Bahar Kalkanı Muzafferdir, Yaz Mızrağı Mukadderse!

Yazan: 28 Mart 2020 1659

2019 Eylül’ünde, “Son Kale” diye vasfettiğimiz İdlib için:

-Can, dönecekse buradan dönecek, çıkacaksa buradan çıkacak!

Demiştik... Aradan beş ay geçmiş ve Esed çeteleri, Soçi mutabakatına aykırı olarak gözlem noktalarımızı kuşatmışlar ve nihayet 2020 Şubat başında saldırarak, önce sekiz, sonra da beş askerimizi şehit etmişlerdi. Hatırlayın, Şubat boyunca, Türkiye’nin gösterdiği tepki de şu olmuştu:

-Şubat sonuna kadar Soçi sınırlarına çekilmezseniz, havada ve karada vurulacaksınız!

Şubat bitmek üzereydi ama Nusayri Esed ve Şii İran çeteleri, arkalarında Rus desteği, çekilmemişlerdi.

Böyle bir manzarada, çekilmedikleri gibi Şubat’ın sonunda bir taburumuza da hava saldırısı düzenlediler ve tam 34 Mehmetçiğimizi şehit ettiler. Türkiye’nin, “Bahar Kalkanı” ismini verdiği operasyonu böylelikle Şubat bitmeden başlamış oldu.

Yani kavgayı başlatmak, gene Türkiye’ye nasip olmadı. Bu manzarada Türkiye’nin vaziyeti, tam da:

“Köşene çekilmezsen suratını dağıtacağım!”

Dediği boksör için süre sayarken, burnunun üzerine koca bir yumruk yiyen boksörünki gibi oldu. Artık bu yumruğu atan kalleş boksörün, köşesine çekilmesi bir yana, köşesine gidilmesi ve köşesine gömülmesi şart olmuştu!

Aynı gün (27 Şubat’ta), Bahar Kalkanı operasyonu bu emelle başlatıldı. Hedef, Suriye sahasına yayılı bütün rejim unsurları ve destekçi milisleri idi. İlk gün 200’den fazla hedef top atışlarıyla vuruldu. Kısa günün pençeye gelen leş sayısı, 329 oldu! Yanan ciğere ilk anda, ihtiyaç duyduğu su serpilmişti. Ama yetmezdi…

Türkiye, savunmada kalan libero tafrasından bir an için sıyrılmış ve Suriye özelinde onu daima görmek istediğimiz “tam saha forvet hücumu” formuna girmişti. Özellikle Rus savunma kalkanlarıyla korunan ve asla girilemez denilen Suriye sahasına, “SİHA”larıyla sokulmuş ve seri gol vuruşları yapmaya başlamıştı. 5 Mart’a gelindiğinde, ruhuyla hakikatten refüze olmuş 3500’ün üzerinde Rafızî, cesediyle de hayattan refüze edilmiş, ayrıca Esed rejimine kullandırılan 3 uçak, 8 helikopter, 151 tank, 8 hava savunma sistemi ve onlarca zırhlı-silahlı askerî araç da vurulmuştu.

Rus ayısı ile dengenin de korunduğu bu bir haftalık süre, İdlib’den başka, Şam’a, Lazkiye’ye kadar uzatılacak bir hesap pençesini zihinlerde iyice tebellür etti. Rusya’nın kucağındaki ve İran’ın koynundaki kapatmalık Esed rejiminin, gerçek bir ordu karşısında sahada ne kadar da perişan olduğu görüldü. Bu esnada içeride Esed rejimini, tesis etmeye çalıştıkları rejimin bir prototipi olarak gören ve bu rejimin yıkılma ihtimaline karşı hakiki endişe terleri döken CHP ve hempaları boş durmadı, hükümetin iradesini kırmak için koro halinde “Suriye’de ne işimiz var?” isimli fahişe bestesini icra ettiler. Belki de bildiklerimiz ve bilmediklerimizle dışta olanlar ile fuhşunun her safhasını bildiklerimizle içte oldurulmaya çalışılanlar birleşti ve olmadık bir şey oldu, futbol nizamıyla, rakip savunmanın kademe anlayışı iyice çökmüşken ve ilk yarı bitene dek atılabilecek kadar gol atmak varken, Türkiye, kendisinden basketbol nizamıyla istenen taktik molayı kabul etti!

5 Mart günü, Türkiye, Reisi ve kurmay heyetini taşıyan bir uçakla Rusya yolunu tuttu. Türkiye, kapatmalık Esed rejimiyle değil, onu kapatan Rusya ile İdlib mevzuunu görüşecekti… Herkes bu defa, bu taktik molanın neler getireceğine ve kime yarayacağına odaklandı…

Kremlin’de aynı gün, uzun saatler süren görüşmeler tamamlandı. Ortaya çıkan mutabakat belgesi sanki de, uzun rauntlar boyunca rakibini döven, defalarca onu yere yıkan ve müsabaka hakemince kolunun yukarı kaldırılmasını beklerken, kendisiyle sadece tokalaşılan bir boksör inkisarını tahkiye etmekteydi. Böyleydi; çünkü Bahar Kalkanı Harekâtı, Esed rejimine karşı ya Soçi Mutabakatı sınırlarına çekilmesi, ya da omuzu üzerindeki başının uçurulması kaydıyla başlatılmış, hatta bir haftada rejimin topuklarından başlayan budama harekatı, baldır bacak, göbek çanak derken tam da baş hizasına gelmiş ve herkes Türkiye’nin, bu anda yapılan bir ateşkesten asgari “Soçi sınırları”nı kotaracağını beklemişti.

Oysa Kremlin’de imza edilen mutabakata göre Türkiye, İdlib’in yarısını Esed rejimine bıraktı! Kavganın cıngar odağı Serakib ve Maaratü’l Numan, Han Şeyhun gibi beldelerden başka, Soçi Mutabakatına göre kurduğumuz 12 askerî gözlem noktamızın 8’i de Esed rejimine bırakılan topraklar içinde kalmıştı. Ayrıca İdlib’in rejim eline düşen bu yarısıyla, muhaliflerde kalan diğer yarısı arasına, M-4 karayolu esaslı ve genişliği 12 kilometre olan bir tampon bölgenin kurulması ve Rus ile Türk askerlerinin burada ortak devriye atması imza edilmişti… Hem Suriye direnişinin ruhî ve maddî sembol merkezlerinden olan Cisr Eş-Şuğur beldesi de, bu tampon bölgede olması hasebiyle, direniş ekseninden çıkacaktı…

Daha da basitleştirelim:

Sinsi bir tilki, girmemesi gerektiği bir kümese gizlice girse ama yakalansa, bu sebeple bir dünya sopa yese ve tam sopa altında can verecekken araya girilse ve araya girenlerin himmetiyle onunla bir kümes protokolü yapılsa, duruma şahadet eden herkes herhalde asgarî, bir daha kümese yaklaşmaması noktasında tilkiden bir teminat alınacağını umar ama hiç kimse asla, kümesin yarısının tilkiye verileceğini ummaz!

5 Mart’taki Kremlin görüşmelerinde Rusya ayısı, Suriye tilkisi Esed’e, hele de Türkiye’den esaslı bir sopa yemişken, Soçi Mutabakatı aleyhine işgal etmeye kalktığı İdlib kümesinin yarısını almıştır!

Hayata midemizden bağlı değiliz… Türkiye, doğduğumuz, duyduğumuz topraklara havidir, vatanımızdır ama Türkiye’ye de, midemizden değil, ruhumuzdan bağlıyız… Türkiye bizim için adeta, ruhlar vatanının dünyadaki izdüşümü… Böyleyken hadiseye, hayata midesinden bağlı fikir-gazeteci esnafları gibi yaklaşamayız… Bu sebeple, Türkiye’nin bu mutabakat ile başka hesabı var mıdır, bu bağlamda bu mutabakat, bilinmedik ve söylenmesi de şimdilik imkânsız başka problemlere vakıf mıdır, bilemeyiz… Biz, mevcuda ve aleniye, fikir haysiyetiyle bakıyor ve sadece millî-İslamî bir menfaat hissiyle konuşuyoruz. Yoksa gelene ağam, gidene paşam diyici ve her ne konuşursa konuşsun, daima anlık menfaatini kollayıcı fikir esnaflarından beriyiz…

Buyurun, inhisarına koca bir gazete verilen böyle bir fikir esnafının, evvela Bahar Kalkanı sürerken paylaştığı mesajına bakın:

“Hiçbir güç, hiçbir masa, hiçbir teklif, hiçbir yeni oyalama taktiği Türkiye’yi durdurmamalı… Bir kez daha durursak daha kötüsünü yapacaklar… Lazkiye, Halep, Kamışlı hattında gereken yapılmalı… Geri dönüş intihardır… Bahar Kalkanı amacına ulaşmadan durmamalı…”

Şimdi de, sadece birkaç gün sonra, 5 Mart’ta Kremlin’de ateşkes imza ediklince paylaştığı mesaja bakın:

“Moskova’da 6 saat süren Erdoğan-Putin görüşmelerinden sonra:

-Rusya ile işbirliği devam edecek.

-İdlib’in statüsü artık değişmiştir.

-Bu gece 24’te ateşkes başlıyor.

-Rejim gene saldırırsa Türkiye ağır cevap verecek…

Olması gereken oldu…”

Ve şimdi de; fikir haysiyetinin, mücerret halde duran ve hiçbir müşahhas mahlûkun inhisarında olmayan tablosuna bakın, utanın, sonra da bu tiplerin, sayısı ve imkânı hiç de az olmayan zümresine tek kroşelik tek bir soru sorun:

“27 Şubat’ta rejim saldırıp da 34 Mehmetçiği şehit ettiğinde, Türkiye ağır cevap vermek için Rusya’dan izin mi almıştı da, içinizdeki tenyaların rızkı için kıvranıyor, mide rejiminizin salah ve bekâsı için yırtınıyor ve temelsiz zafer vaveylaları atıyorsunuz?”

Hakikate değil, kükümete-otoriteye göre kalemini ayarlayan bir fikir esnafı, etini satarak hayatını kazanan bir fahişeden daha adi ve daha yıkıcıdır. Ama daha adi ve yıkıcı olan bir şey varsa, o da, politikalarını bu fikir esnaflarına bakarak ayarlayan bir hükümet-otoritedir. İlk modelin Türkiye’de foseptiği zaten patlamıştır… Umudumuz, hükümete-otoriteye matuf ikinci modelin, teşekküle gelmemesi… Zira ilkinin foseptiği sadece ortalığı kokutacakken –kokutuyor!-, ikincinin teşekkülüyle memleket batar… Aman batmasın diyelim ve “5 Mart İdlib Mutabakatına” dair kıymet hükmümüzü konduralım…

Soçi mutabakatına rağmen, Esed rejimini İdlib’e doğru üç sinsi emel sürükledi:

- Dört milyonu aşkın bir mülteci akınıyla Türkiye’nin başını iyice belaya sokmak, Recep Tayyip Erdoğan’ı bu yolla devirmek ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun başına geçeceği Türkiye’nin keyfini sürmek…

-Bakiyesi İdlib’e toplanmış ve “terör örgütü” parantezine alınmış muhalif gruplarla Türkiye’yi çatıştırmak, bu yolla bir taşla iki kuş vurmak…

-Muhaliflerin, rejim kursağında kalmış son kılçığını da tükürmek…

Esed rejiminin ilk emeli, Türkiye’nin kararlı tutumu sebebiyle pratikte gerçekleşmedi. Ama yok edilemedi de, teorik bir emel halinde sadece ötelendi.

İkinci emeli de, pratikte gerçekleşmedi ama Soçi Mutabakatında olduğu gibi “5 Mart İdlib mutabakatı” içine de teorik bir kazanım olarak koyuldu. Buna göre Türkiye, “İdlib’deki terör gruplarının ortadan kaldırılmasını” kabul etti… Ve bu kabul, nasıl’ı olmayan ve bu sebeple Türkiye namına gene “halı dibine süpürülme” ifade eden bir mana taşımakta…

Üçüncü emeli de, İdlib geneline saplı muhalefet kılçığının en azından yarısını, İdlib’in yarısını almak suretiyle boğazından sökmüş oldu.

An itibariyle Türkiye’nin, Suriye muhalefetiyle birlikte Suriye topraklarındaki hâkimiyet oranı % 6’ya geriledi. Bu orana, Fırat Kalkanı, Barış Pınarı, Zeytin Dalı harekâtlarıyla alınan yerler de dahil… ABD ve kucağındaki PKK’nın elindeki Suriye toprağı ise % 26… Rusya ve kucağındaki Esed rejimi ise Suriye’nin % 66’sını ellerinde bulunduruyorlar. Bu tablonun ihtar ettiği acıtıcı gerçek şudur: Türkiye, dokuz yıldan bu yana Suriye yamacından, ovaya doğru değil, uçuruma doğru, üstelik geri geri ve adım adım itekleniyor…

Olmuş bitmişler yönünden bu manzaranın –fikir esnafları hariç!- içini karatmadığı tek bir vatan evladı olabilir mi? Olamaz…

Olması muhtemeller yönünden iç açıcı tek bir ihtimal ise “5 Mart İdlib Mutabakatı” içindeki şu maddenin omuzlarında durmakta:

“Türkiye, kendisine rejim tarafından bir saldırı yapılırsa karşılığını verecek…”

Bu saldırı olacak mı? Bu suale cevap vermeden evvel, bu mutabakatın gerçekleştirilebilirlilikten uzak olduğunu kaydetmeliyiz. Bu mutabakat gerçekleşemez, çünkü bu mutabakatın kulesi, gerçekten mutabık olunmuş bir temel üzerinde yükseltilmemiştir. İdlib Mutabakatı, beton görüntülü karton bir temel üzerine yerleştirilen, mermer görüntülü bir kuledir ve ilk rüzgârda muhakkak devrilecektir…

Zaten Esed rejimi, Rusyasız bir aktif savaşta pelte pelte döküldüğünü görünce zaman kazanmak istemiş ve Rusya eliyle sağladığı bu mutabakatı, durulmak için değil, daha da kudurmak için bir mola olarak addetmiştir. Sireti, yırtıcı familyasından aslana değil de, köpeğe denk düşen vasfıyla “Esed”, bu molayla “Esad”, yani mutlu olmuştur. An itibariyle, mutabakat hatlarına, İran koordinasyonuyla dünyanın her yerinden yeni Şii militanlar taşımaktadır… Sadece bu mu? Rusya da, muhakkak yeniden başlayacak çatışmalar için bölgeye ağır silahlar sevk etmektedir. Bunlar, gizli değil, alenen icra edilen şeyler…

Türkiye’nin de, İdlib’e askerî sevkiyata devam ettiğini cümle âlem biliyor. Böyle bir manzaraya, bu yanından, Suriye muhalefetini teşkil eden mücahid grupları ve diğer yanına, türlü türlü renkleriyle rafızî grupları koyun ve eğer ahmaksanız, bu bölgede yeni bir çarpışmanın olmayacağını iddia edin…

Bugün değilse yarın, yarın değilse öbür gün, bu yandan ya da öbür yandan beklenen fitil ateşlenecek ve daha büyük bir cıngar kopacak… Bu kesin… Bu manada, Türkiye için an ve istikbal istikametini şöyle özleştirmek de mümkün:

“Bahara Kalkanı muzafferdir, Yaz Mızrağı mukadderse!”

Yani 3500’ün üzerinde rafızî leşini bir haftada yere seren Bahar Kalkanı harekâtı, askeri açıdan başarılı olmuştur, onu duraklatan İdlib Mutabakatı ise herkeste diplomatik bir burukluk doğurmuştur ama eğer bu duraklama, Bahar Kalkanı’nı bir sonraki safhada ve ilk fırsatta, Şam ve Lazkiye’ye saplanacak bir Yaz Mızrağı’na evirmek niyetine haviyse, tadı damağa içtikten sonradan gelen meyan şerbeti gibi aliyy-ül alâ olmuştur, inşallah olacaktır…

Bu manada mesele, Türkiye’nin, 5 Mart İdlib Mutabakatını imza ederken, kaleminin ucunda bu hakikate içkin niyeti taşıyıp taşımadığında düğümlenmekte… Çocukluğumuzdan kalma bir aforizmadır:

“Ağlamayana peppe yok!”

Yani ağlamayan, sesini yükseltmeyen çocuğa ekmek bile verilmeyecek bir dünyada yaşıyoruz ve bu dünyada istikbali, düşmanın olmayan vicdan ve adalet hissi değil, silahın namlusu gösterecektir…

Bugün CHP ve hempaları “Yurtta sus, İdlib’de sus!” diye yaygara yaparak asırlık ve saklı esaretimizi sürdürmek derdindeler… Recep Tayyip Erdoğan, resmî ideolojiye rağmen varlık belirten siyasi kimliğiyle, bu esareti kırmak yoluna düşmüş vaziyettedir… Yurtta susmuyor, cihanda da susmuyor ama gerek iç muhalefetin, “Bülent Arınç hissiyle” dev aynasına aktarılan ve kendisinden haddinden fazla çekinilen varlığı, gerekse dış düşmanın, asırlık ve küçüklük psikolojisiyle tanrılaştırılmış cürmü, O’ndaki bu vaziyeti de yer yer sekteye uğratabiliyor.

Bu da, kendi partisini fikirsiz muhafazakârlıktan, Kemalizm partisini de aktif muhalefetten düşürememesinin, Türkiye’ye kesilmesi muhtemel faturası…

Bu fatura kesilsin istemiyoruz, istediğimiz, fikirsiz ve hımbıl dindarlık hissinin, fikre bürünmesi, pervadan soyunması ve böylece İslam’ı muhafaza ile beraber Kemalizm’i devirme safhasına girmesi… Suriye’de dokuz yıldır bizi sakil bırakan şey, her şeyden öte olmayan-olamayan bu vaziyet idi… Recep Tayyip Erdoğan’ın, bu vaziyeti yenmesiyle, Türkiye’nin Suriye’de yenmesi, ruh ve beden dilemması belirten tek bir bütündür…

Burası Türkiye… Ordumuz, Suriye sahasına girince “Ne işin var Suriye’de?” diye yaygara yapanlar, ateşkes mevzu bahis olunca “Niye ateşkesi kabul ettin?” diye yaygaralarını sürdürürler ama kimse de bunların yüzüne tükürmez, çünkü ne ehil bir tükürük taifesi vardır, ne de bunların tükürülecek bir yüzleri…

Az evvel donuna koy verdiğini, acıkınca yemeye başlayan, böylece ifrazî bir kısır döngüyle yaşamaya çalışan bir adam, belki birkaç gün sonra ölür ama Türkiye’deki manası bu adamdan fark belirtmeyen muhalefet, bir türlü ölmez, öldürülemez…

Bunlar, Üstadımızın, “iktidarı düşürmek için vatanı düşürmeye razı” dediği muhalefettir ve CHP merkezli bir ihanet kapsamı belirtmektedir. Ergenliğinde izlediği mafya filmini, yolgeçen hanı olmuş siyaset arenasına taşıyan ve “Askerimizi Rusya vurdu, öyleyse Putin Türkiye’ye gelmeli! Ne işi var Cumhurbaşkanının Moskova’da!” diye politik ifrazat tepeleyenler, donlarına değil de, ekranlarımıza pislerler ve aynı ekranlardan kısa süre sonra kendi ifrazatlarını yerler ama bunlara kimse yüz buruşturmaz, çünkü bu pisliği sezecek ehil mide sahipleri de pek yoktur, böylelerinin bağırsaklarını düğümleyecek feraset parmakları da…

Bir de tabi, böylelerindeki tenakuzu, bufalo idrakiyle faş etmeye çalışırken, çimenlerle beraber feraset çalılarını da ezen iktidar yanlıları var…

Bunlar, savaştan evvel savaşa hayır deyip de, savaş sonlanınca ne için savaşılmadığını soran kronik ve hain muhaliflere tükürürler ama tükürüklerinin yarısı, savaştan evvel savaşa evet deyip de, savaş maksadına erdirilmemişken ne için savaşılmadığını soran millî vicdanlara temas eder ama bunların gene de umurlarında olmaz. Çünkü bunların nezaket çapları, anlık takdir edilmek için iktidarı yalamaya odaklıdır ve tüm yalloşluklarıyla bunlar, çayır, çimen, çalı, kuzu demeden önlerine çıkan her şeyi silip yıkarak ilerleyen bufalolardan daha rikkatli, faris ve nazik değildirler…

Dergiler

Servet Turgut'un Kaleminden

© 2022 Seriyye Dergisi