Bu sayfayı yazdır

Eşcinsellik, Hastalık Değil, Sapıklıktır!

Yazan: 17 Mayıs 2020 5725

Başın başında söyleyelim; eşcinsellik, bir hastalık değildir, sapıklıktır! Oysa eşcinselliğin hastalık olarak kabulü, genellikle eşcinselliğe karşı tutum takınanların başvurduğu bir yol… Buna rağmen bu kanaat, kötü kediye taş atayım derken, kuş atmak gibi bir vaziyet belirtir… Taş ile ürküteyim derken, kuş ile semizlendirmekse, kavganın sonraki etapları için felaket…sayfa 1

Bu yanlış kanaat, bir karışıklıktan doğma… Doğuştan gelen bir hastalık olan ve herkesin de eşcinsellikle karıştırdığı şey, “Hünsalık”… Hünsa, doğuştan ya çift organlı doğan veya organ vaziyeti, erkek mi, kadın mı olduğunu ilk anda belli etmeyen kimse… Hünsalık, bir yapısal bozukluktur. Milyonda bir rastlanır. Buna rağmen, en eski İslam hukuku kitapları bile, hünsalığa bir başlık açar ve camiye gittiklerinde duracakları saftan, Hacc’a gittiklerinde bürünecekleri ihram şekline kadar hukuklarını detaylandırır… İslam, onların hukuklarını korur, çekinmez, onlara taş atmaz… Müşkülü, İslam hukuku çerçevesinde çözmeye çalışır, çözer de…

Tekrar ediyoruz; hünsalık, hilkatten gelen yapısal bir bozukluk… Oysa eşcinsellik, hilkatten gelmez, tamamen çevresel faktörlerden kaynaklanan, şehevî bir sapkınlık durumudur. Hangi katil, hilkatten katil doğar? Sonradan şartlar gelişir ve öldürmek için doğmamış insan, öldürür, hududu çiğner, çizgiyi aşar… Eşcinsellik de böyledir… Allah’ın, yerinde kullanılsın diye verdiği şehevî dürtü, yasaklı alana sarkar ve orada, “şehvet üstü şehvet” arayışına geçer… Yeme zevkini, günde üç kez değil de, otuz kez tatmak için, yedikten sonra parmaklarını boğazlarına sokan ve ihtiyarî kusan bazı Roma imparatorlarından söz edilir hani… Doyurulamayan, güdülemeyen şehvet hissi de, böyledir ve yeniden yeniden tadılmak için, öz ağzından yediklerini değil, Allah’ın verdiği şekli kusmaya çalışır. Hududullahı, insanlığını da aşacak şekilde aşar, mayınlı arazilere girer, patlar, bu patlamadan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmaz ve ortaya, sapmaktan vaki bir sapkınlık durumu çıkar.

Hırsızlık yapmak için girdiği mağazada, cansız mankenlere tecavüz eden bir madrabaz, herkese göre sapıktır da, gübre yolunda aşk arayan bir eşcinsel, aşıktır! Hastir!

Tekraren; Lut kavmi, hünsa oldukları için değil -zaten değillerdi!-, eşcinsel oldukları için helâk edildiler. Allah’ın, insan şehvetine çizdiği hudutları aştılar, erkekler, erkeklere tevessül etti ve helâk geldi. Yapısal bir hastalıkları yok idi, ruhî bir sapkınlık belirtmiş, bunu da maddeleri üzerinde tezahüre kalkmışlardı! Yapısal bir hastalık belirtmiş olsalar, muhatapları hekimler olurdu, azap melekleri değil…

Eşcinsellik, hastalık değil, sapıklık… Ama ona yanlış bir muarızlıkla hastalık bile deseniz, hemen sizi lince yeltenirler. Nerede, dünyanın hangi bucağında? Bu suale maatteessüf “Dünyanın hemen her yerinde!” cevabı verilir ama bu cevabın, bize eyvahlar ettirmesi gereken bir eki de vardır:

“Türkiye, dahil!”

Bakarsanız, mesela 2010 Mart’ında, Aile Bakanı Selma Aliye Kavaf’ın bile “Eşcinsellik hastalıktır!” dediği için bu lince muhatap olduğunu görürsünüz. İspata zaten gerek yok… İspatı, kısa bir hikâye halinde bütün teferruatıyla ortada duruyor…

Kavaf, 2009 yılında Viyana’da toplanan Avrupa Konseyi Aileden Sorumlu Devlet Bakanları Konferansı’na katılıyor. Ortak bir sözleşme için taslak görüşmelerinin yapıldığı bu toplantıda, Kavaf’ın karşısına “farklı aile formatları” diye bir kavram çıkıp duruyor. Bu kavramın aslında “Eşcinsel evlilik”, “eşcinsel aile” gibi sapıklıklara yer açmak için diplomatik bir itiş kakış olduğunu sezmesinden midir bilinmez, Bakan Kavaf, ortaya çıkan metne, -ki bu metin, İstanbul Sözleşmesi’nin ilk taslağıdır-  imza atmıyor ve Türkiye’ye dönüyor.safya 1 sonu safya 2 başı

 Balığın, zokayı “şimdilik yutmaması” diye tasvir edeceğimiz bu dönüş, eşcinsellikle ilgili Kavaf’ı göndere çekiyor. Ama dalgalandırılmak için değil, dalga geçilmek, hatta kendisinden geçilmek için… Eşcinsellik aleyhindeki mezkûr ifadelerini de işte, o zaman kullanıyor. Kullanıyor da ne oluyor, kaydettiğimiz üzere Müslüman Türkiye’de bile, Müslüman kimlikli Ak Parti’de bile hınca, lince muhatap oluyor.

Zira toplu bir şuursuzlukla Ak Parti, Kavaf’ın yanlışlıkla yutmadığı zokanın üzerine sofra sermeye hazırlanmaktadır! İstanbul Sözleşmesi’ne giden süreç hani…

Kaydettiğimiz üzere Kavaf’a linç ve hınç, yalnızca Kemalist ve eşcinsel örgütlerden gelmiyor. Ona, başta Ak Parti içinden çullananlar oluyor. Bu çulun temsil mikrofonu evvela düşük düzeyde Ak Parti kadın milletvekili Musruna Memecen’a tutuluyor. Memecan, adeta Bakan Kavaf’a kibar yolla sözlerini kusturacağını söylüyor:

“Bu sözler, eşcinselleri hedef haline getiren talihsiz sözlerdir. Bakan Kavaf’tan, bir açıklama yapmasını isteyeceğim!”

Hatta Musruna Memecan, Ak Parti’nin değil de, CHP’nin milletvekiliymiş gibi aynen şunları da söylüyor:

“Sayın Kavaf’ı da anlıyorum. O’nun gibi muhafazakâr yetişen insanlar böyle düşünebilirler. Ama eşcinsellere yönelik şiddeti daha da körükleyecek açıklamalar doğru değil…”safya 2 üst

Bu cümlenin manası aslında, fikrimizin dekoderine vurulmuş haliyle şudur:

“Şu Müslümanları anlıyoruz! İslam’dan böyle öğrendiler… Ama neticede öğrendikleri yanlış ve modern dünyaya uyumlu değil!”

Sonra mikrofonun tutulma seviyesi yükseltiliyor ve bu defa, Avrupa Birliği Başmüzakerecisi Egemen Bağışa uzatılıyor. Mikrofonu uzatan Alman Spiegel Dergisi, mikrofon uzatılansa gerçekte Türkiye’dir! Türkiye’ye, Egemen Bağış’ın ağzından verdirilen cevapsa şu oluyor:

“Ben, eşcinselliği hastalık olarak görmüyorum…”sayfa 2 en alt

Tabi bizim gibi sapıklık da görmüyor… Normal görüyor yani… Ve ekliyor:

“Fakat tarihçi olmadığım kadar doktor da değilim. Ayrıca Türkiye’nin muhafazakârlaştığını da düşünmüyorum. Sadece muhafazakârlar geçmişe göre daha çok görünüyorlar…”

Demogogluktan başka hiçbir fikrî temel belirtmeyen bu sualde aslında, doğru olan durum tespitleri de var. Mesela Türkiye, olana bakılırsa, gerçekten muhafazakârlaşmamaktadır. Zira Eşcinselliğe, bize göre hatalı bir tespitle eksik de olsa dirsek gösteren Bakan Kavaf’a, muhafazakâr kimlikli parti bu sebeple dirsek göstermiştir! Bu Anadolu değerlerini muhafaza değil, olsa olsa eşcinsel sapkınlığı muhafazadır!

 Selma Aliye Kavaf, başka sebepleri de vardır muhakkak ama 2011 Nisan’ında liste dışı kalıyor, milletvekilliğe aday bile gösterilmiyor. Yerine gelen yeni Aile Bakanı Fatma Şahin ise, adeta LGBT formatlı olarak geliyor. Zira “Yeni Anayasa” çalışmalarının yürütüldüğü günlerde, kadın alanında çalışan sivil toplum örgütlerini topluyor ve bu toplantıya ilk kez LGBT örgütlerini de davet ediyor. LGBT temsilcilerinin bütün sapıklıkları üzerlerinde, Kadın ve Aile Bakanı Fatma Şahin’in bütün ayak tozu da ayağının üzerindedir. Zira 2011 Temmuz’unda bakan olmuştur ve aynı yılın Eylül’ünde, yani sadece iki ay sonra bu toplantıyı tesis etmiştir. Hem de LGBT örgütlerine, “kadın alanında çalışan örgüt” rütbesi takmış olduğu halde…

Bir acele olduğu da, bu aceleye Şeytan’ın bizzat karıştığı da, doğrudur…sayfa 3

Fatma Şahin, Bakan olmadan iki ay önce (11 Mayıs 2011) Türkiye, İstanbul’da yapılan Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu toplantısında, İstanbul Sözleşmesini ilk imzalayan ülke olmuştur. Ve bu imzaya uygun bir saha elemanı lazımdır.

Fatma Şahin, işte o elemandır ve Bakan olduktan dört ay, LGBT örgütlerini devlet namına kucakladıktan sadece iki ay sonra, TBMM Genel Kurulu toplanıyor. 24 Kasım 2011’de…

Genel Kurul’un, bir de yabancı konuğu vardır. Dönemin, Avrupa Birliği Parlemantosu Başkanı Jerzy Buzek… İşte Buzek’in, kasıla kasıla Meclis’e hitap da edeceği o gün Genel Kurul’da, eski Bakan Kavaf’ın, ön taslak metnini “eşcinsel aile”ye kapı aralıyor diye yakın zaman önce reddettiği İstanbul Sözleşmesi görüşülecektir.

Görüşülür de… Oturumda, Ak Parti, CHP, MHP ve HDP’den (PKK) tam 246 milletvekili vardır, fare ile kedinin, kedi ile köpeğin, köpek ile de kurdun, orman koruluğundaki bir kahvehanede buluşmaları ve uysal uysal iskambil oynamalarındaki muhal vaziyet, dört parti ve 246 milletvekili için mümkün kılınır ve tek firesiz milletvekillerinin tamamı, İstanbul Sözleşmesi’ne evet oyu vererek onu kanunlaştırırlar.  Resmi Gazete’de yayınlanması da, 8 Mart 2012 tarihinde olur. Emme basma tulumbadan farksız kalkan milletvekili kolları, haberdar olunca sonradan mesrur ve meyus olanlarıyla beraber aslında, Türkiye’de LGBT flamasını göndere, aile kurumunu diplere çektiklerinden habersizdir!

Bu vakıadan sonra, soldaki ve sağdaki feminist furya, Fransa’yı değil, kadını yücelten Napolyon pozlarıyla orta yere serpilirler… İstanbul Sözleşmesi’ni etkin uygulamak için hazırlanan 6284 sayılı yasa, yüz binlerce erkeği evinden kovdurtmasına, kadına şiddeti azaltacağına arttırmasına rağmen, nedamet getirmezler. Soldaki azgın feminist tayfanın zaten canı cehenneme… Ailemize, namusumuza, dinimize, örfümüze toptan karşılar… Ya sağdaki feminist tayfa?

Bunlar, iktidar imkânlarından da yararlandıkları bir hengamda an itibarıyla, bütün bir milletin hedef tahtasına koyduğu İstanbul Sözleşmesi’ni halâ can siperane savunmaktalar. Milletin değil, Ak Parti’nin KADEM’i, bu yazıyı yazdığım an itibariyle “İstanbul Sözleşmesi”ni, “Toplumsal Cinsiyeti” savunmaya ve bunları eleştiren herkesi de kafası basmamakla suçlamaya devam etmektedir.

Ama tam da bu satırları yazdığım an, Ak Parti içinden bambaşka bir ses daha çıkar. TBMM’nin, İstanbul Sözleşmesi’ni kanunlaştıran 246 milletvekilinden biri, dönemin Ak Parti milletvekili Mehmet Metiner, tam tamına şöyle bir mesaj paylaşır:

“İstanbul Sözleşmesi’ni, Ahmet Davutoğlu, Genel Başkanımız-Başbakanımız iken bizim partimiz Ak Parti Meclis’e getirdi. Diğer partilerin tümünün onayıyla Meclis’ten geçti. Kendi adıma itirafta bulunuyorum: YANLIŞ YAPTIK! Eminim ki, oy veren vekil arkadaşlarımızın kahir ekseriyeti neye oy verdiklerini bilmeden el kaldırdılar. Sırf parti grup başkanvekilleri el kaldırdıkları için… Partilerin grup yönetimi kendi aralarında anlaşmış olmalılar ki, o anda bulunanların onayıyla kabul edildi geçti…”sayfa 4 başı

Mehmet Metiner’in bu itirafı kısaca:

-Pisliği, mislik zannettik ve pislik yaparak bu pisliği, Anadolu’daki her sofraya mislik olarak koyduk! Yanlış yapmışız!

 Türkiye’de, siyasetin fikirden ve kaliteden ne denli yoksun olduğunu da ortaya koyan bu itiraf, salt itiraf olarak bir kenarda duracak… Hani hırsız, müzeden emsalsiz kaşıkçı elmasını çalıyor, ceviz kırmakta kullana kullana onu yok ediyor, kırk yıl sonra mevzuya ayıkınca da “Yanlış yapmışız!” diyor… Yani bu itiraf, kaşıkçı elmasını geri getirmeyen, anlamsız bir itiraf… Ruh sofralarımızdan, İstanbul Sözleşmesi pisliğini kaldırmayan bir itiraf… Zira Mehmet Metiner de bugün, Ak Parti namına marş söyleyen kudretli bir vekil değil, Ak Parti’ye karşılıksız serenat yapan eski bir vekildir…

İstanbul Sözleşmesi hinterlandında volta vuran aktif vekillerin çoğuysa, öyle örfmüş, töreymiş, eşcinsellikmiş, çöken aileymiş gibi bir derde sahip değil… Haysiyetli fikirleriyle var değiller, Recep Tayyip Erdoğan’a “acıyı da söyleyen dost” değiller… Birçoğu, kazara Recep Tayyip Erdoğan:

“Kuran tahrif oldu, son Peygamber benim!”

Dese,

“Şerefsizim ben biliyordum! Gerçek!”

Diyebilecek kadar kuvvetli (!) bir bağla, parti hiyerarşisine bağlıdır… İçlerinden, Mehmet Metiner gibi “eski vekil” iken değil, aktif vekil iken huzura çıkacak ve:

“Efendim! Zamanında görememişiz! İstanbul Sözleşmesi’ni, nice Hristiyan ülke idareleri gibi biz de gözden geçirmeliyiz!”

Diyebilecek kimse çıkar mı, bilinmez… Huzura çıkamasa da, Recep Tayyip Erdoğan’a:

“İstanbul Sözleşmesi nas değildir, gözden geçirebiliriz!”sayfa 4 sonu

Dedirtense, vekiller değil, milletin ta kendisi olur… Hani şu KADEM’cilerin, haklarında “Anlamadıkları için karşı çıkıyorlar!” diyerek dolaylı yoldan cahillikle itham ettikleri, firasetli milletin…

Millet firasetli ama devlet nezdinde, bir avuçluk hacimleriyle KADEM Amazonları kadar itibarı yok… Zira birkaç yılda, sinesinde yangınlar çıkartacak kadar bağırır, çağırır, seslenir, yalvarır ama bir video kaydından da anlaşılacağı üzere Recep Tayyip Erdoğan’ı ancak şöyle bir kavşağa getirebilir:

“Ve bu anlaşmanın (İstanbul Sözleşmesi) imzalandığı dönemin hangi dönem olduğunu şöyle bir incelerseniz, o zaman iş zaten çok daha rahat ortaya çıkacak… Şu anda işte parti kurma çalışmaları yapan beyefendinin (Ahmet Davutoğlu) imzasının olduğu bir dönemdir. Ve bu İstanbul Sözleşmesi, köpürtülme olayı, bunun maalesef çok çok abartılıdır. Bununla ilgili zaten il teşkilatımız geçenlerde bünyede bir toplantı yaptıklarını il başkanımız söylüyor…”

Anlayacağınız, tenakuzlu bakış atılan bir kavşaktır burası ve burada edilen bu sözlerim özlü hali şudur:

“İstanbul Sözleşmesi, Davutoğlu’nun kazığıdır! Ama bu kazık da değildir, kasten kazıkmış gibi gösterilmektedir!”

Anlayacağınız, devletin, devlet başıyla beraber kafası karışıktır! Bu karışıklık geçene kadar, millî kültür atını alan at hırsızları, Üsküdar’ı geçerler mi bilinmez ama ahval, Üsküdar’a yaklaştıklarını haber vermektedir…

Hristiyanlık, bir din değildir. Yunan felsefesi ile Yahudi hurafesinin nikâhsız halvetinden doğma bir felsefe-hurafe karmasıdır. Roma paganizmi de, bunun içindedir elbet… Hristiyanlığa evrilirken feda edilmek istenmeyen nice pagan tanrı, Hristiyan azizlere transforme edilir. İngiltere’den İran’a kadar geniş bir sahaya yayılı putlar ve kültler, Yahudi hurafesiyle uzlaştırılır ve ortaya Hristiyanlık çıkar. Bu sebeple Hristiyanlık, dünyada Mutlak’ı temsil etmez.

Gene bu sebeple onda Mutlak’tan gibi duran her şeyin boyası akacak, sıvası dökülecek ve altındaki muğlaklık betonu ortaya çıkacaktır… Bugün değilse yarın, mutlaka…sayfa 5

Bizim “Hastalık değil, sapıklık!” diye vaziyetine dikkat çektiğimiz eşcinsellik mesela, Hristiyanlığın “Mortal Sin” (Büyük Günahlar) listesindedir. Buna rağmen Papa Francis, geçtiğimiz yıllarda eşcinselliğe karşı don gevşetmek zorunda kalır:

“Bir insan eşcinselse, tanrıyı arıyorsa ve iyi niyetliyse, ben kimim ki onu yargılayabileyim?'

Kısa ömrünün mühim kısmı jigoloların altında eskitilmekle geçen Oscar Wilde, eşcinsellikten mahkûm bir kimseydi ama ölmeden evvel, bir rahip tarafından Katolikliğe yeniden buyur edilmişti.   Ayrıca kendini, erkek erkeğe aşkı gerçek aşk sayan Yunan kültürüne atfediyor ve bu manada kendisini “Sokratik” olarak takdim ediyordu. Wilde, kendi şahsında, bütün muğlakların bir gün Mutlak aleyhinde birleşmelerini temsil ediyordu adeta… Bu birleşme, derinliği eser çapında bir tek tarafımızca ortaya konulmuş şeytanî bir projeye matuftu. Eşcinselliğe karşı gibi de dursa, Hristiyanlık, kökündeki Yunan ibneliğiyle bir gün el ele verecek ve dünyada Mutlak’ı bitirmek için işe koyulacak… Tez bu ve olan da bu…

Bakın, Kilise’nin, teorisindeki bu muğlaklık-çürüklük, aslında pratiğine de yansımıştır. Papa Francis, Kilise’de eğitim gören çocuklara tecavüz eden nice papaz için özür dilememiş midir? Fetöcüler bir zaman, bu argümanı tersine çevirmek ve en azından, hem kendilerindeki, hem de Hristiyanlıktaki pisliği örtmek bize:

“Çoğu Müslüman oldu! Vatikan’ın mahzenlerinde papaz abiler gizlice namaz kılıyorlar!”

Diyorlardı da, hatırlıyorum, öfkeyle onlara:

“Ne Müslüman olması ulan! Bence Vatikan mahzenlerinde ‘papaz abiler’ namaz kılmıyor, biribirlerini…”sayfa 6 üst

Diyorduk… Bizi boş verin, işte Fransız sosyolog ve gazeteci Frederic Marte’in dediği:

“Papa Francis’in etrafında bulunan üst düzey din adamlarının % 80’i eşcinseldir. Hatta Vatikan, dünyadaki en büyük eşcinsel topluluktur!”

 Bu kadar lafı, Hristiyanlık ya da başkası, yeryüzünde İslam’dan başkasının Mutlak’ı temsil etmediğini göstermek için ettik… Ve şu kıymet hükmünü serdetmek için:

“Eşcinsellik, sapıklıktır ve tam muzafferiyeti, İslamî sahada tek sandalye koyumluk da olsa kendisine yer açılması ile olacaktır!”

Böyle bakılınca zaten, eşcinsellik de, Şeytan’ın, bilinen tarih itibariyle Sokrates-Platon devrinden beri Allah’a savaşının en esaslı departmanlarından birini teşkil eder. Allah, insanı erkek ve kadın diye iki cins yarattı ve Şeytan, bu hakikati insan şahsında bozarak cinsi üçe çıkarmaya, hiç olmazsa teke indirmeye çalışıyor. “Eşcinsel gen”i bulmak için ne diye dünyalar dolusu paralar harcadılar sanki? İkisi de, mangasıyla beraber eşcinsel ve hatta pedofili Sokrates ve Platon, asırlar boyunca ne diye gözümüzde azizleştirildi sanki? Şimdi, iplerin ucunu birleştirmek ve arzda Mutlak’ı darağacına çıkarmak istiyorlar! Yani İslam’ı… Peki, her fırsatta Türkiye’nin, İslam dünyasının hamisi olduğunu haykıran Ak Parti hükümeti, bu noktada neler yapıyor?sayfa 6 orta

Maattessüf, müspet manada bir şey yaptığını söylemek muhal… Menfi manada zaten söylüyoruz, bir dünya dolusu halt işledi ve bunlardan da dönmek istemiyor, istese de, gereğini yapmadığı için dönemiyor. Kudretli İçişleri Bakanı Süleyman Soylu bile, ABD’nin Ankara’daki bir LGBT derneğine milyonlarca dolar para yardımı yaptığını, “iş üstünde basmış ve icabını yapmış” Bakan vasfıyla değil, “iş üstünde görmüş ve muruzunu çatmış” Bakan vasfıyla yapıyor. İcraat yok, şikayet var!

Hem bu dernekler niye açık, suçun ve suçlunun yaşam hakkını daraltmak manasına devlet ne gibi adımlar atıyor?! Avrupa Birliği’ne girmek ayağına, millî ruh bünyemizin kaç ayağına, kaç bukağı bağlandı da, hala bunlar sökülüp atılmadı!

Recep Tayyip Erdoğan, Avrupa Birliği ayağına zinayı suç olmaktan çıkardığını, bununla da yanlış yaptığını kabul etti. Ama bu yanlışları, ovunca lambasından çıkan ve ovunca lambasına giren bir cin gibi görmemektedir ki; ovduğu ve lambasından çıkarıp başa bela ettiği lamba cini için, elleri ve avuçları hala yerindeyken ovma hareketi yapmamaktadır.sayfa 6 alt

İş, İstanbul Sözleşmesi lambasından çıkan ve ovulunca yerine girmek yerine, cemiyetimizin kılcal damarlarına kadar sızmaya kalkan LGBT cini açısından da fecaat bir ahvale doğru evrilmektedir. Televizyon dizileri, eşcinselliği özendirici bir dünya dolusu görsel tuzakla doludur. En son Amerikalı Netflix’in Türkiye’deki internet kanalı, eşcinsel karakterine Osman, kendisine de Aşk 101 ismini koyduğu bir diziyi, Ramazan ayının ilk gününde gösterime sokacağını ilan etti. Anadolu, kendince tepkisini gösterdi. Günlerce bağırdı, çağırdı, tepki gösterdi ama değişen bir şey olmadı. Olmazdı da zaten, çünkü devlet idaresini teslim ettiği Ak Parti, bu tepkileri, bu diziye engel koyucu icraya çevirmek ve gereğini yapmak yerine, kendi inhisarında olan televizyon kanallarında bile bu dizinin günlerce, günde onlarca kez reklamının yapılmasını sadece izledi. Anlayacağınız Türkiye, ruh hudutları açısından savunmasız bir haldedir!

Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) ile elinde kısırı, kadın kuşağı programı izleyen bir kocakarının kurumsal ve bireysel resimleri yan yana konulsa ve altlarına da “Aradaki sekiz farkı bulun!” denilse, böyle bir bulmaca, çözülmesi zor bir bulmaca olacaktır. Radyo Televizyon Üst Kurulu bu manada, eskinin radyo ve televizyon üstlerinde duran dantelalardan bir fark belirtmemektedir! İnsan sağlığına zararlı diye buzlandırılan sigaraya karşılık, ruh temelimizi çökerten ne kadar görüntü varsa, ip donlu kadın kalçası, ön kabartmalı erkek donu, her türlü yalaşma-öpüşme-sevişme manzarası, Avrupaî yaşam tarzının yaşanmakta olan yaşam tarzıymış gibi dayatılması, yalan, gıybet, günah, cinayet, dedikodu, inançtan her türlü refuze telkinleri, dahası ve dahası, hepsine adeta projektör tutulmaktadır!

Ve eşcinsellik denilen sapıklık, habis bir ruh halinde bütün bu rezalet pastasının üzerinde, onun çileğiymiş gibi revaçtadır…

Haykırıyoruz: Devleti idare edenler, sıra kendi çocuklarına gelene kadar anlamamakta ısrar ediyor, nesillerimiz tehlikededir!sayfa 7 üst

Fatih’in İstanbul’u, LGBT örgütlerine Fatih Sultan Mehmet’cesine karşı konulmazsa, LGBT’nin de İstanbul’u olmak yoluna girecektir. İstanbul’da CHP’li Kadıköy Belediyesi, “LGBT’li çocuklar da vardır!” etiketiyle bir dizi çalışma yaptı, afişler yaptırıp her yana astı. Bu rezil vaziyet, CHP elindeki bütün belediyelerde ivme kazanacaktır.

Dışımızdaki pisliklerin, bizi madde ve ruh mafsallarımızdan timsah gibi dişledikleri bir hengâmdaysa asıl felaket, Ak Parti hükümetlerinin dışımıza karşı, süt dökmüş kedi tavrıyla arzı endam etmesindedir. Diyanet İşleri Başkanı, İslam’ın eşcinsellik ile ilgili görüşünü söyleyince Ankara Barosu’nun höykürmesi ve İslam’a hakaret etmesi karşısında, hükümet Diyanet’ten yana tavrı almıştır ama bu tavır, gene de dişleyen timsah değil, süt dökmüş kedi hanesine yazılıdır. Asıl timsah dişiyse, İstanbul Sözleşmesi’ni dişleyebilince ancak ortaya çıkacaktır. Çünkü Türkiye’nin öpüp de başı üstüne koyduğu İstanbul Sözleşmesi’ne göre Diyanet İşleri Başkanı tümden haksız ve Ankara Barosu, tam haklıdır! Ankara Barosu’na çatarak Diyanet İşleri Başkanı’na bu meyanda sahip çıkmaksa, her nasılsa kuzuyu kapmış kurda ricacı olup “Abisi, bu seferlik bağışla!” demekten farksızdır. Kanun nezdinde gerekli düzenlemeler yapılmazsa da, böylesi koyunlar, bizdeki kuzulardan daha çoğunu kapacak ve sindirecektir! Kanuni düzenleme mi?

Heyhat ki ne heyhat! Ak Parti feministleri, İstanbul Sözleşmesi’ni adeta İstanbul’u savunur gibi hala savunmaya devam etmektedirler. Ak Parti’nin genel serüveni de hala “Allah ne der?” mahyasına değil de, “Avrupa Birliği ne der, CHP ne der, seküler kesim ne der, Mor Çatı ne der!” tabelasına odaklıdır. Adeta efsunlanmıştır. Fikirsiz muhafazakârlıkla yıkılan şeylerin telafisi de, fikir olmadan mümkün olmamaktadır.

Maatteessüf Ak Parti özelinde ve Anadolu genelinde fikirsizliğin fondoteni, fikrin neşteri karşısında galiptir! İstanbul Sözleşmesi’ni, Türkiye’nin yüzüne güzelleştirmek için sürenler, onun ta böbreklere kadar ur yerleştirici zehrini ilk anda görmemişlerdir ama şimdi gördükleri halde, o kadar tükürüğü yutmamak için de dönememektedirler. Zararın neresinden dönülse kâr olacağı bu vaziyette halâ tükürmeye devam eden ve zarardan dönülmesini muhal kılmaya çalışan bir dünya dolusu tip vardır. Ak Parti destekli feminist muhafazakârlar, lamalara taş çıkartıcı halleriyle bu manada adeta bir tükürük mangası gibi halâ çalışmaktadır.

Onlar çalışadursunlar, Anadolu’yu temsilen biz söyleyelim:

-Bu kadar tükürük yutulamasa bu defa, yutamayanını boğacak!

Ahvalleri, tükürdüğünü yutup Hakk’a dönmekle, tükürdüklerinde boğulmak arası bir ahval belirtmekte…  Sözü sonlandıralım diye, vaziyetin ne idiğünü topluyoruz:

-Ak Parti, güzelleştirmek için fondoten sürdüğü surata bilmeden kezzap dökmüş, onu yaralamıştır, işin farkına vardığındaysa aynı suratı, gerçek fondoten sürerek iyileştirmek çabasına girmiştir! Bu sebeple ne yapsa da azmaya devam eden surat yarasına karşı üstelik, hiçbir neşter hamlesine davranıcı bir aksiyona da sahip değildir, mezkûr yaradan, yani LGBT yarasından ise sadece korkmaktadır!

Bir an önce Yaradan’a sığınmak ve bu yaradan kurtulmaksa, şarttır!

Kurtulmanın yolu belli:

Yaradan’a sığınmak ve LGBT’yi, Lût kavmi addettikten sonra, kanun yoluyla onun icabına bakmak… İcapsa, hatıra değil, satıra matuf… Avrupa Birliği’nin hatırı değil, Allah’ın, adalet kütüğünde işletilen satırı…

Namaz, vaktinde sahih olur… Laf, vaktinde fasih olur… Nasip, vaktinde talih olur… İcraat, vaktinde fatih olur… Eşcinsel sapıklığın, bir kurt gibi bizi her yanımızdan kokladığı bu vaziyette, o kimse ki (devlet mi desek?), sahih namaz için keraheti, fasih laf için sefahati, talihli nasip için sekaratı, fethe kadir icraat içinse mevzuatı kollar, mutlaka namazsız, lafsız, nasipsiz ve icraatsız kalır…

Eskiden, geç kalınan ve vakitsiz girişilen işlerin artık kıymetten düştüğünü anlatmak için argo bir fıkra anlatılırdı:

Seyahat eden bir adam… Mola veriyor ve bir ağacın dibinde uyuyakalıyor. Fıkra bu ya, cinsî sapık Kırk Haramîler de, oradan geçiyor. Ve seyyah adamın, namusuna visal için sıraya giriyorlar. Bir, iki, üç… Kemerini çözen çözene, bağlayan bağlayanadır ama adamın uykusu o denli ağırdır ki; namusu üzerinde horon tepilmesine rağmen uyanmıyor… On beş, on altı… Halt, devamda… Otuz üç, otuz dört… En nihayet, harama uçkur çözen haramilerden otuz dokuzuncusu, az evvel çözdüğü kemerini, işini de görmüş olduğu halde bağlamaktadır ki; seyyah adam uyanıyor, şöyle bir haline ve etrafına bakıyor, durumu anlayınca irkiliyor ve kılıcını kapıp, Kırk Haramîlerin kırkını da öldürüyor!

Fıkrayı anlatan argo lisanı, hikmet hecelediği bir burçtan şöyle fısıldıyor:

-Vakitsiz aksiyon, seni maksimum bir Haramî’den korur!

Ve vakitsiz her aksiyona, aksiyon olmayarak şu etiketi vuruyor:

-Otuz dokuzdan sonrası!

Söyleyin, LGBT mevzuunda Türkiye’nin, bir ağaç dibinde uyumadığını hangi vicdan ehli iddia edebilir? Üstelik Kırk Haramîler de, fıkranın değil, ahvalin kadrajına girmişken…

Gayrete gelelim ve “Otuz Dokuzdan Sonra” gelecek gayretten, Allah’a sığınalım…