Çetrefilli Sevdamız: AZERBAYCAN!

Yazan: 20 Ekim 2020 1801

“Kurtlar olur çobanların koyunu

İtten öğrenirse, kendi soyunu

‘Azerilik’ Komünizm’in oyunu

Azeri değiliz, Türk oğlu Türk’üz!”

Yukarıdaki dörtlük, Azerbaycan’ın hürriyet şairi Bahtiyar Vahapzade’ye ait… Böyleyken, “Azeri” ve “Azerbaycanlı” kelimelerinin gösterdiği yerleşmeye bakılırsa, Azerbaycan’ın, daha isimde başlayan bir hür olmama durumundan söz edilebilir…

Zira kaydedildiğine göre “Azeri” ismini ilk kez kullanan kimse, bölge Türklüğüne ırkî traşlama yapmak maksadıyla Stalin imiş, o ana kadar Sovyet Rusya, kuruluşundan 1930’a kadar Azerbaycan halkının millî kimliğini resmen “Türk” olarak ifade etmiş, Azeri denilen kimseler, İran’da ateşe tapan azınlık bir kavmin adıymış, bu sebeple İran rejimi de, Azerbaycan denilen ve güney kısmı kendi topraklarında kalan bölgedeki Türklerin “Azeri” diye isimlendirilmesinden memnun kalmış, bu sebeple bunu tüm idraklere teşmil etmiş ve yerleştirmiş…

Yani daha başın başında, yalnız Komünizm’in değil, Şia kaplamalı Farsizm’in de bir oyunu olan “Azerilik” meselesi, tüm Azerbaycan bölgesinin, İran’dakiler dahil, sayıları kırk milyonu bulan Türkleri için başlı başına netameli bir mesele…


Hesap edin; Bahtiyar Vahapzade bile, Azerbaycan ve Türkiye dahil tüm dünyada yerleşmişken, bu yanlış isimlendirme mevzuuna çatıyor ve içinde “Azeri demek, hakaret bize!” diye bir mısra da bulunan sekiz kıtalık bir şiir yazarak haykırıyorsa, isimden cisime, ruhtan maddeye hakiki bir tanımlama gayretine girmek de, Azerbaycan Türklüğünü seven herkesin hakkı olur…

Biz, “biz” hakkında konuşacağız, anlaşılsın!

Başın başında; Azerbaycan Türkleri mevzuunda şahsi ve samimi, sevgim ve tutumum şudur:

-Gröndland’dan Madagaskar’a, dünyanın tüm adaları şahsi mülküm olsa ve hepsine karşılık bana, maddesinin ve manasının, tarihinin ve anının etrafına zulüm ve asimilasyon adaları kurulmuş Azerbaycan Türklüğünün, madde ve mana hürriyeti vaat edilse, tek saniye düşünmem, vaat edilene razı olur, tüm mülkümden vazgeçerim… Canım mı? O zaten, baştan peşin…

Maddesi zulüm ile kavrulmuş ve manası, asimilasyon ile savrulmuş Azerbaycan Türklüğüne, hasretle karışık böyle bir muhabbet duymaktayız…


16. ve 18. asırlar arası, İran’la beraber tüm Azerbaycan coğrafyasının zorla Şiileştirildiği devir… Buyurun, iddianın değil, vakanın bir semeresi olarak her şey ortada…

Şah İsmail önderliğinde Safevîler bölgeyi ele geçirdiklerinde, her biri buram buram Türklük kokan şehirlerde baştan başa Ehl-i Sünnet’in varlığı hâkimdi. Şah İsmail, dinî bir asimilasyon zulmüyle emrini verdi, insanları ilk üç Halifeye zorla küfre zorladı, küfretmeyenleri öldürdü, evlerini yaktı… Bu amansız zulme direnen nice mümini öldürdü, yurtlarından sürdü, öldürülen ya da sürülen Sünnî alim ve mutasavvıfların yerine, Irak, Lübnan ve Bahreyn gibi bölgelerden Arap Şii öğreticiler getirtti ve kılıç zoruyla bölgenin rengini değiştirdi. Böylece İslam’ın hemen başından itibaren bölgede yaklaşık sekiz asır süren Sünnî İslam, yerini Şiiliğe bıraktı, bırakmak zorunda kaldı… Bu zulümden kaçıp da Osmanlı’ya sığınan âlimlerden birinin verdiği bilgilere göre, bölgenin her yanında şu avazın işaretiyle öldürülenler sayısız idi:

“O bir Nakşibendî’dir. Öldürülmelidir!”

1.a cetrefilli.sevdamiz

Düşünün ki; bugün İran sınırları içerisinde kalan Tebriz şehri, hala bir Azeri şehridir ve Şah İsmail onu ele geçirene kadar da, tamamı Sünnîdir. Daha ilk andan itibaren, bölgenin Şiileştirilmesi işini Allah’ın ve masum imamların emriyle yaptığını söyleyen Şah İsmail, bu şirin şehrin Türkmenleri için fermanını verir:

-Ya Şii olurlar ya da kılıcıma havale!

Ezanları, Allah Resulü’nün okuttuğu şekliyle değil, verdiği yeni şekliyle okutur, Sahabe-i Kiram’a sövmeyi bir mecburiyet haline getirir, Tebriz Ulu Camii’nde Tebriz halkını ya kılıcın tadına bakmak ya da Hz. Ebubekir’e, Hz. Ömer’e, Hz. Aişe’ye sövmek arasında tercihe zorlar, nicesini sövmediği için cami içinde öldürtür… Safevî-Şii kaynakların bile övünmek manasına zikrettiği bu katliamlar, dikkat edin, Kızılderililer üzerinde değil, bugünün Azeri diye isimlendirilen ve Safevi tarihçilerinin “murdar” diye andığı ve katledilmeleriyle övündükleri Azerbaycanlı Türkler ve âlimler üzerinde tatbik edilir… Tarihi bir gerçeklik olan bu hayal ötesi zulmü sadece duymayın, yaşamaya çalışın:

İşte, minberden:

“Ebubekir’e, Ömer’e, Osman’a, Aişe’ye lanet edin!”

Diye bağırılıyor ve hakaret etmeyen Müslüman Türkmenler, başlarına dikilmiş Kızılbaşlıklı askerlerce cami içinde katlediliyor…

Tarihi bir vaka olarak apaçık, görüyor musunuz?

Başına kılıç inmeyen nicesinin, peyderpey inanç başına bu kılıçlar indirilir ve apaçık bir asimilasyon tatbik edilir… Bütün İran’da ve kuzeyden güneye, bütün Azerbaycan bölgesinde…

Hayalinizi zorlayın ve hayal olmayan, kaskatı bir gerçek olan şeyleri bir daha yaşamaya çalışın:

İşte; Tebriz sokaklarında Şah İsmail’in gezdirdiği münadileri Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Aişe’ye ağza alınmayacak hakaretler savurmaktalar, bu küfürlere evlerinden çıkıp katılmayanlarınsa evlerini yakmaktalar ve Şah İsmail’in “Sünniler, köpek kadar kıymetli!” deyişinden yola çıkarak onları köpeklerine kadar katletmekteler…

İddia değil, tüm tarafların kabul ettiği vakalar bunlar, görüyor musunuz?

Bütün bunlarla beraber düşünün; Şii İran rejimi, kendinden önceki Şah rejimini güya yıkarak gelmiştir ama mesela o devrin resmi devlet tarihçiliğini, şunları söylerken baş tacı etmiştir:

-Azeriler, Selçuklular eliyle Türkleştirilmiş arî bir ırktır, Azerice Türkçe kökenli değil, İran kökenli bir dildir ve bu sebeple Türklükle köken bağı olmayan müstakil Azerilerin, Farslılaştırılarak asli kök birliğine ulaştırılmaları lazımdır!

Bu sözleri, resmi devlet tarihçisi olarak kaydeden, Şah Rıza Pehlevî’nin tarihçisi Ahmet Kesrevî’dir ve bu zırvaları kaydettiği eseri, Humeyni’nin de baş tacıdır ve dahası, Ahmet Kesrevî’nin kendisi de bir Azerbaycan bölgesi Türk’üdür!

Şimdi; evvela mezhebi zorla değiştirilmiş Azerbaycan Türklüğünün, çok açıktır ki; ırkı da değiştirilmek istenmiştir, “Azeri” tanımlaması bu gayretin sonucudur, bunun için kendisini Fars kökenli gören Azerbaycan Türkü tarihçiler bile imal edilmiştir… Öyleyse Azeri değil de, Azerbaycan bölgesi Türk’üne düşen samimi tavır, yalnız maddesine değil, manasına da çullanan ellerle hesaplaşmaktır… Hem de kaç zaman geriye giderse gitsin…

Azerbaycan Türkü’ne:

-Sen Türk’sün, anla! Ama Fars, hiç olmadı Azeri yapılmak isteniyorsun!

Denilse, kendisini Türklük özünden koparmak isteyenlere karşı, anı anına:

-Hadi ordan!

Der mi, demez mi? Elbette demeli ve der, demektedir…

Gene Azerbaycan Türkü’ne:

-Sen, Allah Resulü’nün bütün Sahabilerine candan dost idin, oysa şimdi kimisine candan düşman kılındın!

Denilse, Azerbaycan Türklüğü, ta içinden gelen bir sayha ile kendisini Sahabîlere düşman kılmak isteyenlere de:

“Hadi ordan!”

Der mi, demez mi? Elbette demelidir, diyebilmelidir… Zaten bunu dediği gün, tüm İslam’ın sadası Kafkaslar’dan, hem de dünyanın her yanını da etkiler şekliyle daha gür yayılacaktır! Buna hem inanıyor hem de her şeyden çok, çok, çok istiyoruz…

Biz de, işte böyle, yani krema köpüklü değil, taş gibi, mermer gibi hakiki seviyoruz, ne yapalım!


Bakü’nün, Şah İsmail eline düşüşü 1501… Sonra baştanbaşa bütün Azerbaycan toprakları… İşkence, tehdit ve zulüm… Ve hepsinin özü; şu hitabın sırtında yüklü:

-Ya Sünnilikten vazgeçecek, Şii olacaksın ya da öleceksin!

Osmanlı şahsında Yavuz Sultan Selim daha Trabzon şehzadeliğinde işin farkına varmıştı, orduyu Çaldıran’a götüren saik bu idi, Çaldıran zafere dönüşünce Tebriz’e uzandı ancak asker yolda mızmızlanınca dönmek zorunda kaldı. Bu, yapılan hamlenin de yarım kalması anlamına geliyordu. Ama aynı zamanda şu anlama da geliyordu: Şiiliğin, Fars ulusal kimliğine, Azerbaycan Türklüğünü de katarak iyiden iyiye eklemlenmesi işi yarım kalmayıp, devam edecek…

1.b cetrefilli.sevdamiz

Böyle bir ahvalde bir ara Osmanlı eline geçen Bakü, kısa süre sonra gene elden çıktı. Kafkaslar, Fars ulusal kimliğine kaldığı yerden entegre edilebilirdi. Azerbaycan toprakları ile İran toprakları, artık Şii idi. Bu haliyle 18. asrın başında İran,   Hazar Denizi kıyı şeridindeki Derbent, Bakü ve Salyan gibi şehirleri Çarlık Rusya’ya kaptırdı…

Birleşik Pers İmparatorluğu hayalleriyle geçen yıllar ve yaşanan kapışmalar,  1804-1813 Rus-İran Savaşı ve 1826-1828 İran-Rus Savaşı’nın nedenlerini oluşturacak, bu savaşların sonucu olarak da bugünün Gürcistan, Dağıstan, Ermenistan ve  Karabağ, Gence, Şeki, Kuba, Şirvan, Taliş, Bakü ve Derbent gibi sekiz hanlığıyla tüm Azerbaycan toprakları, 1813 Gülistan ve 1828 Türkmençay Antlaşmaları ile Çarlık Rusya’ya terk edilecekti…

Gene Pers-Fars ihtirasından doğma olarak, Azerbaycan Türkü’nün ruhuna vurulacak ikinci pranga devri de, böylece açılacaktı…

Yani özündeki has rengi değiştirilmiş bölge Türk’ünden şimdi de, özündeki has sıvası kazınmaya çalışılacak…


1828-1840 arası Azerbaycan’ı, Rus Çarı’nın askerleri yönetti. Bu devrede Azerbaycan Türklüğüne, birkaç asır evvel yaşadığı Şiileştirme politikasına karşılık, Rus proselitizasyonu uygulandı… Yani dinini değiştirme baskısı… İslami faaliyetleri bile, oluşturulan iki Din Kurulu ile denetlediler… Sünni yönetim kurulu için bir müftü, Şiiler için bir şeyhülislam atandı…

1841’de ise askeri yönetimden sivil yönetime geçildi, böylece Azerbaycan'daki Rus imparatorluk hukuku, tüm cezai ve hukuki konularda egemenlik kazandı. Artık Azerbaycan Türkü’nün baht tahtasını, Ruslar karalayacaktı…


Rus ayısı, zengin petrol yataklarıyla bölgeye çullanınca, yaptığı bazı idari ve ticari düzenlemelerle, sömürdükleriyle beraber ister istemez bölgeyi kapital anlamında geliştirdi. Aslında bölge yeraltındakiler açısından o kadar zengin idi ki, üstündeki hırsız ve sömürücü ellerden damlayanlar bile bölgede bir canlanma meydana getirmişti. Ruslar ve Ermeniler dışında Avrupa’dan gelenler, Azerbaycan topraklarında semizlenirken, 20. asrın başında Bakü’nün nüfusu 10.000’den 250.000’e varmıştı. Maddedeki bu irileşme, ruhta da kontrolsüz bir bombeleşmeyi getirirdi, getirdi de…

Çarlık’ın Ruslaştırma siyaseti, Rus okullarında Azerbaycan Türkü’nün ruhunu tahriş ededursun, bir yandan da Avrupa’nın Fransız Devrimi ile serpilmiş seküler kafası, grip değil ama fikir mikrobu taşır haliyle bölgeye uzanmış, Osmanlı’yla beraber Azerbaycan topraklarında da makes bulmuştu.

Mesela bu makes buluş ile milliyetçi söylem geliştirenlerden Mirza Fatali Ahundov, “çağdaş Azerbaycan edebiyatının kurucularından” tiltiyle tastamam bir İslam düşmanı ve ateist idi! Daha 1856’da, İstanbul ve Tahran’a giderek Alfabe Devrimi telkininde bulunmuş, Türkiye’nin bunu ifa etmesinden 70 yıl önce Latin Alfabesi sevdasına düşmüştü… Fazla söze hacet yok, Ahundov, aşağıdaki sözleri edecek kadar kâfir ve ahmaktı:

“Abdesti de koy üstüne, her vakit namaz için bir saat lazım. Beş vakit, günde eder beş saat… Yatmak ve yemek için ayrılan vakitleri de sayarsak, çalışmaya zaman mı kalır. Günde beş vakit namaz, geriliktir, insanı işten güçten alıkoyar…”

Rusya’da ilk Türkçe gazeteyi çıkaran Hasanbey Zerdabi, Rusya halk eğitimi tarihine Darvinizm’i ders olarak koyan ilk kişiydi. Darvinist idi ve Türk milliyetçiliğini de, ruhî köklerden gelen bir hamle ile değil, tastamam maddeci, Darvinizm’in “Güçlü olan ayakta kalır!” ilkesinden almaktaydı. Aynı zamanda, Azerbaycan tiyatrosunun temelini de atan Zerdabi, bunu Ahundov’a ait bir eseri sahneleyerek yapmıştı. Temel referansı din değil de, güya bilim olan –gerçekte bilimsel ateizm- bir anlayışla, din dışı Azerbaycan edebiyatının böylece temeli atılmıştı. Mustafa Kemal’in, 1921’de mektup yazarak borç para isteyeceği Neriman Nerimanov, anlaşılacağı üzere devrimci bir sosyalist idi. Ve daha birçok örnek verebiliriz…

1.c cetrefilli.sevdamiz

Anlaşılması gerekense, tek şey:

Azerbaycan Türkü’nün üst kimliği İslam olmaktan çıkıyor, buna uluslaşma deniyor, bu süreçte de basbayağı maddede ve manada sekülerleşiliyordu.

Oysa tam manasıyla Ruslaşmayı, Müslümanlık kimliği engellemişti ve şimdi, Müslümanlık kimliği, uluslaşmanın engeli olarak görülmekteydi!

Müslümanlık kimliğinin engellediği sekülerlik, kızgın çölde şerbet serinliğiyle yudumlanmaktaydı. Maddede değilse de, mantıkta Batılılaşma-Ruslaşma, böyle olsa gerekti!

Böyle bir ahvalde “Azeri orta sınıfı” semizlenedursun, 1906 ila 1914 arasında Rusya’ya getirilen sınırlı parlamenter sistemden istifade yoluna bakıldı. Bu devrede kurulan Mehmet Emin Resulzade’nin Musavat Partisi, Bolşevik İhtilâli’nden sonra güçlendi. Bolşevik İhtilâli’nden sonra 1918’de kurulan Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti’ni de Musavat Partisi kurdu. Ancak Bolşevik destekli Bakü Komünü tarafından boğulmak istenince, Osmanlı’nın Nuri Paşa kumandasındaki Kafkas İslam ordusu, Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti kuvvetleriyle Bakü’ye girdi ve Bakü’yü Azerbaycan’ın başkenti ilan etti.

Fakat bu defa içteki muhaliflerin davetiyle 1920’de Kızıl Ordu geldi ve Azerbaycan’ı işgal etti. Mustafa Kemal’in, kısa süre sonra borç isteyeceği Neriman Nerimanov liderliğinde yeni bir Sovyet hükümeti kuruldu. İki yıl süren bağımsızlığı korumak için on binlerce Azerbaycan Türkü can vermiş ama olmamıştı. Artık, Moskova bağlısı, Azerbaycan Sovyet Sosyalist Türk Cumhuriyeti vardı ve Azerbaycan coğrafyası Türk’ünün kaderine, Safeviler ve Çarlık Rusya’dan sonra, üçüncü bir asimilasyon devresi açılmıştı…

Artık geçer akçenin bir süredir ruble olması gibi, Sovyet ideolojisiyle bağdaşacak, İslam’ı gene seküler renge boyayacak “KGB İslamı” da, geçer din olacaktı…


Türkiye’de Kemalizm’in yaptığını, bu devrede de Azerbaycan’da Komünizm yapmaktaydı. 1924’te Bakü’de, “Allahsızlar Cemiyeti” bile kuruldu ve köylere kadar şubelenen bu şeytanî kuruluş, millete İslam’ın nasıl bir saçmalık olduğunu anlatmak için her şeyi denedi. İbadetlerin yasaklanması, medreselerin ve camilerin kapatılması, Arap alfabesinin kaldırılması, kendilerini Türkiye’den de hatırlatır şeyler olarak Azerbaycan’ın Sovyet Rusya devresini özetler… Stalin köpeği ve Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin 1932 ila 1953 arası lideri Mir Cafer Bağırov döneminde sayısız insan katledildi. Yaklaşık 400.000 Azerbaycan Türkü de, Sovyet Rusya yanında Almanya’ya karşı savaşırken can verdi…

Stalinizasyon gölgesinde dal dal ruhî usareleri kuruyan Azerbaycan, mali politikalardaki değişimlerin de sonucunda gitgide fakirleşti. Bu gidişe Moskova’nın ürettiği çözümse, 1969’da Haydar Aliyev’i Azerbaycan Komünist Partisi’nin ilk genel sekreteri olarak atamak oldu. Forsu çizilen petrole karşılık, kibri dikleşen pamuk gibi sahalara yönelen ve endüstriyi bir nebze canlandıran Aliyev, Moskova nezdinde bir Azerbaycanlı’nın takabileceği en yüksek rütbeye 1982’de erdirildi. Artık O, Komünist Parti’nin bir Politbüro üyesiydi. Ama bazı reform hareketlerine karşı çıkınca, Sovyet Rusya lideri Gorbaçov tarafından 1987’de emekliye sevk edildi.

1.d cetrefilli.sevdamiz

Ermenistan ile gerilimler de daha bu dönemde, gene Ermenistan’ın Dağlık Karabağ’a göz koyması sebebi ile başladı. İslam’ın, devlet eliyle resmen yok’landığı bu devrede, etnik gerilimle yoklanan coğrafya patlar hale geldi, bu hengâmede Azerbaycan Halk Cephesi Partisi gibi yapılar teşekküle geldi, Sovyet Rusya’nın olanlara müdahale manasına girdiği Bakü’de, Halk Cephesi yanlısı 132 gösterici öldürüldü. Ancak bu öldürme gayreti, kendisi de ölmek üzere olan rejim elinden çıkmaydı… 1991’de hem Sovyet Rusya çöktü, hem de Azerbaycan, Sovyet Rusya’ya bağlı diğer devletler gibi bağımsızlığını ilan etti. Onu ilk tanıyan ülkeyse, Türkiye oldu. Ermenistan’la Dağlık Karabağ sorunu, yeni devreye devredilmişti…


1992 yılı, Rusya’nın el altından desteklediği Ermenistan’ın, Azerbaycan katliamlarıyla geçildi. Dağlık Karabağ’daki Hocalı’da yüzlerce sivil katledildi. Azerbaycan Halk Cephesi’nden Ebulfeyz Elçibey’in 1992-93’teki Cumhurbaşkanlığı kısa sürdü. Ermenistan, Azerbaycan topraklarının beşte birini ele geçirmiş, bir milyon Azerbaycan Türkü yer değiştirmiş, evlerinden ayrılmıştı. Devir artık, evvela 65 yaş sınırı sebebiyle Cumhurbaşkanlığı engellenen eski Politbüro üyesi Haydar Aliyev’in devriydi. Bu devir on yıl sürdü (1993-2003). Sonra gene tartışmalı seçim söylentileri altında Cumhurbaşkanlığı koltuğuna Haydar Aliyev’in oğlu İlham Aliyev oturdu. 17 yıl olmasına rağmen de, bu devir sürüyor…


Ve 1993’te iyice alevlenen ve toprakların beşte birini götüren Dağlık Karabağ meselesi, uzun süreli durgunluktan sonra gene alevlenmiş durumda… Türkiye, erkek gibi öz gardaşının yanında durdu ve İran, kancık gibi Ermenistan’ı desteklerken fotoğraflandı!

Uluslararası konjonktür, Türkiye’nin “Azerbaycan nasıl isterse, ne isterse o şekil ve onlarla yanındayız!” desteğini şimdilik yutkunmuş durumda… 30 yıla yakındır, Dağlık Karabağ’ı “Azerbaycan’a aittir!” diye çıkardığı dört karara rağmen sahibine devretmek için adım atmayan BM ve Rusya-Fransa ve ABD’den müteşekkil Minsk Grubu, Türkiye’nin pervasız desteğiyle ile ilerleyen Azerbaycan ordusuna da henüz yüksek perdeden konuşmuş değil… Bugün çatışmaların 13. günü… Azerbaycan ordusu, işgal edilen onlarca yerleşim yerini işgalden kurtardı. Binlerce Ermeni askeri öldürüldü. Bütün taraflar, bunu Türkiye’nin, özellikle silahlı hava araçlarıyla sağladığı destekle olduğunu biliyor, deklare de ettiler…

Ve şu sıralarda Rusya, Ermenistan’ın, Azerbaycan ateşi karşısında kaşar peyniri gibi eriyen ahvaline daha fazla dayanamayıp, hadiseye müdahil oldu ve iki taraf Dışişleri Bakanı’nı Moskova’ya davet etti. Geçen gün yaşanan hadise de ilginç… Ermenistan, evvela yaptıkları anlaşmalara dayanarak Rusya’yı kendi lehine sahaya davet etmiş ama Putin’den “Çatışmalar, Ermenistan topraklarında değil ki ama!” gibi, Dağlık Karabağ’ı Azerbaycan toprağı sayan, en azından Ermenistan toprağı saymayan bir açıklama yapmıştı.

Tabi neticede O Rus, bu da onun çocuğu Ermeni’dir! Havaya yaslanmalı, bunlara güvenmemeli…

Bir şekilde, Dağlık Karabağ’ı, iki ülke arasında üleştirip, herkesi razı etmek isteyecekler… Buna rıza göstermek, vatan toprağının verilebileceğini göstermekten başka, sahada dişlenerek yakalanan zaferi, masada tükürmek ve sonra ağzına, acıya katlanmak üzere dişlemek için bir mağlubiyet plastiği almak olur…

Bu manada, Dağlık Karabağ için yeni statü anlamına gelecek her davranış, üzerine basılacak bir mayın gibidir. Hasbelkader, başta BM, bütün dünya Dağlık Karabağ’ı Azerbaycan toprağı olarak tanımışken, yedikleri bu haltı silmek için her hokkabazlığı deneyecekler… Oysa Azerbaycan, Ermenistan’ı, baş başa kaldığı zaman perişan edebileceğini de göstermişken, ne şu, ne bu, Ozan Arif’in yıllar evvel dillere pelesenk olmuş şiirinin nakarat burcunda durmalı ve tek milim, sağa sola kımıldamamalıdır:

“Ya Karabağ ya ölüm, başka yolu yok artık!”

Bu ses, Ozan Arif’in değil, onun dilinden şiirleşmiş şekliyle Türkiye’nindir ve Türkiye, yalnız maddede-ırkta değil, manada da bir şiir gibi ahenkleştiği Azerbaycan Türklüğü ile hem daha güçlü olacak, hem de Azerbaycan’ı daha güçlü kılacaktır… O zaman “İki devlet, tek millet” aforizması bile sırtta yük olacak, yenisi de şöyle hecelenecektir:

“Tek millet, bundandır ki; tek devlet!”


Hocalı katliamını anmak vesilesiyle bir yerde konuşmuştuk… Özün özünü ortaya koymak için onları hatırlatmalı:

“Ey bizim öz gardaşlarımız, Azerbaycanlı gardaşlarımız!

Sizin pazılarınızda Hz. Ömer’in cesaret, şecaat ve kahramanlığı, bizim pazılarımızda Hz. Ali’nin cesaret, şecaat ve kahramanlığı, siz o yandan geleceksiniz, biz bu yandan, Karabağ’da, Kafkaslar’da döşlerimizi kavuşturacağız ve kucak kucağa, öz gardaşlık hukukuyla sarılacağız! Siz dirseklerinizle güneyinizdeki İran emperyalizmine vuracaksınız, biz kuzeydeki Rus ve dahi Amerikan emperyalizmine vuracağız! Böylelikle cihan karşımıza gelse boş yazacak, hiçbir şey bize tesir etmeyecek…”

Anadolu ile Azerbaycan Türkleri arasındaki hakiki kardeşliğin yolu, bu seslenişte mündemiçtir. Türkiye, on dört asırlık bir hasretin şefkat ve muhabbetiyle titremeli ve Azerbaycan Türklüğü, Safevi, Çarlık Rusya ve Sovyet Rusya asimilasyon ve zulümlerini, beş asırlık bir silkinmeyle üzerinden atmalı, öz gardaşlığı, artık asla sarsılmaz manasıyla yaşamalıdır…

1.e cetrefilli.sevdamiz

Bugün bütün Türkiye, Karabağ Savaşı’nı, tamamen kendi savaşı gibi takip etmekte… Dış çizgileriyle bu vaziyet, öz kardeşliğe nişane bir durumdur. Ama bu kardeşlik, iç büklümleriyle de öz kardeşliğe inkılâp ettirilmelidir. Burada birileri zıplayıp, krema köpüğünden sevgi kasmak manasına da “Zaten öyle!” diyebilir.

Oysa düşman, zalim Ermeni iken, komplike yanları tam da belli olmayan bir vaziyettir bu… Mesela 2018’de bir futbol maçı bile, bu kardeşliği bir an zedeler olmuştu. Hani Türkiye ile Ermenistan futbol takımları Bursa’da karşılaşmış, sırf FİFA müsaade etmediği ve eğer aksi olursa maçın erteleneceği söylendiği için stada Azerbaycan bayrağı alınmamış, buna karşılık Bakü’deki temsili Türk şehitliğinden Türk bayrağı indirilmiş, Diyanet’in orada açtığı iki caminin de kapısına kilit vurulmuştu. Başını uğruna feda edene, sırf birkaç saç telini, o da esaslı bir mazeret ile sakındı diye küsmek olur mu? Dev kayalarla temessül edilen bir dostluk, küçük bir yel karşısında sallanır, sarsılır mı? İşte bir an sallanmış, sarsılmıştı… İşte sallanmasın, sarsılmasın istiyoruz… İşte böyle bir kaygıyla şiddeti arttırılmış bir Azerbaycan sevdamız var bizim…

İlân edelim: Azerbaycan bizim çetrefilli sevdamız, komplike hasretimizdir!

Şurası, dibine kadar oturup konuşabileceğimiz bir hakikat:

Müslümanları kendi içlerinden parçalamak için, başın başında Sahabîleri parçalamak istediler… Şiiliğin teşekkülü böyle oldu. Şiiliğin, sadeleştire sadeleştire tohumuna inilse, orada birkaçı hariç bütün Sahabîlere de havi olarak, Hz. Ömer düşmanlığıyla karşılaşılır… Hz. Ömer’den itibaren başlayan ve bütün Sahabîleri kaplayan bir sevginin olduğu yerde, Şiilik zaten yoktur… Zira Şiiliğin ana tezleri ve rivayetleri, Sahabî düşmanlığı üzerine kuruludur… Bu manada Sünni-Şii ayrımını, İslam’a uzak kalarak, sekülerleşerek değil, hakikate yaklaşarak yok etmeli…

İşte kaynaklar, işte yaşananlar, işte hakikatler…

Bütün bunlara yaslı olarak; tek başına Hz. Ömer’in tek tırnağı, gerçek Müslümanlar için fezalara değişilmezdir… Ya Hz. Ebubekir, Hz. Osman, Hz. Ali? Hiçbirinin tırnağı, fezalara değişilmez, değişmeyiz… Kalpten söylenecek bu cümle, kalplerde yuvalanmış tüm dalaleti söker atar… Bundan kaçınmak içinse öz Muhammedî İslam dışında sekülerleşmeye değil, öz Muhammedî İslam’da sıklaşmaya ihtiyaç var… Bahtiyar Vahapzade’nin en başta kaydettiğimiz şiirinde, “Azeri” oyunu ile maddi asimilasyona isyan var idi…

“Kurtlar olur çobanların koyunu

İtten öğrenirse, kendi soyunu

‘Azerilik’ Komünizm’in oyunu

Azeri değiliz, Türk oğlu Türk’üz!”

Bunun yanına bir de, tarihî bir vaka olarak ruhî asimilasyonu da katmalı ve şiirleştirmeli:

“Kurtlar olur, sırtlanların rehini

Fars’tan öğrenirse kendi dinini

Şu Şiilik İsmail’in zulümü

Rafızî değiliz, Ehl-i Sünnetiz!”

Ah Azerbaycan ah!

Ah bizim, içi sevda dehlizleriyle, muhabbet tünelleriyle, aşk gedikleriyle dolu hasretimiz, Azerbaycan Türklüğümüz ah!

Çok basit bir hakikat ve tavır kadar uzaktasın ve çok derin bir hasret ve aşk ile içtesin, içimizdesin…

Ayrılmak yok ve maddeden ruha, lif lif birleşmek var… İnşallah…

Dergiler

Servet Turgut'un Kaleminden

© 2022 Seriyye Dergisi