Bu sayfayı yazdır

Sosyolojik Savaş

Yazan: 14 Mart 2019 2834

Sosyolojik savaş, doğrudan toplumu, toplumun yapısını ve bu yapıda var olan inanç ve değerleri hedef alan post modern ve sinsi bir savaş türüdür. Her savaşın sosyolojik sonuçları vardır fakat sosyolojik savaş doğrudan doğruya toplumsal yapıya yönelik plânlı, sistematik ve uzun vadeli bir saldırı şeklindedir.

Bireyleri ahlâklı ve dürüst olmakla sorumlu kılan inançları erozyona uğratıldığında, bireyler arası hukukun ahlâk ve dürüstlük çerçevesinde gerçekleşmeyeceği, çıkar odaklı ilişkilere dönüşeceği malumdur. Yani, inanç bakımından zayıflamış bireyler öncelikle iç âleminde duygu çatışmaları yaşayacaktır. Baskın duygu, bireyin diğer duygularına tahakküm edecektir. Örneğin çıkar duygusu, dürüstlük duygusuna ve iradesine baskın gelecektir. Bu iç çatışma dışta bir davranış formuna dönüştüğünde, artık bireyler baskın duygularını dışa vuracak ve çatışma bireyler arası boyut kazanacaktır. İşte inançlara yöneltilen saldırılar, örneğin “İnsan maymundan türemiştir!” gibi bilimdışıyken bilimselmiş gibi takdim edilen teorilerin maksadı, inançları ve dolayısıyla da bu inançların gereği olan mükellefiyetleri temelinden yıkmaktır. Bireyden başlayan değişim süreci, giderek aileye, bireyler arasına ve topluma yansıyarak artık sosyolojik bir değişim boyutu kazanacaktır. İşte sosyolojik savaş, bu türden saldırıları kurgulayan ve yürüten bir savaştır.

Günümüzde toplumlara yönelen birincil tehditler ani olaylardan değil, yavaş ve tedrici süreçlerden gelmektedir. İşte, hedef topluma geri dönüşü uzun yıllar alacak ve gerçekleştiğinde de artık o toplumun geçirdiği değişimi anlama kabiliyetini yitirmesine dahi yol açacak operasyonlar yapılmaktadır. Üstadımızın “idrak iğdişi” dediği hadise tam da budur. Yapılan kötülüğü anlamak için idrak melekesi lazım ama kötülük de zaten evvela idrak aletinden işe başlamıştır. Sosyolojik savaş böyle bir tabiata sahiptir. Savaşın taraflarını ve savaşın mağdurlarını savaştan haberdar etmek bile çok zordur. Dahası aslında düşmanca fikirler zerk edenler kişi tarafından sevilip sayılırken onu bu zararlı fikirden korumak isteyene düşmanca duygular besleyebilir.

Sosyolojik savaşın yöntemleri klasik savaşlardan çok daha farklıdır. Sosyolojik savaşın en temel tekniği belirli bir şekle sokulamaz ve hedef toplumun bir karşılık vermesine imkân tanıyan dinamiklerine odaklanır. Hedef topluma karşı, kendi ordusu, bürokrasisi, eğitim sistemi ve medyası kullanılmaktadır. Bütün bu kurumlar o toplumun kimlik değerlerine karşı örgütlenmektedir.

Ruhî ve fikrî müesseseleri felç olmuş bir toplum bağışıklık sistemi bozulan bir insana benzer. Karşı koyacak unsurlar işlemez hale gelmiş ise, ne ile karşı koyacaktır? İşte sosyolojik savaş, öncelikli hedef olarak toplumların bağışıklık sistemlerini hedef almaktadır. Toplumların dinî, millî kültürü gibi inanç ve kültür değerlerinden yalıtılmış kurumların, topluma yönelen saldırılara karşı koyabilmesi düşünülemez. Koruyacak olanlar, bozacak olanlara dönüşmüşse, korunacak olanların vaziyeti içler acısı bir hâl alır.

Sosyolojik savaş, toplumların dayanışma ve sosyal bütünleşme dinamikleri ile ilgilenir. Hedefi, toplumu oluşturan bireylerin ve ailelerin dayanışmacı özelliklerini ortadan kaldırmak, bireyin ve ailenin topluma güç veren formunu bozmaktır. Sosyolojik savaşlarda, bireysel ve toplumsal davranışa kaynaklık eden inanç ve değerler sistemi hedef alınmaktadır. Özellikle hedef toplumun sosyal gücünün zayıflatılması ve yıkılması amacıyla birey-ahlâk yabancılaşması, toplum-değerler yabancılaşması, aydın-halk yabancılaşması, toplum-devlet yabancılaşması, alt kimlik yabancılaşmaları, bölgesel yabancılaşmalar, dayanışma ve uzlaşma kültürünün yok edilmesi, yeni ulusal, etnik ve dinî kimlikler inşası, dışlama, ayrıştırma ve çatışma kültürünün geliştirilmesi gibi sosyolojik operasyonlar gerçekleştirilir. Bu ve benzeri amaçlar, hedef toplumun demografisinde, kültürel ve sosyal dokusunda, tarihten gelen yapısında dönüşümlere yol açar ve hedef toplumu üzerinde tek yanlı çıkar ilişkisi kurmaya elverişli bir yapıya kavuşturur. Çünkü toplumsal bütünlük ve dayanışmayı, bireysel ve toplumsal bilinçte koşullayan şey, inanç değeri olan manevi ve kültürel dinamiklerdir. Sosyolojik savaşın hedefi, manevi ve kültürel dinamiklerin bu inanç değerini ortadan kaldırmaktır. Bu gerçekleştiğinde, bireylerin iyi, kötü, doğru ve yanlış bilinçleri bozulacak, sorumluluk duyguları ortadan kalkacak, bireysel ve toplumsal davranış modelleri değişecektir. Neticede ise, hedef toplum kendi bünyesinde iç çatışmalar yaşamaya başlamasının yanında, devletin siyasi, ekonomik ve askerî politikalarını desteklemekten uzak bir sosyolojik form kazanmış olacaktır. Sosyolojik savaş klasik savaşlardan farklı olduğu gibi, silahları da farklıdır. Çünkü sosyolojik savaş, sosyolojik organizmanın sosyal bedeni, beyni, aklı ve zihnini, karakterini, şahsiyet özelliklerini hedef alır. Bu hedeflere bireylerin ve ailelerin ve toplumun gözü, kulağı vasıtasıyla ulaşır. Dolayısıyla göze ve kulağa hitap eden bütün araçlar bir savaş silahı olarak kullanılır.

Bu savaşların en fonksiyonel aracı, bizatihi hedef toplumların eğitim sistemleridir. Toplumun temel kimlik değerlerini ideolojik bir değerler dizisi ile dışlayan bir eğitim sistemi, o toplumun bir kurumu değil, bilakis, o toplumun en stratejik, en hayati noktasına konuşlandırılmış bir sosyolojik saldırı silahıdır.

Televizyonlar, gazeteler, sinema ve tiyatro gibi birçok kitle iletişim unsuru ile internet ve buna bağlı sosyal medya unsurları da dâhil edilebilir.

Sosyolojik saldırı, hedef toplumu karşı koyamaz bir hale getirir. Hatta toplumun kendi bünyesindeki harici etkilere karşı koyacak güçleri emri altına alır. Onları araç olarak kullanır. Toplumun gücü, toplumun aleyhine olarak toplum düşmanlarının meri altındadır artık… Böyle toplumların orduları vardır, ancak iç güvenlik gücüne dönüşmüştür. Eğitimleri vardır, fakat topluma yabancılaşan ve kendi içinde çatışan kuşaklar üretmektedir. Halk ile yönetim, aydınlarla halk ve tüm toplumsal sınıflar daima bir tezat ve çatışma halindedirler. Dayanışma kültürü bozulduğundan, ancak dayanışma ile çözümlenecek sorunlar gittikçe yığılır. İletişim araçları, dışlayıcılığı, rekabet ve çatışmaları aktaran ve kışkırtan bir işlev kazanır. Toplum ve kurumları, ahlâki ve manevi değerleri aktive eden kültür ve inanç kodlarını iç tehdit olarak tanımlayan bir güvenlik kültürü ve ideoloji ile kuşatılmıştır. İnanç ve kültürün zayıflaması, sosyal hastalıkların gittikçe yaygınlaşmasına, bireysel, grupsal ve sınıfsal ikili, üçlü ilişkilerde salt çıkar odaklı davranış kalıpları ile şekillenmiş bir sosyal yapının ortaya çıkmasına yol açar. Bu özelliklere sahip bir toplum, eline hangi imkân ve kabiliyet geçse, olumlu olarak kullanamaz. Güzellerimizi, çirkinleştirir. Doğrularımızı, yanlışlaştırır. İyilerimizi, kötüleştirir. Doğru kaçar, güzel küser, iyi yılar! Bu özellikleri toplumların doğal akış içinde kazandığı özellikler olarak tanımlamak; “kazandırılmış özellikler” olma ihtimalini göz ardı etmek gerçekçi bir yaklaşım değildir. Çünkü pozitif bilimlerin sunduğu verilerle doğanın manipüle edilebilmesi kadar, sosyal bilimlerin sunduğu verilerle de toplumların manipüle edilebilmesi açık bir gerçektir. Maddemizi, doğa emperyalistleri, ruhumuzu da sosyal bilim emperyalistleri bir yap-boz tahtası olarak maddeleri ve ruhlarına avdet ettirmek isterler. Meseleye özelden genele şümullü ama somut bir çerçeve takmak için Servet Turgut’tan aktaralım. Onun “Yavuzname” isimli eserinden:

“Müslüman Kürt’ün, Şii Şah İsmail elinden neler çektiğini ve Sultan Selim Han’a biat ettikten sonra Türk ile daima derinleşmiş kardeşliğinden bahsettik… Aslında Malazgirt evvelinden beri süregelen bu kardeşlik ukdesi, Kemalizm’in İslam düşmanlığı temelli politikalarına kadar asla seyrelme göstermemişken, Türk ile Kürt’ü, İslam’da kurşun gibi eritilerek karışmış beraberliğinden ayırmak için Kızılbaş Türkçü (!), Laik Kürtçü (!), Marksist Alevi (!), Ateist Milliyetçi (!), Demokrat İslamcı (!) gibi fikir akrabalığı evliliğinden doğma bütün ucube kimlik yaratıkları el birliği etmiş, Müslüman Türk’ün, Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat tuğrasıyla bütün Müslümanların lideri olarak içinden tebellür ettirdiği Yavuz Sultan Selim Hazretlerini hedefe koyarak gözden düşürmeye çalışmıştır! “Gözünden düşürenin gözü çıksın!” yollu imani bir ahd ile belirtmek lazımdır ki; 15. İslam asrında artık, kapımıza “Suyumuzu bulandırıyorsun!” bahanesiyle gelen her pislik kurt, karşısında masum bir kuzu değil, Yavuz Sultan Selim’e edilmiş ve güncelliğini hala yitirmemiş biatiyle ister Türk, ister Kürt, ister Arap olsun, ama illaki keskin pençeli bir İslam aslanı bulacaktır!”

Yavuz Sultan Selim, kendi devrinde savaşlar vermiş ama onu gözden düşürmek, böylelikle toplumun değer yargılarının yekûn bir kısmını da gözden düşürmek yollu sosyolojik saldırılar onun özelinde sürmektedir.  

Meseleyi tarihî plândan çıkaralım, yakın plânda daha özel bir tespit ve ispat vesikası kabilinden yine Servet TURGUT un “İçimizdeki CİN” eserine atıfta bulunalım. Gezi Parkı Olaylarının daha ilk anlarında yüzlerce gence yapılan bir sohbetin kayıtlarına muhtevi bu eser, hem sosyolojik savaşın yöntemleri, hem de hedefleri açısından okuyanlarına ışık tutacaktır. Kitap aslında, kaleme alındığı tarihten sonra gerçekleşen 15 Temmuz darbe girişiminin de haberini vermekte, sosyolojik savaşın taktiklerini öngörmesi yanında, Türkiye’nin sosyolojik savaşın hedefi olarak nasıl bir cenderenin içinde olduğunu da fikrî ve tarihî bir plânda fotoğraflamaktadır.

Türkiye, küresel güçlerin gözünde merkez ülkedir. Ancak, yüz yıldır jeopolitik gücü pörsümüş, bu güce kaynaklık edecek kültürden uzaklaşmış bulunmaktadır. Türkiye’nin İslam’ı temsili itina ile önlenmektedir. Bu sebeple küreselde İslam, yerelde irtica adı altında İslam ile mücadele edilmektedir. Ayrıca Türkiye’de toplumsal yapının ana gövdelerini oluşturan Türkler ve Kürtler, etnik bağlamda çatıştırılmak istenmektedir. Böylece lider halkanın dağılma göstermesi söz konusudur.

İslam Dünyasının Ortadoğu’ya dönüştürülmesinde, Batı’nın askerî müdahalelerinde olduğu gibi, kültürel, ekonomik ve politik; kısaca sosyolojik müdahalelerinde de asıl hedef tahtasını İslam dayanışması oluşturmuştur. Çünkü dünya coğrafyasının ‘hammadde deposu’ ve ‘tüketim pazarı’ niteliğindeki bir bölgesini Batı’ya karşı tek merkezden karşı koyan bir inanç, kültür ve siyasal bütünlük inşa eden ‘İslam dayanışması’ sosyolojik saldırıların hedefi haline gelmiştir. Bu hammadde deposuna ve tüketim pazarına erişmek isteyen Batı’lı sanayi toplumları, İslam bölgesindeki ‘İslam dayanışmasından’ kaynaklanan ‘jeopolitik gücü’ yıkmayı temel bir strateji haline getirmişlerdir. Gerçekleştirilen sosyolojik saldırılarla, İslam toplumları parçalanmışlar ve tek merkezli politik güç olmaktan çıkarmışlardır. Sonuçları ortadadır. Artık yeryüzünde bir İslam bölgesinden bahsedilememektedir. İslam dünyası artık öznelik vasfını kaybetmiş, nesneliğe döndürülmüştür. Yer altı zenginlikleri yağmalanmaktadır. Birer tüketim toplumu haline gelmişlerdir.

Türkiye ve İslam dünyasına yönelik sosyolojik savaşa, en uygun mukabele sistemini Büyük Doğu ile Necip Fazıl KISAKÜREK Hazretleri kurmuştur. Büyük Doğu Mütefekkiri, yalnız Türkiye’ye değil, İslam dünyasına da değil, bütün dünyaya bir şey söylemiştir. Yaşanamaya değer hayatın, tatbik ölçülerini sunmuştur. Onu “Kaldırımlar Şairi” denen mahpushanesinden tanımıyoruz. Farkına varılamamış kıymetinin farkındayız. Bu manada, “Büyük Doğu-Seriyye” ismi, fikir ve hamle hareketi vasfımızla bu savaşta var olduğumuzu ve bu yolda pervasız yürüyeceğimizi zaten söylüyoruz. Biz söylüyoruz, fiilde tecelli edecek fikrimizle de zaten bunu bütün dünyaya göstereceğiz…

Meseleyi, gene Servet Turgut’un “ruhumuza astığı tabela” olarak vasfedebileceğimiz cümleleriyle kapayalım.  “Kavgaya Süren AŞK”tan:

 “Mana olmadan icra edilen kavga, köpeklerin kemik kavgasından farksızdır! Oysa gerçek aşkın cepheye sürdüğü bir kavga, insanlık davasının geçit merasimidir! Mevlana o yandan ve kendi çağından Mesnevi'yi yazar, bu yandan ve çağımızdan biz, Mesnevi ile korunmaya çalışılan mana için kavga ederiz! Kavgamız aşkımız içindir! Nefsanî zevk ve horozlanmaların İslam müntehasında "cihatmış" gibi havaya bürünmesine bakmayız! Kavgayla aşkın nikâhında doğanlarız biz! Bir yanda aşkın sır sinyallerinden habersiz kazmalar, bir yanda kavganın aşk serenatlarına bigâne kılkuyruklar, ne o yana, ne bu yana, voltasını daima müstekbirlerin bin bir hesapla kurdukları dengelerini ters döndürmek üzere vuranlarız biz! Aşk ile kavganın nişan kurdelesinde konuşan makas, ağlayan yumruk, dikenleriyle bostanını savunan gülleriz biz! Aşkın cepheye sürdüğü kavgayız biz! Kavgaya süren aşkın bendesiyiz biz!”

Düşman, sosyolojik soslu bir soysuzlukla geliyorsa üstümüze, biz de ruh, fikir ve toplum dinamiklerimizden aldığımız kuvvetle ona mukavemet edecek ve ona karşı koyacağız. Her meseleden İslam davasına geçit bulanlara selam olsun!

Hakan BAYKARA

Hakan Baykara