Bu sayfayı yazdır

Hangi Hukuk ve Kim, Kimin Arkasında?

Yazan: 24 Eylül 2020 1652

Bakanlar Kurulu sonrası, salgınla ilgili yeni kararlar açıklanıyor:

“Saat 24.00’ten sonra cafe ve restoranlarda her türlü müzik yayını duracak…”

Yasağı canlı yayında Cumhurbaşkanı Erdoğan ağzından dinlerken kendi kendime:

“İyi de, bu gece 24.00 itibaren hep mi yasak, yoksa her gece 24.00’e kadar serbest de, o saatten sonra mı yasak?”

Diye sordum ve ertesi günü bu yasağın yalnızca benim için değil, herkes için muğlaklık belirttiğini, haber bülteninde konuşulduğunu görünce anladım… Devlet dilinin, yasak koyarken bile muğlak olması, bir facia… Hele devlet elinde tedbir ve yasak hamlesi, çilesi çekilmemiş aşk kadar yavansa, bu vatandaş için tastamam çileye de dönebiliyor…

İşte bakın: Yollara, görülmesinler de, arabaları ve sürücülerini bellerinden kavrayıp kündeye getirsinler diye, adeta bir bukalemun gibi koyulan kasisler… Kasisler, yola niçin konulur? Sürücüler GÖRSÜNLER DE, yavaşlasınlar diye… Peki, onları sanki GÖRÜLMESİNLER diye yapanların fiili amacı, ne olsa gerektir? Bizce şu:

-Araçları ve sürücüleri, bellerinden kavrayıp kündeye getirmek…

İyi de, bunun kime ne faydası olur, neticede yavaşlamayan araç, hem kendisi, hem sürücüsü, hem kendileri için yavaşlanması murat edilen yayalar için felakete bile sebep olabilir… Bu manada, “Çocuktan al haberi!” der gibi “Kasisten çak vaziyeti!” diyoruz ve bu kasislerin bile, Roma hukukunun, suçu değil suçluyu hedef alan ruhuna göre yapıldığını ama İslam’ın, suçluyla beraber, esas suçu hedef olan ruhuna bigânelik belirttiğini gösteriyoruz… Sade kasis mi, kasisteki Roma hukukunun, bir cin gibi içine kaçık olduğu koca bir Türkiye var, hesap edin!

Kasis sadece, gündelik hayata bu durumun yansımış bir öğesi… Türkiye’de, devlet ile millet nispetinde, hâkim olan hukuk ruhu da, Roma’ya aittir, İstanbul’a değil; Roma hukukuna aittir, İslam hukukuna değil, e zaten İstanbul’a da, İslam hukuku değil, Roma hukuku hâkimdir!

İslam, suçun kökünü kurutarak suçluları da kurtarmak ister… Oysa Türkiye’de İslam’ın değil, Roma’nın hukuku, hem de her meseleye, her meselenin ruhu olarak hâkim olduğu için, misal, içkiyi üretip meyhaneyi açtıktan sonra, sarhoşluk yoluyla meydana gelen suçlara savaş açmak gibi manasız işler eylenir!

İslam, içkiden meyhaneye, suçun köküne taalluk eden şeyleri kurutmak ister ama Roma hukuk ruhu, içkiden meyhaneye, suçun kendisini besler ve orta yere çıkardığı sarhoşların kafataslarından da, kuleler kurar!

Lafı uzatmayalım; suçun, suçlunun, devlet tedbir ve ceza keyfiyeti karşısındaki nispeti, -hadisenin derununa nazar edilince görülür!- çok önemlidir… Bizdeyse, daha işin tanımında başlayan bir muğlaklık vardır…

Bizde halâ devlet yönetenler, Avrupa’dan köyüne tarhana makinesi getiren adamın ahvalinden enstantaneler taşırlar. Misal, yaya geçidinin Avrupa’daki işlerliliğine bakıp, alt yapı ve zihinsel yapıyı tam yerleştirmeden, dakikasında genelge çıkarır ve “Bundan böyle bizde de böyle!” diye yasak icat ederler…

Bakın, her gün kullandığım uzunca bir yola, belki kırk tane yaya geçidi çizili vaziyette… Ama ne araçlar o geçitlere gelince duruyor, ne de yayalar araçlara rağmen yol öncelikleri olduğunu düşünerek o geçitlerden geçiyorlar. Devlete tam uysalar, yayalar asfalta yamalanacak, araçlar da on dakikalık yolu iki saatte alacaklar!

Yahu bu güzergâhta, araç alt geçidi çıkışından sadece 30 metre sonra “Önce yaya!” yazılı yaya geçidi var! Hani araç, dipten düze çıkar çıkmaz zaten kendini yaya geçidinde bulacak ve o anda “Yaya geçidi nasılsa benim!” diyen geçen bir yaya varsa, onu çaresiz tepeleyip geçecek! Ya da araç, kehanet gösterse ve alt geçidin hemen çıkışında yaya geçidi olduğunu hesaplayıp da, çıkar çıkmaz frene asılsa, arkasından gelen aracın tosuna maruz kalacak…

Allah’tan, ne yayalar, ne de araçlar devlete uymuyorlar da, bu dediklerim olmuyor!

Ama aynı güzergâhın başka yaya geçitlerinde, kendisini ansızın yola atan “ergen ve devrimci” tipler de yok değil… Misal 80 hız ile giden aracın önüne, yırtık dondan zıplar gibi aniden atlıyorlar ve güç bela durabilmiş sürücünün suratına diktikleri gözleriyle “Nasıl koydum amma!” der gibi ağır ağır geçiyorlar…

Hele şu manuel yaya ışıkları… Tek bir üst geçit yapmak yerine, bir direğe düğme koymak ve yaya ne zaman o düğmeye bassa, kırmızı ışığı yandırtmak!

Ne kadar ahmakça ve ne kadar akılsızca bir şey…

Mezkûr güzergâhımda, böylesi birkaç manuel yaya ışığı var. Mesela geçtiğiniz bir ışıktan en az yüz araç gidiyorsunuz… Yaya sirkülâsyonunun olmadığı böyle bir yerde, bir anda ışıklar kırmızıya evriliyor. 100 araç ağır ağır duruyor, eğer trafik ışıklarının en başında iseniz, uğrunda 100 araç durdurulmuş yayayı, Napolyon gibi gururlara bürülü geçerken görüyorsunuz!

-Parmağımın ucundasınız, kan değil, benzin içen hayvanlar!

Bu edayla yaya geçtikten sonraysa, beklerken yaktıkları yakıt bir yana, kalkmaya çalışırken yaktıkları yakıt da bir yana, araçların trafiği zincirleme şekilde didişikleştirmek için hareketleri başlıyor. İddia ediyorum, zaman kaybı ve stres peydası bir yana, manuel ışıklı böyle bir noktada, araçların sırf Napolyon yayalar için beklerken yaktıkları yakıtın birkaç haftalık maliyetiyle, en afilisinden bir yaya geçidi yapılabilir. Düşünün, böyle bir yoldan yıllardır geçiyorum ve manuel ışıklardan sadece tek bir tanesi iptal edilip, üst geçit yapıldı…

Diğerlerini de görecekler ama bunu da gördükleri gibi, bilmem kaç yıl sonra…

Sitayişle şikâyet edici vatandaşlık yaptığım sanılmasın… Devlet aygıtının, yanlış işletilen tedbir, kontrol, suç ve suçlu cihazından bahsediyor, bunların içindeki ruhun bize değil, Batıya ait olduklarını göstermeye çalışıyorum…

Mesele şikâyetse, sadece 15 gün içinde, bir buçuk asgari ücrete denk gelen trafik cezası yediğimi söylerdim ki; zaten söylemiş de oldum ama gene şikâyetten değil, devletin, bütçe açığı belirdiğinde, tıpkı balığa çıkan balıkçı, ördeğe çıkan avcı gibi vatandaşına tuzak kuramayacağını, kurmaması gerektiğini göstermek için… Yani mesele, gene bir hukuk meselesi… Hukukumuza hâkim ruh, ceza yemeyi gerektirecek ahvali düzlemek yerine, ceza yedirilmesi gerekecek vatandaş arıyor ve bir buldozer gibi üzerlerinden geçerek onları düzlüyor!

İşte buyurun: “Ara sokaklardan birinin çıkış noktasında”, hız limitini %50 aştığımdan, tek kalemde arkamdan gönderilen ceza tutarı, 1228 TL… Hani bu denli bir hız limiti aşımı için ya hız limitinin 40 km olması ya da benim 180 km hız yapmış olmam lazım… Ya da diğer cezalar… Dikkat buyurun, şehirlerarası hız limiti 120 km, %10 da aşım ruhsatı, 132 km’dir. Şimdi siz, 120 km hız ile giderken, köylerden, kasabalardan, ilçelerden filan geçiyorsunuz. Bunların çoğunu zaten gördükten 30 saniye sonra arkanızda bırakmış oluyorsunuz. Şimdi yollardaki hız kurallarını belirleyen devlet, hangi noktada hangi hız limitine uyulacağını da iyice tebellür etmeli değil mi?

Oysa size durmadan nanik yapar gibi bakan “Hız Sınırı Bölgesi” gibi tabelalar, o kadar çok ve anlaşılır gibi değil ki; aracınızı sürmeye odaklanamıyorsunuz! Hal böyleyken, geçilen küçücük bir ilçenin, ağ değil de radar serilen bir noktasında, 132 hız limitinden, bir anda 70’e indirilmiş hız limitine sazan gibi yakalanıyor, 105 hız ile bile 1228 TL ceza yiyorsunuz… Ya da 100 km hız ile yol alırken, sık sık önünüze 30 km hız ile giden traktörler veyahut aracı mı kendini, kendi mi aracını sürüyor belli olmayan sürücüler çıkıyor. Bunları usulünce geçmek isterken, dikiz aynanızda hızla büyüyen araçlar görüyorsunuz. Burada iki seçeneğiniz var. Ya arkadaki aracın geçişini beklemek için traktör hızına düşecek ya da arkadaki araç yanınızdan rüzgâr gibi geçmeden traktörü sollayacak, arkadaki araç arkanızdan toslamasın diye de hızınızı arttıracaksınız… Ama işte; şehirlerarası yollarda sıkça yaşadığınız mecburi ama anlık bu hız artırımlarında, kurbağa dili her yana serpilmiş radarlara bir sinek gibi yakalanmanız işten bile olmayacak… Ve dikkat edin, bu cezalar, öyle her zaman değil, ne zaman bütçe açığı olsa, vatandaşın içinden yetmişlik top güllesi gibi geçiyor, geçiriliyor…

Sohbet ortamlarında sık sık diyorum ya; handiyse televizyonun her kanalında, iki reklamda bir tekrar tekrar gösterilen, cinsine kamu spotu denilen ve Ekonomi Bakanı’nın sanki de riya olmasın diye yüzüyle değil de, sesiyle katıldığı bir çekim var:

“Destek isteyen her vatandaşın arkasında, T.C Devleti ve onun Hazine’si var!”

İşte bu kamu spotunu, hakikatine uygun olarak güncelleyecek olsak, bizce şöyle olmalıdır:

“T.C Devleti ve Hazine’sinin ne zaman açığı olsa arkasında, vatandaş ve onun keklik gibi her istenildiğinde avlanılabilme özelliği var!”

Deprem kayıpları için ilk defa 2000’de ve “bir defaya mahsus” çıkarılan, birkaç defa uzatılıp da tadı alındıktan sonra 2003’te kalıcı hale getirilen ve “Deprem Vergisi” olmaktan çıkarılıp “Daimi Devlet Geliri” şekline sokulan Özel İletişim Vergisi (ÖİV), cep telefonundan televizyona, internetten ev telefonuna kadar vatandaşa “Konuş, izle ama payımı unutma ha!” diye telkinde bulunur ve bizatihi kendisi payını asla unutmazken ya da 2002 yılında ve sadece sosyal fayda için çıkarılan ama zamanla, Devlet’in önemli gelir kaynaklarından biri haline getirildiği için, Devlet’i idare edenlerce gitgide kaslı bir Herkül’e çevrilen ÖTV vergisi, vatandaşı, bir araç alır iken, aynından iki tane de Devlet’e almak gibi mecburî bir fedakârlığa zorlarken, söyleyin kuzum, gerçekte kim kimin arkasındadır?