Bu sayfayı yazdır

İstanbul Sözleşmesi'ne İtiraz, Ak Parti'yi Yıpratmak İçin mi?

Yazan: 24 Eylül 2020 1833

Polonya Cumhurbaşkanı Andrzej Duda, Temmuz ayında ikinci kez seçilmek üzere seçime girdi. Kampanyasında sık sık “Komünizm’den yıkıcı” olarak yaftaladığı LGBT’yi hedef tuttu, yeniden seçilirse eşcinsellerin evlat edinememeleri için Polonya Anayasası’na madde ekleyeceğini vaat etti ve duyun da inanmayın, kampanya boğasını sık sık İstanbul Sözleşmesi üzerine yürüttü, onu boynuzlattı, tekmeletti ve ennihayet Polonya kendisini bir kez daha seçti…

Şimdi kurduğu hükümet, Polonya’yı İstanbul Sözleşmesi’nden çekiyor. Daha evvel, sözleşmeyi imzalayıp da, ülkelerinde yasalaştırmayan nice ülke olmuştu ama Polonya bu haliyle, İstanbul Sözleşmesi’ni imzalayan, sonra bunu yasalaştıran ülkeler içinde, çekilen ilk ülke olacak…

Polonya’daki İstanbul Sözleşmesi aleyhtarlığı, Recep Tayyip Erdoğan’ı yıpratmak üzere kasıtlı köpürtülmüyorsa eğer (!), ne dersiniz, belki Polonya’nın vaziyeti, Türkiye’deki İstanbul Sözleşmesi aleyhtarlığını anlamak için bir rehberlik hizmeti sunar mı?

İstismar etmeden istifade edilecekse, İSTATİSTİK İLMİ, İstanbul Sözleşmesi ve onun tatbik yasası 6284’ten sonra Türkiye’de kadına şiddetin arttığını ortaya koymaktadır… Yalnız Türkiye’de mi? Sözleşmeye imza atıp, onu ülkesinde yasalaştıran birçok ülkede…

Yaranız vardır, iyileştirmek için ona bir merhem çalarsınız ama yaranız iyileşmek yerine, daha da azar ve eğer manyak değilseniz, kullandığınız merhemden şüphe edersiniz…

Oysa İstanbul Sözleşmesi’ni, kadına şiddet yarasına kutsal bir merhem gibi çalan KADEM ve AK Parti Kadın Kolları, bu merhemin çalınışından sonra yara daha da azmışken inat ediyor ve aynı merhemden mezkûr yaraya daha bir çalıyorlar…

Söyleyin kuzum, bu nispette manyak olan kim, bunlar mı, İSTATİSTİK İLMİ mi?

Böyleyken İstanbul Sözleşmesi, “yanlış merhem” de değil, tastamam bal tasında sunulan zehirdir…

Onun zehir olduğu artık anlaşılmıştır ama gene onu millete Lokman Hekim iksiri gibi sunan ve bu uğurda inatlaştıkça inatlaşanların şeytanî gururu, bu hakikate karşı kör taklidi yapmakta ve milletin zehirlenmesi pahasına, kendilerinin yanlış yapamayacağı züppeliğini böğürüp durmaktadır…

Diyoruz ya; varlık gerekçesi, kadına şiddeti önlemek iken, kadına şiddeti alevlendiren İstanbul Sözleşmesi, tutuşan perdeye su serpilecekken, benzin püskürtülmesi gibi bir sakarlıktan da öte, kasıtlı bir şeytanlığa mütealliktir ve su bidonuna kasten benzin doldurmak ve ilk yangın anında yangının sönmesine değil, azmasına yardım etmek şeklinde icraya konulmuştur…

Bu andan itibaren onu bu vasfıyla savunanlar da, millet tarafından istikbâlde “sakar” değil, “şeytan hempası” diye yaftalanacaktır…

Toplumsal Cinsiyet, şeytanî bir ideoloji… İstanbul Sözleşmesi ile eşgüdümlü, onu bu milletin kanına karıştırmak istediler ama suçüstü yakalandılar… Taze evlatlarımızın bile ilk mektepte, Toplumsal Cinsiyet temalı yeni nesil fişleri hazırlanmıştı…

“Ali sofrayı kur, Ayşe işe git”

Diye milli hançeremize kusacaklardı ki; yüzlerine kusuldu ve Milli (Zilli) Eğitim’den YÖK’e kadar birçok resmi kurum, Toplumsal Cinsiyet temalı projelerini kuyrukları arasına kıstırıp, geri vitese takmak zorunda kaldılar…

Toplumsal Cinsiyet denen şeytanlığın, felsefî derinliğini evvela yazdık… Maatteessüf, devlet kadrolarındaki çoğu tiplemenin, böyle şeyler umurunda değil, sallanan başlar ve alınan maaşlar diyalektiğiyle işleyen bir yanları var… Adeta vaziyetleri, inek hangarında su arkının kapağını açmak ve her gün aynı tempoyla inekleri sulamaktan farksız bir keyfiyet belirtiyor…

Oysa mide krampından alâ bir ilgiyle şöyle bir beyin ayrobiği yapsalar ve mesela Toplumsal Cinsiyet denilen anlayışın adeta cemiyet temeli haline getirildiği İskandinav ülkelerine baksalar, fikir sancısı çekmeden de hakikati görecekler…

Evet, Toplumsal Cinsiyet’in tabanlaştığı İsveç, Finlandiya, Danimarka gibi ülkeler, kadına şiddetin ve tecavüzün tavanlaştığı ülkelerdir…

Ne kadar çok Toplumsal Cinsiyet, o kadar çok tecavüz, o kadar kadına şiddet…

Biz saymadık ha, sayanların da, AK Parti’yi yıpratmak gibi bir gündemleri yok ha…

Herhalde “European Union Agency for Fundamental Rights/FRA” (Temel Haklar İçin Avrupa Birliği) Ajansı, AK Parti Kadın Kolları Kumandanı Lütfiye Selva Çam ve KADEM’i ve dahi Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı yıpratmak için, İskandinav Tanrısı Odin’le iş birliği yapacak ve bütün İskandinavlara:

“İlk hedefiniz, kadına şiddet ve tecavüz!”

Diye emir verecek hali yoktur… Mezkûr ajansın 2014’te yaptığı araştırmaya göre Avrupa’da kadına yönelik şiddet Danimarka’da %52, Finlandiya’da % 47, İsveç’te % 46’dır… Beri gelelim; 2019’da Uluslararası Af Örgütü bir rapor yayınlıyor… Ve raporu basından şu başlıkla okuyoruz:

“Toplumsal Cinsiyet tatbikinde zirvede yer alan İskandinav ülkelerinde, tecavüz oranları korkutucu seviyede…”

Duyun da, inanmayın, rapora göre sadece Finlandiya’da her yıl düzenli olarak 50.000 kadına tecavüz edilmektedir! Hani her tecavüz ortaya gayrimeşru bir velet çıkarsa, on yıl içinde tecavüz mahsulü ikinci bir Finlandiya ortaya çıkacak ve galiba ismine de TECAVÜZDİYA denecek…

Bu istatistiki bilgiyi, Toplumsal Cinsiyet tinerinin, adeta etine derisine sinecek kadar Finlandiya’ya iblâ edildiği bilgisiyle beraber düşünün… Sonra da, bin koldan Toplumsal Cinsiyet’in bize de dayatıldığını hatırlayın ve hikmetinin, asla kara kaş ve gözümüzle alaka belirtmediğini anlayın…

Velhasıl…

Bütün eşya ve hadiseler, yutucu bir yangının, milletimizi de yutmak üzere geldiğinden haber verirken, Türkiye’de iktidar nimetinden nemalanan muhafazakâr feministler, Cumhurbaşkanı’na doğru:

“İfendim… Bu ısı, kıvamında yanan kombiden gelmektedir… Yangın filan, hep sizi sarsmak, yıpratmak için dedikodu, Fetö işleri…”

Diye fısıldamaktadır… Hem de soldan soldan… Ve maatteessüf bu feministler, bu milletin iyiliği için avazı çıktığı kadar bağıran arifler, âlimler, fikir adamlarından daha fazla, Cumhurbaşkanı dahil, devlet aygıtına tesir etmektedirler…

İstanbul Sözleşmesi’nin varlık gerekçesi nedir? Kadına şiddeti önlemek… Oysa bu gerekçe, İstanbul Sözleşmesi’ni hazırlayanlar için sadece bir trampettir ve bu trampete bastırıldıktan sonra insanlık, cinsiyetsiz bir ucubeliğin kucağına doğru fırlatılacaktır… Yani gerekçesi, amacı değil, aracı… Pis niyeti için aracı… Bu sözleşmeye en baştan dirsek göstererek, ya da sözleşmeyi imzalayıp kanunlaştırma aşamasında geri durarak, ya da imzaladıktan sonra geri dönerek karşı duran Macaristan, Rusya, Hırvatistan, Bulgaristan, Azerbaycan, İngiltere, Ukrayna, Polonya ve daha birçok ülke, herhalde bu yaptıklarıyla Recep Tayyip Erdoğan’ın yıpranmasını değil, kendi cemiyet ve aile yapılarının yıpranmamasını gaye edinmişlerdir…

Ama bunu gelin de; bu millete hükümet eden fikirsiz ve güya muhafazakâr feministlere anlatın…

Biz millete anlattıkça onlar, ellerindeki medya mitralyözünü kullanıyor ve bizi:

“İstanbul Sözleşmesi’ne sırf Recep Tayyip Erdoğan’ı yıpratmak için karşı çıkılıyor!”

Diye tarıyorlar… Ne yapalım, böyle olmadığına inandırmak için, Kutsal Kaya’nın yerini Kutsal Bilge’ye rüyada danışarak bulalım, sonra da üzerine çıkıp yemin mi edelim!

İstanbul Sözleşmesi’ni tatbik için yapılan 6284 sayılı kanunun ben de mağduru oldum… A ha şimdi karakoldan geliyorum… Yani 6284 molasından sonra, yazıya devam ediyorum…

Evli değilim, haliyle karım da yok… Yani şiddet uygulamış da değilim… Bir eleman gitmiş, benle beraber birkaç kişinin ismini vermiş ve kendisine üç ay koruma kararı çıkarmış…

Karakol bana diyor ki:

-İşte sana da tebliğ ettik, kanuna uy!

Şu diyalog, polislerle aramızda aynen vaki oldu:

-Yahu ne kararına uyacağım, karar ne?

-Orada yazıyor…

-Yahu işte yazmıyor burada bir şey… ‘Servet Turgut isimli şahsa, bahse konu karar, uyması için tebliğ edilmiştir!’ diyor, başka bir şey demiyor…

-İşte ismi yazan şahsa, üç ay yaklaşmayacaksın…

-Yahu ismi yazan şahıs kim ki, yaklaşmayayım…

-Biz bilmeyiz…

-Vallahi, 6284 sayılı kanunun, ruh vatanımızı işgal için kanun diye çıkarılmış bir işgal gücü olduğunu biliyordum da, pratikte de görmüş oldum… Hammurabi Kanunları bile, bu kanunlardan daha modern…

-(Arka masalardan bir polis, deminden beri önüne düşük başını kaldırarak) İşte bu dediğinize aynen katılıyorum…

Bu polis, niye böyle dedi biliyor musunuz? İzah edeyim: Çünkü içinde bulunduğum geniş karakol salonu, 6284 sayılı kanunun tatbik birimi idi… Haliyle her gün, yüzlerce 6284 vakası önlerine geliyor… Nice şahitlikleri var zira… İşte daha ben oradayken, bir erkek vatandaşın mağduriyetine Allah beni de şahit etti… Adama, benim gibi üç aylık uzaklaştırma cezası verilmiş… Diyor ki, polislere:

-Yav şimdi iki adres vermiş kadın (eşi), ikisine de gidemiyorum, Yozgat’a köye gideceğim mecburen… Ama beni arayıp dediniz ki; sana tebligat yaptığımızda bulamazsak, tutuklanırsın…

-Evet, öyle…

-E yapın tebligat mı nedir, ne ise?

-Daha bize gelen bir şey yok… Geldiğinde…

-Ne zaman gelir?

-Bilmeyiz…

-E ben, parklarda mı yatayım…

-Orasını da bilmeyiz…

Bu arada, derdini bir türlü anlatamayan vatandaşa, arka sıralardan başka bir polis, polisliğini göstermek isteyip, efe tavrına geçti. Oysa bu adam, tam tamına bir mazlum idi… Bir ara, kadın polislerden birine dedi ki:

-Yav abla, bu kadın (eşini kastediyor), çocukları her gün eve kilitleyip gidiyor ve gece yarıları eve geliyor… Çocuklara da kıyamıyorum… Eve gidemiyorum, köye gidemiyorum, tebligat yapın diyorum, yok diyorsunuz, ben ne edeyim?

Bunları söylerken, takılı maskesinin üstündeki gözleri kızardı ve yaşardı. Vallahi ben bile tahassüs ettim ve kendimi zor tuttum…

İşte bu adamın, 6284 ve kadının beyanıyla getirildiği cinnet noktası… Hani ortada, İstanbul Sözleşmesi ve 6284’ün kadın cinayetlerini arttırdığına dair bilimsel, istatistikî bir veri var ya, bu kısa yaşanmışlığım da onun yakından röntgenini çekiyor, hakikatini ortaya koyuyor… Adam resmen, ya ölmek, ya da öldürmek kavşağına bırakılmış ve tez vakitte bir karara zorlanıyor… Zorlayansa, 6284…

Ha bu arada, benim 6284 sayılı kanun mağduru olmamı sağlayan eleman da, bir kadın değil, her nasılsa, bir erkek… Ne arkadaşım, ne ortağım, ne komşum, ne şuyum, ne buyum, duyduğuma göre, canı sıkıldığında intihar eden bir tip…

Gündemimde hiç yoktu, 6284 vesvesesiyle gündemime girdi… Zira gece uykusundan bilmem hangi cinin parmağı, hangi uyku lobisinde kendisini dürtüyorsa, irkiliyor ve pijamalarıyla olsa gerek derhal karakola koşuyor ve:

-Şunlar şunlar beni dövecek, bunlar bunlar beni vuracak, kıracak… Gece gündüz beni gözetliyor, yollarımda keşifler yapıyorlar!

Diye şikâyet ediyor…

Söyleyin kuzum, böyle bir ruh hastasının, ne kadar çok sevmeyeni, ne kadar çok muarızı, ne kadar çok düşmanı vardır? Şimdi, 6284 mağduru olmayalım diye, kendimize sırt nosu 6384 sayılı tişörtler yaptırıp, 6284 ile beraber onu bir de, biz mi korumaya alalım?!

Vallahi inanın, İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı kanun, Allah korusun, Anadolu’yu baştan başa işgal edecek, olası bir İngiliz birliğinden daha az tehlikeli değildir…

Amma bu felaketi, letafet diye savunan ve maatteessüf, hükümet aygıtı ellerinde olan muhafazakârlar var…

Züccaciyeci dükkânına girmiş bir fili, burnuna bir de balyoz monte edilmiş haliyle, bir hayal edin bakalım…

Şol milletin talih ve kaderi için: Hafazanallah…

Kadına şiddete, elbette hayır… Ya erkeğe şiddete? Kediye, köpeğe, ağaca, kuşa şiddete? Siz hiç, öldürülen bir erkek kasap diye hadisenin “kasaba şiddet” ya da öldürülen bir kasap sırf erkek diye hadisenin “erkeğe şiddet” diye adlandırıldığını duydunuz mu?

Hem de, her yıl öldürülen erkek sayısı, öldürülen kadın sayısının kat be kat üstündeyken…

Dünya Sağlık Örgütü, şiddeti tanımlıyor ve orta yere tam yirmi beş çeşit şiddet şekli koyuyor… Oysa İstanbul Sözleşmesi için şiddetin tek tanımı ve türü var: Kadına şiddet…

Bu vaziyet, Allah’ın, cinsler ve türler arasına koyduğu hilkat kanununu, kefe dengesizliği ederek bozmak anlamına geliyor… Düşünün ki; İstanbul Sözleşmesi esaslı ve tek şiddetin “kadına şiddet” diye algılanma ölçeğinde bir kanun yapılıyor ve o kanun yapılınca, kadına şiddet eksilmediği gibi, bir de birkaç kat artıyor?

E hani, bunca düzenlemeyi, bu düzenlemeleri uygulasınlar diye yüz binlerce memur tayinini, kadına şiddeti önlemek için icra etmiştiniz?

Ne oldu? Nazara mı geldiniz?

Bir köpek düşünün, güya koruma önlemleri için vazifelendirilmiş… Ama bu köpeğin, ara ara mesnetsiz hırlamalar ve dişlemelerde de bulunduğu alenileşince, bu köpeği vazifelendirenler ve arkasında duranlar:

-Tamam, durun, bazı arızalar çıkmış olabilir… Kolayı var, köpek için bazı önlemler alabiliriz!

Diyorlar. Böyle bir anda, köpekten rahatsız olanlar, önlemi köpeğin neresine isterler? Elbette dişlerine! Oysa köpeğin vazifelendiricileri, bunu da kayıtlamışlar:

-Dişlerine asla olmaz, kuyruğuna kurdele mi bağlarsınız, patilerine pedikür mü yaptırırsınız, ne yaparsanız yapın ama dişlerine dokundurtmayız!

İşte 81 maddeli İstanbul Sözleşmesi’nin, nerelerine dokunulabileceğine dair, basit bir misal… Sözleşmenin 78. Maddesi, sözleşmeye yapılabilecek müdahale sahasını belirliyor ve kuyruğuna kurdele asmak, patilerine pedikür yapmak cinsinden bu müdahaleleri de 7. Madde ve onun bazı bentleriyle sınırlıyor… Ve bunlar da, İstanbul Sözleşmesi’nin, diş hinterlandına giren maddeler değil… Yani önüne geleni dişleyen köpeğin, dişine dokunmak da yasak!

Bakmayın siz “Bize uymayan kısımlarını değiştirir, İstanbul Sözleşmesi’ni gene kucaklarız!” diye martaval okuyan, muhafazakâr feministlere…

İstanbul Sözleşmesi’ni, arkasına alıp “Elletmeyiz!” diye müdafaa hattı oluşturan KADEM, başkanı hanım ağzından aylar evvel şöyle bir demeç vermişti:

“İstanbul Sözleşmesi’nde, dinimize aykırı maddeler olduğunun farkındayız!”

E farkında isen, ne diye Çanakkale’yi savunur gibi İstanbul Sözleşmesi’ni savunuyorsun?

Güya hesabı, fasulye ayıklar gibi İstanbul Sözleşmesi’ni ayıklayacak ve yoluna devam edecek… Üstünden belki sekiz ay geçti, memleketteki tüm fasulyeler ayıklandı ama İstanbul Sözleşmesi olduğu gibi duruyor, işine bakıyor, yani yıkmaya devam ediyor…

Heyhat!

İstanbul Sözleşmesi’ni, bal içindeki zehir gibi hazırlayıp sunan şeytanlar, melek sanılan bu kadınlardan çok ama çok daha zekiler…

Bir de dikkat edin; muhafazakâr feministler ile fikirsiz muhafazakârlar, İstanbul Sözleşmesi’ne karşı çıkanları, Recep Tayyip Erdoğan düşmanları olarak yaftalamakla kalmıyor, bir de hepsine birden “marjinal grup” yaftası vuruyorlar…

Nasıl bir adiliktir bu!

Hani marjinallikse, Allah’ın Resulü de “Hubel’in, kendine faydası yok!” dediğinde toplumu tarafından marjinallik parantezine alınmıştı. Hoş, zaten bu “marjinal parantezine almak” mevzuu, AK Parti’nin, göze görünmez en büyük felaketlerinden biridir diye kaç zamandır haykırıyoruz…

Allah, Peygamberine, Kuran’da:

“Sen Şeriate uy, bilmeyenlerin heva ve hevesine uyma!” (Casiye-18)

Der, siz de “Şeriate canım feda!” dersiniz, sizi hemen marjinal parantezine alır, Kemalizm tanrılarına kurban ederler… Daha nice örneği var bunun… Dahasına ne gerek var, düşünün ki; bugün Anadolu insanı, Anadolu’da marjinal görünür, gösterilir hale gelmiştir!

Avrupa Konseyi kanunlarına, hem de bilimsel verilerle karşı çıktığınızda, hem de başörtülü kimseler tarafından “marjinallik parantezine” alınıp, orada işiniz bitirilmek isteniyor…

Bir de diyorlar ki; niye İstanbul Sözleşmesi’nin ilk imzalandığı gün değil de, 9 yıl sonra karşı çıkmaya başladınız?

Hem yalan hem hokkabazlıkla mündemiç bu ithamı, kedilere peynir diye verseniz, yememekle kalmaz, bir de üzerine kusarlar…

Yalanı ve hokkabazlığı bir arada şu:

Hani “İstanbul Sözleşmesi 2011’de imza edildi ama siz 9 yıl sonra itiraz ediyorsunuz!” deniyor ya… Kanırttırmayı görüyor musunuz? Sanki, İstanbul Sözleşmesi, pisliğini imzalandığı 2011’in ilk gününde göstermeye başlamış ve sözleşmeye itiraz edenler, 2020’nin ilk gününden itibaren itiraza başlamışlar! Süreyi böylelikle, ettiler mi 9 yıl! Fikir züppeliğidir bu… Bir kere mesela, Aile Akademi Derneği diyor ki:

-İstanbul Sözleşmesi’ne karşı ilk çalışmayı 2013’te yaptık ve adı da şu: Ailenin Sonu mu: Aile Politikaları ve İstanbul Sözleşmesi…

Ve mesela biz de, Seriyye Dergisi yeniden yayına başlar başlamaz İstanbul Sözleşmesi’nin pisliklerini ifşaya başladık, 2018’in sonu diyelim… Zaten İstanbul Sözleşmesi, çerçeve kanun, onun tatbikatı 2012’de yapılan 6284 kanun ile… Ama ondan birkaç yıl öncesinden, sohbete getirdiğimize, insanlara anlattığımıza yüzlerce, binlerce insan şahittir… Sema Maraşlı Hanım mesela, o da ta en başından beri bu konuda yazıp çiziyor… Daha başkaları da… Yalan belirdi mi, apaçık… Ya hokkabazlık?

Şimdi gökte bulut belirse, köyünde Remzi Dayı, selde sürüklenmemek için hemen saman balyalarına mı sarılır? Bir kere daha bulutlar toplaşacak, eğer olursa yağmura evrilecek, yağmur yağacak, dağlardan süzülecek, Remzi Dayı’nın köyüne doğru toplaşırsa selleşecek filan… Ya da şöyle diyelim… Bir pazarcı, 2011’de İstanbul Sözleşmesi imzalanınca, hemen hıyar tezgâhını bırakıp, en yakın internet kafeye gidip, sözleşme metnine ulaşıp, madde madde okumak ve ondan gelmesi muhtemel tehlikeleri fark edip, itiraz yollarına bakmak durumunda mıdır?

-Gel vatandaş gel, ama hıyara değil, İstanbul Sözleşmesi’nin zararlarını görmeye gelll!

Elbette böyle bir şey olmaz, olması beklenemez… İstanbul Sözleşmesi’ni tatbik için 2012’de 6284 yapılacak, uygulanacak, yıl be yıl mağdurlar meydana getirecek, bu mağdurların vaveylası duyulmak için olgunlaşacak, toplum meydana gelen arızadan ihtizaza gelecek filan… İşte bunun için de, 2012’den 2020’ye 8 sene geçmiştir ve edilen itirazların önemli bir kısmı da, o da hıyar satmakla meşgul olmadıkları için, bu 8 senenin başından itibaren dillendirilmiştir…

Ama AK Parti Kadın Kolları, KADEM ve kendini KADEMCİ diye lanse eden yalama tipler, hem de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın gözleri içine Küçük Emrah modunda bakarak:

-Efendim, neden 9 yıl sonra… Hedef sizsiniz…

Demekteler… O değil de, bunlar böyle giderse, galiba gadab-ı ilahiyi celp edecekler…

Şimdi söyleyin, ilahî gadabın, onlar ne yanına, biz ne yanına düşeriz? Ve insaf kaydıyla düşünün, ilahî gadap, İstanbul Sözleşmesi’nden yana olanlar ile ona karşı olanlardan hangilerine kapı komşusu olmuştur?

Biz, Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın yıpranması için değil, O’nunla beraber tüm milletin yıpranmaması için konuşuyoruz…

Ya bu, kadınlıklarını, kadıncılık yapmak için kullanan kadınlar?