Bu sayfayı yazdır

Nazım Hikmet'i Ululama Devri Başladı!

Yazan: 22 Haziran 2020 3388

Nazım Hikmet’i sevmem… Nazım Hikmet’i, seveni de sevmem… Nazım Hikmet’e, ona öpücük kondurmak için yanaşan sözde muhafazakârın “Ama sanatı, şiiri başka!” diye gösterdiği gerekçeden de, riyakârlık, samimiyetsizlik kokusu alırım…

Sevmeler çeşit çeşittir…

Kuldaki Allah sevgisi başkadır…

Mecnun’daki Leyla sevgisi başkadır…

Tilkideki tavuk sevgisi başkadır…

Kimi ulvi, kimi nefsî, kimi hesabî…

Ambalajlarda sevgi de yazsa, içlerdeki şeyler başka başkadır…

Nazım Hikmet de, güzel yurdumda türlü türlü sevilir ama bu sevmelerin hiçbirinde, nefsanî, zulmanî ve hesabî olmayan ulvi bir sevgi nüvesine rastlanmaz…

Nefsanî ve zulmanî sevenler, Nazım Hikmet şahsında açılan İslam düşmanı sanat cephesinin birer eridir. Bunlar için Nazım Hikmet’e alkış çalmak, İslam’a kurşun atmakla aynı şeydir! Bu sebeple aynı kişiler, Nazım Hikmet’e, Türkiye’de yattığı 17 sene hapsin tamamını yatıran Mustafa Kemal ile İsmet İnönü’yü de, aşkla severler! Çünkü bütün zıtlıklarına rağmen cepheleri bir, düşmanları birdir! Bunlardaki aşk, nefsanî ve zulmanî bir aşk olarak aşk da değil, tavuklara karşı tilkilerin şehvetidir!

Nazım Hikmet’i, hesabî sevenlerse, zaten sevmiş görünmek hesabındaki eziklerdir…

Bu eziklik Nazım Hikmet’i büyütür ve cephesi, Nazım Hikmet cephesiyle tam zıt olanların da, olduğundan küçükmüş gibi görünmelerine sebep olur.

Necip Fazıl, zatıyla ve sanatıyla bir kartaldır. Nazım Hikmet, zatıyla ve sanatıyla bu kartala nispeten bir tırtıldır… Ama Necip Fazıl safındakilerin eziklikleri ve Nazım Hikmet safındakilerin pervasızlıkları, onları şahsiyet ve sanatta zıt cephelerdeki muadil isimler gibi algılanmalarına sebep olur.

Buyurun, ilkinin en iyi, ikincinin en kötü şiirini seçip de karşılaştırma hilesine başvurmadan, kendi şiir toplamlarının muvazi ve homojen mıntıkasından seçilmiş şiirleriyle Necip Fazıl ve Nazım Hikmet’e nazar edelim:

İşte maddeci Nazım Hikmet’in, kendi ölüm ardını kurcaladığı ve bir güvercine cesedinin suratına ettirdiği bir şiiri:

CENAZE MERASİMİM

Bizim avludan mı kalkacak cenazem?

Nasıl indireceksiniz beni üçüncü kattan?

Asansöre sığmaz tabut,

merdivenler daracık

 

Belki avluda diz boyu güneş ve güvercinler olacak,

belki kar yağacak çocuk çığlıklarıyla dolu,

belki ıslak asfaltıyla yağmur.

Ve avluda çöp bidonları duracak her zamanki gibi.

 

Kamyona, yerli gelenekle, yüzüm açık yükleneceksem,

bir şey damlayabilir alnıma bir güvercinden; uğurdur.

Bando gelse de, gelmese de çocuklar gelecek yanıma,

meraklıdır ölülere çocuklar.

 

Bakacak arkamdan mutfak penceremiz.

Balkonumuz geçirecek beni çamaşırlarıyla.

Ben bu avluda bahtiyar yaşadım bilemediğiniz kadar.

Avludaşlarım, uzun ömürler dilerim hepinize...”

Bu alelade ölüm sanrısını, normalde dinlemeye bile tenezzül göstermeyecek ama Nazım Hikmet’e ait olduğunu bilince ona “şiirin tanrısı” payesi verecek ne kadar adam vardır bu memlekette, tahayyül etmeye çalışın…

İşte bu da, ruhçu Necip Fazıl’ın, kendi ölüsü etrafında ruhuna terennüm ettirdiği sahici bir şiir manzarası:

RUH

Ya bin yıl, ya bin asır sonra o gün gelecek

Koklarken küllerimi mezarımda bir böcek

O kadar yanacak ki, bir yüksüklük toprağım

Yerden bir damar gibi kopup fışkıracağım!

Ve birden bakacağım, her tarafım bitişmiş

Başım, toprak altında bir maden gibi pişmiş

Nefesten daha ince bir ipek kumaş derim

Fosfordan daha parlak, ince uzun ellerim

Dalacağım kendimin hayran seyrine

Diyeceğim: Bu dönen şeyler eski yerine

Benim diye baktığım şeyler miydi bir zaman?

Külümün rüyası mı yoksa gördüğüm? Aman!

Başımda açılacak fânilerin seması

Ve onların toprağa gerçek diye teması

Bir tatlı vehim gibi içimi bayıltacak

Toprağın, koşacağım, üzerine yalnayak

Şehrin, dolaşacağım kuş gibi etrafında

Bir beyaz hayaletim upuzun çarşafında

Gezeceğim, doğduğum evin odalarını

Geceleyin, koskoca şehrin lâmbalarını

Bir keksin üfleyişim söndürmeye yetecek

Korku, şehrin çelikten sesini tüketecek

Her şey susacak o ân, çalınacak kapılar

Kiremitleri yaprak yaprak alan bir rüzgâr

Ağzımdan haykıracak, uzun, gizli, çapraşık

Erişilmez fikir ki, düğüm düğüm dolaşık

Sarıldıkça boşanan yumak, çözülen demet

Başı görünmez hayâl, sonu gelmez nedamet”

Bu iki şiirdeki fark, Nazım Hikmet ile Necip Fazıl farkının maketidir, prototipidir, lübbüdür, şekil özetidir…

Keyfiyetteki derunî fark, zaten kemmiyette de Necip Fazıl lehinedir… Bir dolap altın karşısında, bir çuval saman hesabı… Fark, hep Necip Fazıl lehinedir…

Kulak üfleyen birkaç serbest söyleyişli ve şiir soluklu bütününe bakıp da, Nazım Hikmet’in kulak tırmalamaktan başka, mide ve asap kaldıran şiirimsilerini de gözlerden uzak tutarlar… Mesela Nazım Hikmet’in, Moskova’da tavaflar attığı demlerde makine sesi, Sovyet Rus edebiyatının karın gurultusudur. Bu gurultuyu Nazım Hikmet, Türk edebiyatına bağlar ve Makayovski’den püskürtülme olarak ortaya çıkan bazı şeylere de, şiir der, dedirtir, dediğine de Türkiye’de yol verilir:

“trrrrrum

 trrrrrrum

 trrrrrum!

 trak tiki tak!

 makinalaşmak

 istiyorum…”

Komünist Nazım Hikmet’in, Mustafa Kemal’e “Burjuva Kemal” deyişi üzerinden Kemalist Nazımcılar kıvranır ve:

 “Dememiştir dememiştir! Burjuva’dan sonra virgül konması unutulmuş olsa gerektir!”

Yollu ıkınmalar yaşarlar… Şu diyalog, Komünist Nazım’ın Kemalist hayranları için, trajitırrık ama trajitırrık olması pek de umursanmayan bir özeti gibidir:

“-Bak canım Nazım’ımız, Yunan askerlerini güneşin battığı İzmir’e doğru kovalayan Mustafa Kemal ve askerlerini nasıl da şiirleştirmiş, dinle:

Yanan yalın kılıçları çarparak söğütlere

koşuyordu kızıl atlılar güneşin battığı yere!

Birden

bire kuş gibi

               vurulmuş gibi

                                kanadından

yaralı bir atlı yuvarlandı atından!

-Ağabey! Yalnız canım Nazım’ımızın bu şiirdeki kızıl atlıları, Mustafa Kemal ve askerleri değil, Çarlık Rus askerlerini kovalayan Kızıl Devrim Ordusu, güneşin battığı yer de İzmir değil, St. Petersburg…

-Doğru mu söylüyorsun?

-Evet… İşte bunlar da, bunu ispatlayan deliller…

-Hıı… Olsun canım, ne fark eder… Haydi hep beraber sıfırlayalım farkları:

-Yaşa Mustafa Nazım Paşa yaşaaa! Yaşa Mustafa Nazım Paşa!

Ortadaki bu sorunsuzluk vakası, tastamam İslam’ı, yani Öz Muhammedî İslam’ı ortak ve tek sorun görmekten kaynaklı bir konsensüsün rahminden fırlamıştır…

Evet, Nazım Hikmet, Kurtuluş Savaşı başlarken, Anadolu’yu kurtarmak üzere Anadolu’da kalmamış, kurtulmak üzere Sovyet Rusya’ya kaçmış, Rus’un Komünist Nazım’ı olarak bu süre zarfında da Mustafa Kemal’den hiç hazzetmemiş ama bu durum, Komünizm ile Kemalizm arasındaki ortak düşmanın iyice tebellür etmesiyle, ileride imzasız bir ittifak şeklinde vücut bulmuştur.

Düşünün ki; 1938’de 28 yıllık en uzun hapis cezasını aldığında Nazım Hikmet, Mustafa Kemal hayattadır ve Komünizm’in yılmaz müdafii Nazım Hikmet, adaleti bir mektupla Kemalizm banisi Mustafa Kemal’de aramış, apaçık Kemalizm’in ve Mustafa Kemal’in adaletine sığınmış ve onlardan salya sümük tahliye dilenmiştir:

“Reisicumhur Atatürk’ün Yüksek Katına

Türk ordusunu ‘isyana teşvik’ ettiğim iddiasıyla ‘on beş yıl ağır hapis’ cezası giydim. Şimdi de Türk Donanmasını ‘isyana’ teşvik etmekle töhmetlendiriliyorum. Türk inkılâbına ve senin adına and içerim ki suçsuzum. Askeri isyana teşvik etmedim. Kör değilim ve senin yaptığın her ileri dev hamleyi anlayabilen bir kafam, yurdumu seven bir yüreğim var.

Askeri isyana teşvik etmedim. Yurdumun ve senin karşında alnım açıktır. Yüksek askeri makamlar, devlet ve adalet, küçük bürokrat; gizli rejim düşmanlarınca aldatılıyorlar.

Askeri isyana teşvik etmedim. Deli, serseri, mürteci, satılmış, inkılâp ve yurt haini değilim ki bunu bir an olsun düşünebileyim.

Askeri isyana teşvik etmedim. Senin eserine ve sana, aziz olan Türk dilinin inanmış bir şairiyim. Sırtıma yüklenen ve yükletilebilecek hapis yıllarını taşıyabilecek kadar sabırlı olabilirim.

Büyük işlerin arasında seni bir Türk şairinin felaketi ile alakalandırmak istemezdim.

Bağışla beni. Seni bir an kendimle meşgul ettimse, alnıma vurulmak istenen bu ‘inkılâp askerini isyana teşvik’ damgasının ancak senin ellerinle silinebileceğine inandığımdandır.

Başvurabileceğim en inkılâpçı baş sensin.

KEMALİZM’DEN VE SENDEN ADALET İSTİYORUM.

Türk inkılâbına ve senin başına and içerim ki; suçsuzum…”

Nazım Hikmet’in, yediğini bahsettiği 15 yıllık hapis 1925’te ve gene Mustafa Kemal devrindedir… Bir iki yıl sonra afla salınır… Bir de, gene Mustafa Kemal devrinde olarak 1934’te 4 yıl hapse mahkûm edilir. Cumhuriyet’in onuncu yılı münasebetiyle çıkarılan bir afla bir yıl sonra gene salınır… Son hapsi de işte gene Mustafa Kemal devrinde olarak, bu defa 28 senedir. Hepsinde de, rejim aleyhtarlığı, yani Kemalizm muarızlığı ortak gerekçedir.

Nazım Hikmet, Mustafa Kemal ve Kemalizm’in adaletine sığınır ama mektubunu gönderdiği demde Mustafa Kemal, ölümün pençesinde kıvrandırılmaktadır. Mektuptan haberdar olur ya da olmaz, Nazım Hikmet’in 12 yıllık hapis devresi, Mustafa Kemal’in ölüm devrinden itibaren başlar, İsmet İnönü devresi de bu devrenin başında gardiyan gibi umursuz bekler ve 1950’de onu ancak Adnan Menderes’in Demokrat Partisi salar…

Bütün bunlara rağmen Mustafa Kemal ile Nazım Hikmet ve Kemalizm ile Komünizm arasındaki nefsanî ve zulmanî aşk, paydasındaki ulvi aşk membaı İslam’a olan düşmanlıktan dolayı bitmez, artarak devam eder… Nazım Hikmet, bu devre hapsindeyken yazdığı bir şiirinde, kendisini içeriden çıkarmadan hayattan çıkıp giden Mustafa Kemal’i cilalamaktan geri durmaz. “Kuvayı Milliye Destanı” şiirindeki “Şayak Kalpaklı Adam” ve “Sarışın Kurt”, Mustafa Kemal’dir:

“Dağlarda tek tek

                       ateşler yanıyordu.

Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki

şayak kalpaklı adam

nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden

         güzel, rahat günlere inanıyordu

ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,

birdenbire beş adım sağında onu gördü.

Paşalar onun arkasındaydılar.

O, saati sordu.

Paşalar: “Üç”, dediler

Sarışın bir kurda benziyordu.

Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.

Yürüdü uçurumun başına kadar,

Eğildi, durdu.

Bıraksalar

İnce, uzun bacakları üstünde yaylanarak

ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak

Kocatepe’den Afyon ovasına atlayacaktı…”

Zira kökte birlik vardır, lisanla hecelenemese de, içli bir hisle bu sezilmektedir… Kemalistlerce de, Komünistlerce de, sezilen şudur:

-Kemalizm ile Komünizm el ele vermiş, ortaya sanatından çok, kendisiyle Türkiye’de İslam düşmanlığına sanat cephesi peyda ettirilen bir Nazım Hikmet çıkarmışlardır:

“Yazılarım otuz kırk dilde basılır

Türkiye'mde Türkçe’mle yasak…”

Nazım’ın sesine hoparlör bağlayan Sovyet Rusya ve Komünizm, boğmak edasıyla sesini tersinden hoparlöre bağlayansa, Laik Türkiye ve Kemalizm’dir…

Anlaşılmalıdır; Şeytanlık taşı gediğine oturduğu günden beri de Nazım Hikmet, öz Muhammedî İslam karşısında kurt ile kuzuyu, ateş ile barutu sarmaş dolaş etme aparatı gibi kullanılır, kullanılmaktadır…

İslam’ın düşmanları, Nazım Hikmet’le bileylenir ve İslam’ın fikirsiz mensupları, Nazım Hikmet’le törpülenir!

Sağ siyaset cenahından Nazım Hikmet’e, bir Nazım Hikmet şiiri okuyarak el uzatma geleneği, ilginçtir ki Alparslan Türkeş’le başlar… Sürecin başı şöyledir:

1991’de, içinde PKK vekillerinin de olduğu SHP ile DYP koalisyon kurarlar ve MHP de bu koalisyonu destekler. O devir MHP milletvekili olan Muhsin Yazıcıoğlu ve bir grup arkadaşı buna itiraz ederler. İtiraz ettiği için de MHP’den koparılır.

Ve Alparslan Türkeş, SHP-DYP ve PKK iş birliğine sunulan MHP desteğini taçlandırmak için, 1994’teki MHP kongresinde bir Nazım Hikmet şiiri okur. Bu şiiri okuyuş gerekçesi de, ilginçtir:

“Bölücü gruplar Türkiye’nin birliği ve dirliğini tehdit ediyor. Ben Nâzım'dan İstiklal Savaşı ile ilgili bu şiiri okuyarak Milli Sol'a mesaj veriyorum, onlarla yakınlaşmaya çalışıyorum…”turkes.nazim.hikmet

Böylece “Şeriat benim dinim!” diyen Muhsin Yazıcıoğlu sistem dışına çıkarılmış ve “Kahrolsun şeriat!” diye gelen “Sol”a “milli” takısı da eklenmiştir!

 Aynı devirde MHP durmaz, bozkurt bandanalı kendi kitlesine, “Laikliğe Bağlılık Miting”lerinde “Kahrolsun Şeriat!” sloganları attırır ve MHP’nin Muhsin Yazıcıoğlu ile yeşillenmiş cephesine, o yeşili silmek manasına badana da attırır… Hatta Türkeş devrinin hemen ardından MHP, kendi Ülkü Ocakları ile PKK kamplarında Abdullah Öcalan’la içtima alan Doğu Perinçek’in Öncü Gençliğini, Ergenekon Paşası Veli Küçük’ün nasihatleriyle el ele tutuşturur ve Kızılelma Koalisyonu parantezinde onlara mitingler bile düzenletir!

O demden bu deme, Nazım Hikmet şiiri okumak, Alaaddin’in sihirli lambasını üflemekle eş anlamlı, sağcı-İslamcı siyasilerin bir geleneği haline gelir. Hani Kemalizm cini, siyaset sahasından silinmek istemeyen, üstüne bir de varlık göstermek isteyen sağcı siyasiye, Komünizm’in Nazım’ını işaret ediyor ve şiire davet ediyor…

Vaziyet aslında, namımıza “örtülü açık” olarak şudur:

-Cübbeli Ahmet Hoca’nın kulağına, meşhur türkünün “Hele eğil bir yol öpeyim!” ifadesine benzer bir ifadeyle “Hele bir fasıl Atatürk’ü öv! Sonrasına bakalım!” diyenler kimlerse, devir devir Nazım Hikmet şiirinde sağ siyasilere dev bir yol açma makinesi vehmettirenler de, aynı kişilerdir… 

Bunlar, rejimin, illa bir bünye de istemeyen, ruhudur!

Ama bugünlerde bu habis ruhun, zeballahi cinsinden bünyeleştiğini de kaydetmeliyiz… Nazım Hikmet, bir enternasyonalist idi. Vatan ve millet kavramlarının canını, yele veren bir enternasyonalist…

Hayallerinin şehri, Sovyet Rusya elinde vatansızlık ve milliyetsizlik şehrine dönmüş Beyaz Moskova idi. Orada ölmek istiyor, bu isteklerini şiirinden kusuyordu. Ama gelin görün ki; Nazım Hikmet’in, hikmet dışı nefsî bir denk gelişle kulağı yelleyen birkaç şiiri gösterilerek, ortaya dört başı mamur bir vatansever şair çıkarılır ve bu yolla ele geçen bakiyeyle bu topraklarda, sadece Öz Muhammedî İslam’a vatan hakkı tanınmaz!

“Komünizm’in ve Kemalizm’in İslam’ına tamam diyorsan dur, demiyorsan, öl!”

Heyhat! Kemalistini, Komünistini geçtik de, kendisini milliyetçi, dindar diye tanımlayan ve Nazım Hikmet şiiri okuyarak tribünlere gülücük saçan kimselere ne demeli? Belki; şunu demeli:

-Yarın öbür gün İmralı’dan, yosun kokulu memleket şiirleri yazıp da gönderirse Abdullah Öcalan, onu da “Ne de olsa vatanın şairi, şiirine bakalım biz!” diye yelleyecek misiniz?

Gerçi yelleme kararını onlar değil, Alaaddin yerine, Kemal’in lambasından çıkan Kemalizm cini karar verir ve güzel yurdumda, şahsiyet fikri ile fikrin şahsiyeti her daim yetim ve öksüz bırakılır, sadece şahsiyetsiz fikirler ve fikirsiz şahsiyetler alkışlanır!

Bu alkışlar da hep, Şeytan elinden çıkma… Fikrini ve elini, Şeytan’a kiraya verenlerin, ellerinden…

Son söz sadedinde; Nazım Hikmet, Komünist olmaktan ölene kadar memnun idi. Vatansızlık fikrindeydi ama Sovyet Rusya’yı vatanı görecek kadar Sovyet Rusyacı idi… Ölene kadar… Ölümünden kısa süre önce, el üstünde tutulduğu Sovyet Rusya’da vatandaş olmak için bir dilekçe bile kaleme aldı ve kalbi, kafası, geçmişi namına tapusunun kime ait olduğunu bizzat heceledi:

“Saygıdeğer Nikita Sergeyeviç

19 yaşından beri, yalnızca kalbim ve kafamla değil, geçmişimle de Sovyetler Birliği’ne bağlıyım. Bolşevik Partisi’ne ilk olarak 1923 yılında üye oldum. Ardından 1924 yılında yine Moskova’da, Türkiye Komünist Partisi (TKP) üyesi oldum.

1925 yılı başında Moskova’daki Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’ni bitirdim ve parti işleri için Türkiye’ye gittim. 1925 yılı sonunda, Ankara’da yer altı çalışmaları gösterdiğim için gıyaben 15 yıl hapis cezasına çarptırıldım.

Sonra, yine Moskova’ya döndüm. 1928 yılında Türkiye’de parti işleriyle uğraştım. O zamandan 1950 yılına kadar toplam 56 yıl hapis cezasına çarptırılmama rağmen toplam 17 yıl cezaevinde kaldım. Başta Sovyet halkı olmak üzere, ilerici insanların mücadelesi sonucu cezaevinden çıkarıldım. Ben sayılı komünist şairlerdenim. Çok mutluyum. Çünkü büyük Ekim Devrimi’nin beşinci yıldönümünü Moskova’da kutladım, şiir yazdım. SBKP’nin 22’nci kongresini kutladık. Bu nedenle de şiir yazdım.

Artık 10 yıldır Moskova’da yaşıyorum. Ailem de yanımda. Bütün Sovyet halkı gibi buradaki yaşama alıştım.

Saygıdeğer Nikita Sergeyeviç, yardım edin, ben Sovyet vatandaşı olmak istiyorum.

En iyi dileklerimle…

Saygılarımla…”

Şimdi bu Nazım, Türkiye’de İslam karşıtlığının sanat cephesinde bir sancak gibi dalgalandırılıyor. Onu Kemalistler ile Komünistler birlikte dalgalandırıyorlar, tüm İslam düşmanlarıyla beraber… Bir de kaydettiğimiz üzere, yaranmak duygusundan mı, eziklik duygusundan mı, Kemalizm cininin telkin durumundan mı bilinmez, ara ara bu sancağın altına giren ve nazımsız Nazım şiirleri okumak suretiyle, hikmetsiz Nazım’a selam çakan milliyetçi ve muhafazakârlar var…

Artık neyi muhafaza ettiklerini, hangi milliliği cilaladıklarını sanıyorlarsa…