlere ve müminlerin cemiyetine nurdan huzmelerle inkişaf edecek! Ama dikkat edelim, zamanı, hakikatine yaraşır çizgiden ayırmamak meselenin bam teli… Hakikat; “Hiç şüphesiz, Allah katında (tek ve gerçek) din İslam'dır.” (Ali İmran/19)

Heyhat ki, bu muharref sistem, önüne envai çeşit engel koyduğu için idrakine varabilmek oldukça netameli iş dedik… Peki, zamanı nasıl hakikatine tevcih ederek kullanacağız? Nereden başlamalıyız? İntibalarımızca bu sorulara cevap arayalım…

Atletizm dalında engelli koşu parkuru vardır malumunuz... Parkur engellerle dolu ama atletler engelleri bir bir aşarak koşmaya devam ediyorlar. O zaman işin bidayetinde bu muharref sistemi, kanun yoluyla mücehhez hale getirmek için gecesini gündüzüne katan, cemiyet parkurundaki engelleri bir bir aşan, yorganını sırtında taşıyan “Can taşıma liyakatini, canların canı uğrunda can vermeyi, cana minnet sayacak kadar gözü kara ve o nispetle usule, stratejiye uygun bir gençlik…” yekûnundan müteşekkil hareketlere köstek değil, destek olmalıyız. Sorumluluk almalıyız… Hz. İbrahim’i (as) yakmak için alevlendirilen ateşe su taşıyan karınca misali… Bu meseleyi küçük görmeyelim, karınca o ateşi söndürecek çapta su taşıyacak kuvvete malik olmasa da safı belli hani… “Zulmün olduğu yerde tarafsızlık namussuzluktur!” diyor Cemil Meriç… Namusumuzu korumak için zulmün olduğu yerde hakikate müteallik olanın yanında yer almak şart. Zamandan girdik, namussuzluğa geldik. Bu namussuzluklar da, zamanın İslam’a müsavi olmayışından kaynaklı veçhelere mündemiç. Zamanı asli hüviyetine tebdil ederek değerlendirirsek ortada ne bize madden zulmedenler ne üzerlerine giydirilmiş deli gömlekleri mesabesindeki fikirlerle zulmedenler ne de namussuzluklar kalır ortada… Çünkü hakikat nurunun yıkadığı kalpleri, dimağları, fertleri ve cemiyetleri batırmaya odaklanmış batıl işler zedeleyemez… Hakikatin nur çeşmesi, batılın pis çeşmelerini zail eder… Kuranı Kerim’in ölçülendirdiği hakikat bu: “Hak geldi; batıl zail oldu!” (İsra Suresi/81) Hakikatin buram buram koktuğu o yaşanmaya değer cemiyeti özleyenler olarak; “zaman” mefhumunu hakikate layık şekilde kullanmak, karıncalık çapımızla hakikat için çırpınan derin ve içli müminlerin safında olmak, bu işin içinde yer almak, o cemiyete adım adım yaklaşmak demektir. O cemiyetin kapılarının açılması için hep bir elden zorlamak demektir. Zamanı hakikate layık şekilde kullanmak merkez, diğer meseleler merkezi teşekküle getirecek parçalar... Hz. Ali (kv)’nin sözü düştü yadımıza: “Parça bütünün habercisidir!”

Zamanımızı, bizleri esfeli safilin çukurlarına düşürecek muharref minvalde değil, bizleri alâyi illiyyîn şahikalarına çıkaracak mücehhez minvalde kullanmalıyız! İslamiyet’in nur huzmeleri ile doğacağı günlere götürecek şekilde… Müminler olarak bu yüce künyeyi boynumuza takmalı ve bu minval üzere zamanımızı harcamalıyız. Harcarken aynı zamanda da çoğaldığını bilerek… Amellerimizle imanımızı yüceltirken, mutlak fikre rabıtalı kalp ve dimağlarımızla da tefekkür ederek, türlü cehdler çekerek ve mütemadiyen mücahadeler yaparak zamanımızı tüketmeliyiz. Tüketirken, eş zamanlı olarak da büyük doğuşun gerçekleşeceğini sezerek! Bu şuura maliklik nispetimizce; zamanın tükenmek değil, batılı tüketmeye mihraklandığını sezeriz! Zamanın eskidiğini değil de, yenilendiğini biliriz! Velhasıl; “Batılın elinde yinelenmekten haysiyetini kaybetmiş zamanın, yenilenerek haysiyetine kavuşması…”

Yukarıda yaşanmaya değer cemiyetten söz ettik. Bir de yaşarken “yaşanmaya değer hayatın” hatırına nefes almaya çalıştığımız cemiyete bakalım. İçinde bulunduğumuz cemiyetin havasını koklatalım fikir burnumuza…

Vatan sathımızda dolanan necis işlerin, necis iş güdücülerin, mülevves kelimelerin, belhum adal insanların, vatansız, dinsiz müstağriplerin, hiçbir çileye haiz olmadığı halde bilgiç tavrı takınanların, profesör olmuş tescilli sapıkların, kadınlığını bilmeyen kadınımsıların, erkekliğini bilmeyen erkekimsilerin, makam ve mevki için medeniyetini doğramaya razılık tavrı takınan sırtlanların, paranın önünde uçkurunu çözüp arkasını dönecek satılmışların, eğilip bükülmekten kamburu çıkan dalkavukların; Servet Turgut’un “mağduru Müslüman, memnunu kâfir! Olmasa da olur teyze adamlar!” diyerek röntgenlerini çektiği yavşakların cevelan ettiği bir cemiyete malikiz. Satılmış, aklını ve fikrini kiraya vermiş, her türlü ahlaki kaidelerden ırak bir cemiyet... Cemiyetimizi kirletenlere karşı kirlenmeden mücadele edebilmek keyfiyetine malik olmak için İslamiyet’ten başka bir yolumuz yok… (Kendine Müslüman künyesi takan kişinin başka bir yolu da olmamalı zaten!) Üstad Necip Fazıl’ın, “Eczanede ama hangi rafta şişede? İslam ki, tek ilaçtır, örümcekli köşede...” beyitlerinde ölçülendirdiği gibi… Yaralarımızı iyileştirecek tek ilaç… Şifaya kavuşturacak tek ilaç… Ruhlarımızı revâna erdirecek tek ilaç… Cemiyetimizi abı hayatına, ananelerine, İslam’a müsavi ortamına tahvil etmek istiyorsak, inananlar olarak zaman mefhumunu mücehhez olarak kullanmaktan başka bir çıkış yolumuz mevcut değil. Mücehhez olarak derken, her şeyin hakikatine malik olduğu gibi, tabii olarak zamanı değerlendirmenin de hakikatine malik olan, ölçüsünü koyan İslam’a müsavi şekilde!

Bu ölçüleri kalp ve kafa idraklerimizin imbiklerinden damıttıktan sonra, önce kendi nefsimize, sonra bu yazıyı okuyanların nefsine, şu güzel ameliyeleri ve amelleri, telkin ve tebliğ etmeyi üzerimize bir borç kabul ediyoruz: Allah’ın emri olan ibadetlere sımsıkı sarılalım… İbadetlerimizi aksatmayalım… Sünnet-i Seniyye’ye “Ne de olsa sünnet” nefsi bahanesisin ardına gizlenerek göz ardı etmeyelim, elimizden geldiğince uyalım… Kendimizi ibadetlere rapt edelim! Zikredip, fikredelim! Ölüm kapımızı çalmadan ölüme hazır olalım! Şanlı ve şerefli ölüm için koşturalım… Müslümanlığın izzet ve vakarını kuşanalım! İzzet ve vakarı bozacak hal ve kâllerden “ak sütün içinden ak kılı sezebilecek” çaptaki hassasiyetle kaçınalım… Mazlum ve mustarip müminlere (Doğu Türkistan, Filistin, Arakan, Suriye) yardım eli uzatabilmek için önce fert olarak sonra cemiyet olarak, zamanımızı, eskimez, pörsümez, daima yeni olan İslam’a intisap ettirmekten geçtiğini bilelim!

İslam için nefes alıp, İslam için nefes verelim!

İslam için yaşayıp, İslam için yaşatalım!

İslam için yürüyüp, İslam için yürütelim!

İslam için koşup, İslam için koşturalım!

İslam için ağlayıp, İslam için ağlatalım!

İslam için gülüp, İslam için güldürelim!

İslam’a sarılıp, İslam’da eriyip, İslam’la dirilelim!

Bu davranışlarımızla hilkat gayemizin hakkını vermeye çalışalım ve avuçlarımızda ağlayan zamanı mutlu etmenin yolunun buralardan geçtiğini bilelim! Hakeza erteleyerek nefsimizi fırsatlardan ve boşluklardan nemalandırmamak da zamanı değerlendirme hususunda elzem. Büyük İslam velisi Muhammed Parisa Hazretlerine kulak verelim: “Gafil halk, yorgun ve bitkin bir laf eder; yarın olsa da bir iş işlesem!.. Bilmez ki, bugün, dünkü günün yarınıdır. Bugün ne işlemişti ki, yarın ne işlesin!” Şimdi bu söze binaen kendimize, Allah (cc) için şu soruları soralım ve kendimizi muhasebe edelim! Bu sözün bahsettiği “gafillik” cemiyetimizi ilmek ilmek dokumamış mıdır? Bu sözün bahsettiği “gafillik” bizleri açık yer bırakmadan ihata etmemiş midir? Bu sözün bahsettiği “gafillik” şeytani konçertonun icra ettiği melankolik havasıyla bizleri tesiri altına almamış mıdır? Bu sözün bahsettiği “gafillik” sureti hak peçelerinin altına gizlenerek bizleri ağına düşürmemiş midir? Bu sözün bahsettiği “gafillik” agorada dikilen putların gölgesinde serinlenerek, yanan ve yıkılan mustarip müminlerle dalga geçmemiş midir? Bozuk düzenin kirli çarklarının dişlerini kırmanın zamanı… “Bugün değilse ne zaman?” Sahte peçeleri yırtıp, sahte yüzlerin boyasını döküp, Müslümanlığın izzet ve haysiyet tavrını takınmamızın zamanı “bugün değilse ne zaman?” Müslümanlar olarak başımıza açılan bütün musibetlerin eksik oluşlar deresinde boğulmaktan, zamanı gafilliklerle harcamaktan türediğini görmenin günü “bugün değilse ne zaman?” Zamanı İslam’la doldurup, zamanı, “zamanın İslam’ın vecdinde eridiği dönemlere” tevcih etmek için göstereceğimiz gayret ve mücadele aşkı “bugün değilse ne zaman?” Bu soruları nefsimizin istila ettiği kalp ve kafa uzuvlarımıza vaveylalar kopararak sorup, mücadele aşkını, zamanı, “zamanın İslam’ın vecdinde eridiği dönemlere” tahvil etme gayretini, zamanı, zamanın zaman olma hakkını verdiği büyük günlere götürme hasretini kuşanmalı ve zamanı, “Nizamların nizamı olan İslam’ın inkişaf edeceği” günler için, zamanın öz gayesine kavuşması gerekliliğini idrak imbiklerimizden, gönül gözeneklerimizden geçirelim! Bu meselenin ciddiyetini kavrayamadığımız, kavramak için gayret etmediğimiz, kavramak meselesine bigane tavırlar sergilediğimiz süre içerisinde, mütemadi olarak mezkur acı sonuçların üzerimize taarruz etmeye devam edeceğini ve bu sonuçlara da, “Ne ekersen, onu biçersin!” sözü minvalince müstahak olduğumuzu bildirelim!

Gaye İnsan ve Ufuk Peygamber’in (sav) muradına denk düşsün diye muradımızı arz ettiğimiz yazımızın mülhem hissiyatı…

Buyurdular (sav):

“Yarıncılar/ erteleyenler, helak oldu!”

Dergiler

Servet Turgut'un Kaleminden

© 2022 Seriyye Dergisi