Bu sayfayı yazdır

Pagan Ayı Kasım'da Heykel Fıkhı

Yazan: 02 Aralık 2019 2567

İlkokul birinci sınıfta ve emsalim bir arkadaşımla, zeminine çakıl serili okul bahçesinin bir köşesine çekilmiş, Mustafa Kemal heykeli önündeki öğretmen ve öğrenci kalabalığına uzaktan bakıyor ve onları “Puta tapınmakla” suçluyorduk… Yaşımız henüz altı… Havsala yakıcı bu hatıramın tam orta yerinde, arkadaşıma heykel önünde tepeleştirilmiş çiçek yığınını göstererek ettiğim şu lafı ise unutmam imkânsız:

“İşte bak; şu çiçekler de aynen putlara kesilen kurbanlar…”

Babam; öleli beş yıl olmuştu… Annem ancak ilkokul beşe kadar okuyabilmişti. Kocakarı imanıyla yatmadan yüksek sesle okuduğu ve tekrar ettirerek bana da okutturduğu süreler ya da abdest aldırırken tekrar ettirdiği dualar, annemin belki de toplam ilmini teşkil etmekteydi. Yani ailemde bana Kemalizm’in kara ciğerini gösterecek kimsem yoktu. Ama işte ailemde bana Kemalizm’i ciğerime bastırtacak kimsem de yoktu! Annem, ciğerine basılı Allah ve Resulü’nü benim de ciğerime bastırınca belki de bilmeden, Anadolu’daki her ciğere bir ur lekesi gibi baskın vermek emelindeki şeytanî heyulayı da ben özelinde engellemişti! Hamd olsun!

Aradan geçen şu kadar yıl… Çakıl serili okul zemininin o köşesinden günümüze bakıyor, vatanın her köşesinde zihin zeminlerine Kemalizm çakılan ve Mustafa Kemal heykelleri önünde secde ettirilen körpe çocukları görüyor, Kemalist-Laik-Seküler rejimin devlet aygıtı içinden halâ millete analık cakası sattığına şahitlik ediyor, sonra bu dev organizasyon karşısında, devliği ancak iman dolu yüreklerinde bulunan ferden ferda ve garip analarımızı fark ediyor ve matematik belirtmeyen bir muhasebe hissiyle Allah’a yakarıyoruz:

-Rabbimiz! Devliği iman dolu yüreklerindeki analarımızı, devliği, dev imansızlaştırma organizasyonunda beliren Kemalizme karşı muzaffer kıl!

Antik Yunan Çağı’nda kehanet tanrısı Apollon’a kehanet danışmak isteyen bir kimse, zahmet edip Apollon Tapınağı’na kadar gitmek zorundaydı. Çünkü Apollon, bu tapınaklardaki kâhinlere tecelli etmekteydi, onların ağzından konuşmaktaydı, mahfili orasıydı, oradaydı, yani öyle inanılıyordu.

Ya da sağlık Tanrısı Asklepios’tan şifa dilenen bir kimse, Asklepios tapınaklarına gitmek ve orada bir süre kalmak zorundaydı. Asklepios’un, tecelli mekânı da oralardı, şifayı arayan, mekânına gitmeliydi, zira Asklepios oradaydı, yani oralarda olduğuna inanılıyordu.

Cahiliye devrinde müşrikler, Allah’ın varlığına inanıyor ama işte Allah’a birtakım putları ortak koşuyorlardı. Kırmızı akikten Hubel, altın kol takılı vaziyetiyle en büyük putlarıydı, kutsal mekân Kâbe’nin içinde durmaktaydı. Ama Hubel, Amr bin Lühayy eliyle Suriye’den getirilmeden de kutsaldı, zaten kutsal olduğu düşünülerek getirilmişti ve işte Hubel’den medet uman ve onun çizdiği istikamete ihtiyaç duyanlar zahmet etmeli, yanına kadar gelmeli ve önünde her daim hazır bulunan yedi adet fal okunu kullanmalıydı.

Brahma isimli evrensel bir ruha inandıklarını söyleyen Hindular bugün halâ, Brahma’nın yansısı olduğunu söyledikleri birçok puta taparlar, hatta putlarını bizzat yapar, kendilerine hususi kılar, köylerinin girişinden evlerinin içine kadar her yeri, bazen her bir ev ferdine ayrı ayrı düşecek sayıda ve türlü şekil ve surette putlarla doldururlar. Her halükarda bu putlar, Brahma’nın, ya da onun başka yüzleri olan ve birlikte Hint Teslis’ini oluşturdukları Vişnu’nun ya da Shiva’nın yansısıdır, evrensel ruh içlerine doludur, haliyle onlardan selamet dilenen her bir Hindu da onların ayaklarına gitmek zorundadır.

Sümer, Akad, Babil,  Anka, Mısır, Roma, Pers, Hitit, Vinka, Hurri… Bütün tarihi ve bütün arzı dolanın, Allah’tan kopmanın mantıksızlık üstü mantıksızlığı olan putperestlik fikrinde, kendi içinde gene de bir mantık bulacak, en nihayetinde en üst yaratıcı ya da en üst yaratıcıya ortak mesabesindeki bu putlara, zatlarındaki metafizik bir kudrete binaen kudret atfedildiğini görecek ve merkezde onlar olduğu halde insanların etraflarındaki halkalanmalarını bir yerde normal karşılayacaksınız…

Şimdi de bütün tarihi ve bütün arzı bir kenara bırakın, bize, heykel etrafında halkalanmak şeklinde icra edilen resmî törenlerimize bir bakın ve onda bütün insanlık tarihi boyunca teşekküle gelmiş putçuluk fikir ve fiillerindeki kadar olsun bir mantık olup olmadığını kendi kendinize sorun… Buyurun manzaraya:

 Resmi bayramlarda il valisi, milletvekilleri, garnizon komutanı, belediye başkanı, baro başkanı, rektör, siyasi parti il başkanları diye uzayan il protokolü, istiflenmiş halk kitleleri ve destelenmiş afili çelenkleriyle şehirlerindeki Atatürk heykeli önünde sıralanıyorlar ve istiğrak halinde çelenklerini heykele sunuyorlar.

Peki, az evvel giriştiğimiz kısa putçuluk analizinden sonra soralım:

“Protokolü teşekküle getiren devlet aygıtına göre bu heykellerin zatında bir kudret vehmedilmekte midir?”

 Normalde hayır… Laik-Seküler-Kemalist tavrını halâ muhafaza eden devlet, ne bir kıble, ne bir yatır, ne bir sunak, ne bir kutsiyet mahfilliği belirtmeyen ve her biri, şehrin boş bir meydanına ya dikilmiş, ya da dikildikten sonra etrafında şehri teşekküle getirmiş beton heykellerin zatında ne diye bir kudret vehmetsin ki? Ne Apollon tecelli edecek, ne Vişnu yeni bir avatarla üzerine inecek, ne de Hubel bu heykellerin önündeki fal oklarına istikamet tayini verecektir.

Öyleyse koca koca adamlardan müteşekkil devlet erkânı, sanki de bunların hepsi olacakmış gibi beton heykellerin gözleri içine istiğrakla ne diye bakıp selam çakıyor ve adeta tüm devlet protokolü beton heykellere içtima veriyorlar?

Fiiliyatta durumun ne idiğü ortada da, kimse kaydettiğimiz bu nazarla bakmadığından belki de bu manzaradaki manasızlığı görmüyor, göremiyor.

Görelim, gösterelim mi?

Heykellere çelenk takdiminde tabi, herkes kafasına göre hareket edemiyor. Bizzat devletin bu konuda yürürlükte olan bir yönetmeliği var. İsmi de şu:

“Resmi bayramlar ve anma günlerinde ANITLARA KONULACAK ÇELENKLERİN hazırlanma, taşınma ve sunulması hakkında yönetmelik…”

Tıpkı antik bir tapınak sunağının kayalara işlenmiş kurallarını andıran bu yönetmelik, daha baştan ve ilk maddesiyle “anıt” dediği heykellere sunulacak çelenkler için ortaya bir fıkıh koyacağını ihtar ediyor:

“Madde 1 – Bu Yönetmeliğin konusu; Resmi Bayramlar ve anma günlerinde çeşitli kamu kuruluşları, gerçek ve tüzel kişiler tarafından yaptırılan çelenklerin hazırlanması, taşınma ve ANITA SUNULMASININ bağlı olduğu esasların saptanmasıdır…”

Üstelik etrafında vecd ile halkalanılan Atatürk heykeline öyle kırdan toplanan bir buket papatya da sunamıyorsunuz. Hepsi heykel fıkhında tespitli:

“Çapı veya kenar ölçüsü 1.50 metreyi geçmemek üzere kare, dikdörtgen, daire, oval, ay, ay yıldız, yıldız ve benzeri biçimlerde ve doğal çiçek sağlama olanağı yok ise, yapma çiçeklerle donatılarak hazırlanabilir. Ancak kuruluşların olanakları elvermediği takdirde bunlar madeni, ahşap ve benzeri malzemeden yararlanılarak semboller halinde yapılabilir. Yerden yüksekliği, her halükârda ayaklar dâhil 2.00 metreyi geçemez, üzerinde veya onu çevreleyen kırmızı - beyaz renkteki bantta yaptıranın adı veya yaptıranların simgesi bulunur…”

Hem yönetmelikte çelenklerin resmi sunağı da resmen şehirdeki Atatürk heykeli olarak belirlenmiştir:

“4. Bölüm: SUNMA YERİ: Madde 18 – Çelenklerin sunuş yeri, kutlama veya anmanın yapıldığı yerdeki Atatürk anıtı veya büstüdür. Bunlar yok ise Cumhuriyeti, Ulusal Bağımsızlık Savaşını temsil eden veya şehir ve kasabanın kurtuluş günü adına dikilmiş anıtlar, sunuş yeri olarak kabul edilir…”

Tören günü –ayin günü de diyebilir miyiz?-  çelenk kıtası ve kortej, tören saatinden en az altı dakika önce (İşte fıkıh budur; zira neden beş ya da yedi dakika değil diye soramıyorsanız, orada fıkıh vardır!) heykel –sunak da diyebiliriz!- önünde olmalıdır!

 Bu da ne ki; 20. madde, çelenk kıtası ve kortej için adeta tören kıblesi tayininde bile bulunmaktadır:

“Anıtı karşılarına alarak dururlar…”

21. maddede sanki de iftidah tekbiri gelecekmiş gibi bir vaziyet var iken, karşısında protokole göre üçlü veya beşli sıralanılan heykele, çelenklerin nasıl sunulacağına dair detaylar gelir. Hangi çelenk heykelin hangi yanına konulacak, onları kim koyacak, heykele nispeten çelenkler biribirlerinin neresine koyulacak, onları kim koyacak, kim neyi nenin neresine koyacak, bunların tespiti… Salaş ve sallapati sanmayın, heykellere çelenk sunum fıkhı, kendisinden Antik Çağ kokusu gelecek kadar özenlidir:

“Anıtın ön yüzü dolduğu takdirde önce sağ, sonra sol yüze eşit sayıda çelenkler konabilir veya sunuşa yarım daire biçimi verilebilir…”

Nefesler tutulmuş olduğu halde iki asker veya polisin, mülki amirler önünde taşıdığı çelenkler,  önünde sıralanılmış heykele sunulur, heykele kalpten çıktığı izleyenlere de hissettirilen selamlar çakılır ve çelenk fıkhı aynen uygulanmaya devam edilir:

“Çelenk taşıyıcıları, sunuştan sonra anıt önünü hemen terk etmekle yükümlüdürler…” (Madde-22)

Sonra bir dakikalık saygı duruşu gelir ve tören bitme aşamasına doğru meyillenir…

Şimdi; aklınızı sadece tek bir kıymet hükmüne varmak ve tek bir soru sormak üzere siz meyillendirin:

-Kuzum! Antik Yunan Çağı’ndan Dandik Modern Çağ’ımıza kadar bütün tarihi ve bütün arzı tarasak, kuyruğu, bizdeki gibi putperestlikle tam materyalizm arasında sıkışmış başka bir devlet aygıtı gösteremezsin! Selam çakılıp ön iliklenen heykele tam kudret ve kült kutsallık atfedilse ve bifiil ona tapınılsa şu yapılanlar anlaşılır da, hem bu atıfta bulunmadığını söyleyip, hem de alelade yerlerde bulunan beton heykeller önünde ahmakane dizilmeyi ve onlara afili çelenkler takdim etmeyi kim ve nasıl anlasın?

Hoş, anlaşılamadığı için devletin kuyruğu, milletin kara talihiyle beraber Paganizm ile Materyalizm arasında sıkışık ya…

Paganizm ile Materyalizm arasına asırlık tarihimizi sıkıştıransa, elbette Kemalizm…

Kalpleri ve kafaları irin doldurmaya yeminli bir rejimi, heykel ironisi üzerinden muhafaza lisanıyla sarmalasak, ortaya vasatî şöyle bir lisan geyiği çıkmaz mı:

Mukaddes topraklarımıza ilk kutsal Mustafa Kemal heykeli 1926’da, İstanbul Sarayburnu’na dikildi. Bu heykelin üç metrelik bir azamete ve namütenahi hikmetlere sahipti.

İstanbul’da artık Padişah yoktu. Ve Cumhurbaşkanı olduktan sonra Mustafa Kemal de İstanbul’a ilk defa 1927’de gelecekti. Kim bilir, belki de bu heykel, İstanbul’u patronajı altında tutsun ve onu düşmanlara karşı korusun diye mistik bir niyetle yükseltilmişti!

Kutsal Cumhuriyet henüz gençti ve mukaddes topraklarımız, mukaddes heykellerin birer birer yükseltilme işini ifâ edebilecek tek bir kutsal sanatçıya bile sahip değildi. Himmet ve gayret edildi, İtalyan Pietro Canonica, Çek Anton Hanak ve Avusturyalı Heinrich Krippel isimli heykeltıraşlardan yardım istendi. Hatırı sayılır paralar kazanacaklardı ama para önemli değildi, böylesi kutsal bir seferberliğe hangi insanoğlu yok derdi ki?

Onlar da demediler ve himmetleriyle ikinci Mustafa Kemal heykeli, sadece 23 gün sonra (26 Ekim 1926) Konya’ya dikildi. İrtica mahfili bu iki şehre sanki de; tütsülenmiş bir muska gibi bu iki heykel ihtarda bulunacak ve kendileri dimdik ve kaskatı kaldıkça mürteciler baş doğrultamayacaktı!

Yeni rejim, 600 küsur yıllık geri kalmışlığı telafi etmek noktasında azimliydi. Bu sebeple Mustafa Kemal heykelleri yükselmeye devam etti. 1927’de Ankara da bu heykeller ile takdis edildi. Derken 1928’de yeniden İstanbul…

Mustafa Kemal, bu heykellerden bazısında Yunan tanrıları gibi ve anadan üryan resmedilmekteydi. 1935’te Kayseri Bez Fabrikası’na konulan Mustafa Kemal heykeli böyleydi. Sanayileşmeyi temsil manasına çark çeviren kişi anadan üryandı ve o, Mustafa Kemal’di.  Mustafa Kemal’in bizzat ziyaret edeceği ve hakkında “Büyük utkuyu (zaferi) en iyi anlatan eser!” dediği Afyon’daki Utku Anıtı da böyleydi. Bu anadan üryan heykelin cinsel organı, onu Afyon’a karşı doğrulmuş gibi hisseden mürteciler tarafından 1950’li yıllarda traşlandı.  Cumhuriyet banîsinin sünnetine uymak varken, O’nun heykelini sünnet ettirmeye kalkmak zaten, ancak O’ndan sonra cesaret edilebilecek bir işti!

Mustafa Kemal’in öldüğü 1938’e kadar Türkiye’ye toplamda 34 Mustafa Kemal heykeli dikildi. Bu rakam, her halükârda tevazu belirten bir rakamdı. Ve koca vatan için bu asla iktifa edilebilecek bir rakam değildi. Ama bağnazlık, heykellerin inkişafı önünde ciddi bir engeldi. Mesela bu bağnazlık Malatya’da hortladı!

Malatya’da bu defa Mustafa Kemal değil de, O’nun bazı telkinlerde bulunduğu genç heykel anadan üryan resmedilmiş, üstelik bu heykelin parası da bizzat Malatyalı’dan bağış olarak toplanmıştı. Bu harika sanat eserinde odaklanılması gereken nokta, Mustafa Kemal’in istikbâli ve saadetli günleri kendisiyle gösterdiği sağ elinin işaret parmağıydı. Ancak bağnaz Malatyalı, tıpkı bağnaz Afyonlu gibi bu heykelde Türk gencini temsil eden ve anadan üryan olan heykelin Malatya’ya doğru doğrultulmuş cinsel organına odaklandı!

Demirden İnkılâbın hamileri, bağnazları ikna için okullara topladılar, Cumhuriyet’in zihni aydınlık sanatkârlarını getirdiler ve onlar vasıtasıyla bağnazlara, o gencin doğrulmuş cinsel organındaki bediî idrak ve irfanî sanat zevki gösterilmeye çalışıldı. Ama nafile… Göremediler… Malatyalı “Yav gardaş garımız gızımız var, biliymısın?” deyip de başka şey demeyince, devrin Cumhuriyet önderleri, bir gece heykel hepten gümletilmesin diye cinsel organının lüpletilmesine razı oldular.

Tahta iskeleler kuruldu, işçiler tırmandırıldı ve demir testerelerle heykelin cinsel organı kesildi. Heybetiyle düştüğü yerde kırılan parke taşı, sanki de bu heykelin kırılan kalbine matuf bir nişaneydi! Bağnazlar, el atmışken bu heykele bir elbise de giydirilmesini arzuluyorlardı ama kesilen organın üzerine bir yaprak kapatılmasıyla yetinildi. Demirden İnkılâbın, yobazlık karşısındaki tavizi de ancak bu kadar olabilirdi. Demirden inkılâp, organ vermişti ama baş vermemişti!

Zaten bir süre sonra bazı meczupların bu heykellere saldırması karşısında 1951’de “Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun” çıkarıldı. Bu kanunu çıkaran, Mustafa Kemal’in CHP’sine karşı yükselişe geçen Adnan Menderes’in Adalet Partisiydi. Ama Cumhuriyet adaleti, bu karşı çıkışa karşı yaklaşık 10 yıl sonra Mustafa Kemal ordusu ile tecelli edip karşılık verdi ve Menderes ipe çekildi.

27 Mayıs 1960 darbesi, beton heykeller için de bir ikbal ve saadet devrinin başlangıcı oldu. Mustafa Kemal’in, yaşarken diktirdiği 34 heykeline karşılık, 1946 ilâ 1960 arasında sadece 14 heykel dikilmişti ama işte 1960 ilâ 1970 arasında dikilen heykel sayısı 59 olacaktı. Vatana bereket gelmişti!

Ama bu daha bir şey değildi. Cumhuriyet gelişiyor, geliştirmeye devam ediyordu. 1980 darbesinin hemen ardından gelen 1981 yılı, aynı zamanda Mustafa Kemal’in 100. doğum günü idi. Hemen organize olundu ve o yıl, “Atatürk yılı” ilân edildi. Mukaddes vatanın mukaddes heykellerle kutsallık oranının arttırılması için adeta bir seferberlik başlatıldı. Vatanın bağrından fışkırır gibi Mustafa Kemal heykelleri her şehirde, her ilçede, her kasabada, her köyde yükselmeye başladı. Binlerce, on binlerce Mustafa Kemal heykeli, milleti maddede ve manada iri ve diri tutacak betondan birer muska gibi Türkiye’nin her köşesine yerleştirildi.

Zaten her okulun önünde baş kısmıyla kaidesine yerleştirilen Mustafa Kemal’i, hiçbir Türk genci her sabah selamlamadan sınıfına girmeyecekti. Sınıfında da zaten, tam karşısında olarak kendisini dinleyen bir Mustafa Kemal portresi olacaktı. Kitabını her açtığında O’nu görecek, Din Kültürü’nden Fizik’e, Beden Eğitimi’nden Ulaştırma’ya, hangi sahaya el atsa, muhakkak O’nun tarafından söylenmiş bir vecizeyi besmele niyetine duyacaktı!

Her şey, Aka Gündüz’ün 1934’te ve Mustafa Kemal’in gazetesi Hâkimiyet-i Millîye’den seslendirdiği ve kendisine uzun yıllar CHP vekilliği de nasip edecek şu kutsal sayhasına uygun ilerlemişti:

“Atatürk’ün tapkınıyız!

Her şeyde Atatürk, Yerde O! Gökte O! Denizde O! Varda O! Yokta O! Her şeyde O!

Atatürk!

Yerdedir, göktedir, sudadır, alandadır, diktedir, pusudadır!

Görünmezi görür! Bilinmezi bilir! Duyulmazı duyar! Sezilmezi sezer, ezilmezi ezer!

Her şeyde Atatürk!

Elimizi yüzümüze, gönlümüzü özümüze kapıyoruz.

Biz sana tapıyoruz! Biz sana tapıyoruz!

Varsın, Teksin, Yaratansın! Sana bağlanmayanlar utansın!”

Heykel rejiminin canı cehenneme gitsin, heykel ironisi de bir yana dursun, öz hüviyetimizle ilân edelim:

 -Ey Paganizmin zirveleştirildiği ve Mustafa Kemal resimlerinden çıkan inkılâp kuşaklarına tutundurulmuş körpe çocukların, Mustafa Kemal resmine secde ettirildikleri 2019 Kasım ayının 10. gününde kasım kasım kasılan bütün klasik ve yeni nesil dindar Kemalistler!

Duyun bizi!

Devliği iman dolu göğüslerinde bulunan anaların evladı olmak vasfımızla bizi halâ Kemalistleştiremediniz ve asla Kemalistleştiremeyeceksiniz!

Duyun bizi ki; kudurun!

İnadımız hamdımız, hamdımız inadımız olsun!

2019 10 Kasım’ında, bazı İmam Hatip Okulları dâhil, yüzlerce okulda düzenlenen pagan ayinin faturası, sırf kamuoyunda çokça tepki aldığı için bu okulların müdürlerine kesildi. Kesildi dediysek, ortada gerçekten bedel ödetici çapta kesili bir fatura olmadığını da kaydedelim.

Sırf kamuoyunun gazını almaya yönelik bu uzaklaştırma hadisesi, meslekten değil, müdürlükten men edilmekten ibarettir ve zaten müdürlük, öğretmenler için geçici hevesten ibaret bir dönem iştigalidir. İktidar yanlısı sendikaya kaydolup, adamını bulunca ele geçirilen bu dönem iştigali, şahit olduğumuz çokça örneğe dayanarak söyleyelim ki; bir süre icra edildikten sonra “bir sürü ıvır zıvır işle uğraşmaktan” bıkan bazı müdürlerce de kendiliğinden bırakılmaktadır.

Hem zaten mesele, köy muhtarının eşeğini çalmak gibi kişiye has ve hususi bir suç işlemişler gibi, bu pagan ayinin düzenlendiği okulların müdürlerini müdürlükten almakla giderilebilecek bir sığlık belirtmez. Hatta bu müdürler “Biz devletin tabiatına ve siciline uygun olarak bu etkinliğe izin verdik!” deseler, haksız da sayılmayacaklar. Zira Mustafa Kemal heykelleri önünde ülkece ve devletçe içtima vermeye başlayalı nice zaman olmuştur. Hem kaç on yıldır her yılın Kasım ayında Mustafa Kemal heykelleri önünde toplanıp,  o heykellere çelenk takdim ediyoruz, saygı duruşunda bulunuyoruz, beton rengine bürünmüş olsa da, deniz mavisi tahayyülüyle o heykellerin gözleri içine bakıp adeta onlara hitap ediyoruz…

Demedi demeyin…

Gün gelecek, Hubel’in, Lat’ın, Uzza’nın ne sebeple kutsal olduğunu ilk Müslümanlara anlatmak için çırpınan ve bu uğurda can verdikleri için ne kadar eşekçe bir izah ve savunma gayreti gösterdiklerini göremeyen Ebu Cehil, Utbe bin Rebia, Ukbe bin Ebi Muayt gibi Cahiliye devri müşrikleri ile ne kadar eşekçe bir anma tertip ettiklerini ve edeceklerini göremeden ölmüş ve ölecek Kemalist ulular, aynı eşekliğin farklı devirlerde gelmiş eşekleri olarak aynı yerde buluşacak ve kendi sunaklarına kurban ya da çelenk sunmak yerine, kafalarını biribirlerine vurarak ahu vah edecekler…

Onlar o gün, insanî hakikat başını nasıl bir eşekliğe kurban ettiklerini ahu vahlar içinde bağıradursunlar, o gün orada onlarla birlikte olmak istemeyen her bir kimse, bu eşeklikle arasına bugünden mesafe koymalıdır…

Sahi; hadiseyi, ona alıştırılmış zihinlerimizin patronajı altında olmadan bir kez daha ve basit tarafından düşünelim ve heykel sunakları önünde afili çelenklerle toplaşmanın ne kadar eşekçe olduğunu bir kez daha kavrayalım…