Pakistan ve Keşmir'i Anlama Kılavuzu

Yazan: 02 Ekim 2019 3693

Avrupa, Güney Doğu Asya’ya çok başlı bir yılan gibi sarılıydı. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları, bu yılanın bölgeyi kavrayışını zayıflattı. İngiliz, Fransız ve Hollanda, Avrupa yılanının bölgeyi taksim eden başları olarak İkinci Dünya Savaşı’ndan çok kısa süre sonra bölgeden çekildiler ve yerlerini bölge halklarınca kurulan on kadar devlet aldı. Bu süreç içerisinde, Hindistan’da yaşayan Müslümanların devlet olabilecekleri fikri, bir ütopya idi. Ütopya görülen şey, Pakistan İslam Cumhuriyeti şahsında gerçek oldu. Ama bu gerçekliği yeniden hayal kılmak isteyenler, hiç vazgeçmediler… Başa dönelim…


Hint bölgesinin İslam’ın nuruyla tanışması, Allah Resulü’nün saadetli devirlerinde başlar. Bir kısım Müslüman tüccar ve denizci, Hint kıyılarına değince, İslamiyet de yerli halka değdi ve hatta bu değişe, bölgenin prensleri mevkiindeki Mahracaları da, sırf ticarî menfaatleri gereği ses çıkarmadılar. 13 asır sonra böyle bir mihracenin ihaneti, Pakistan’ın en büyük sıkıntılarından birine kaynaklık edecek… Buna geleceğiz ama daha o devirlerde pislik yapan bir başkasının vesilesiyle bölgenin iyiden iyi ele geçtiğini kaydetmeliyiz:

Sind Racası, 710 tarihinde Mekran’daki Müslümanlara ve ticaret gemilerine düşmanlık edince, Şam merkezli Emevi Hilafeti bölgeye Muhammed bin Kasım’ı gönderdi. 712 tarihinde kuşatılan Sind, meşhur kulesini İslam mancınıkları döve döve devirdiklerinde baş eğdi ve Sind bölgesindeki şehirlerin birer ikişer ve Belucistan’dan Hindistan’daki Kathiavar’a kadarki bölgenin, bütün İndus vadisiyle beraber ele geçirilmesinin yolu açıldı. Hint kıtasına fetih sancaklarıyla beraber, iman nuru dolmaktaydı. Kendi arzusuyla Müslüman olanlar dışında kimseye zorla İslam telkin edilmedi. Budist tapınaklarına dokunulmadı, dinî hürriyet teminat altına alındı. Asırlar geçti, bölge değişik vesilelerle çok kaynadı ama 1010’da Gazneli Mahmut Tarafından tamamen ele geçirilen Sind bölgesi, bir kere girdiği İslam’dan bir daha asla dönmedi…


Gazneli Mahmut’un, Hind bölgesine yaptığı 17 sefer, Pencap’ın ele geçirilişi vesair… Kalbine iman girmiş Türk’ün Hind bölgesine kuzeyden girişlerini çerçeveler ve bu çerçevede nurlu bir fetih manzarasından başka şey tebellür etmez… Bakabilen için bu kadar basit…


Gaznelilerden sonra Gur Devleti, onlardan sonra Birinci Delhi Sultanlığı (1193-1451) da birer Müslüman Türk Devleti’dir, ya da laiklik ile tezellül edilmediğinden henüz diyebiliriz ki; Türklerce kurulmuş birer İslam Devletidir. Bu devrelerde de, Hindistan’ın kuzey kesimlerine nurun ilkası nasip olmuş ama madde ve mana kesafeti belirten iç bölgeler bundan mahrum kalmıştır. Bu mahrumiyet, bugün de devam eden haliyle bir de başa beladır. Müslümanların ve insanlığın başına bela…


16. asrın başında Timur soyundan olan Babür tarafından kurulan Babürşah Devleti… Kanunî Sultan Süleyman Osmanlı aslanını Mohaç’ta kükretip Viyana’ya doğru esnetirken, Babür de Hind’in derinliklerine doğru bir kaplan vasfıyla esnemiş, Afganistan ve Hindistan’ın tamamını inhisarı altına almıştır. Amerika fili ile Rus ayısının, Çin ejderhası ve Hindistan domuzunun varyasyon katkılarıyla dünyayı kaosa boğdukları bir dünyada, o devri ve o devrin aslan ve kaplanının birleşmek ve dünyayı en batıdan en doğuya doğru maddede ve manada ıslah edip birlemek ameliyesine, olmamış vasfıyla esef ediyoruz. Bugünün jet hızlı kitle iletişimi, ruh ve fikrimizin jet hızlı olduğu o günlerde olsaydı belki olurdu… Ama şimdi jet hızlı kitle iletişim olanakları, pislikte jet hızlı süper güçlerin elinde ve biz, savunmada kalan telaşlılarız… Timur neslinden Babürlerin devleti, 19. asrın ortasına, 1858’e kadar uzanır… O tarihte bölgeye gelen İngiltere, büsbütün Hindistan’ı, Büyük Britanya İmparatorluğu’na bağlayarak sömürgeleştirir.

Babürşah devrinde Ekberşah isimli sapık sultanların, İslam’ı, Hinduizm’i ve Hrıstiyanlığı birleştirmek yollu niyetleri, Sirhind ormanlarının mana aslanı İmam-ı Rabbanî’nin belirttiği ruh ve fikir varlığıyla icraya dökülmemiştir. Bugünün Fetullah Gülen’i nasıl Anadolu’dan çıkar ama zehirlemek istediği Anadolu’nun tekmesini kıçına yer, o gün de aynı tecelli… Kimin, Allah’ın dinini muhafaza etmesinde vesile rolleri fazlaysa, kıymeti fazla olanlar da onlar…


Pakistan, hangi ırktandır? Afganlar, Beluçlar, Jatlar, Sindler, Pencaplılar… Pakistan’ın batı bölgelerinde kavimler daha çok, hem de Hindistan için tayin edilen dört ana ırk hamulesinden “Türk-İran tipini” oluşturdukları halde serpilirler. Fatihleriyle karışan yerlilerin ve yerlilerle kaynaşan fatihlerin renk renk ve çizgi çizgi terennüm ettikleri bir ırk manzarası… Urduca dili, Pakistan’da genel kabul gören en genel ve en yerli dildir, “Ordu dili” demektir ve Türk ordularının yerel halkla iletişimi neticesinde Türkçe, Farsça ve Arapça’nın iştirakiyle doğmuştur. Bir nevi, Pakistan’ın Osmanlıcası… Türkiye’de, laikler Osmanlıca’ya düşmanlık edip kurbağaca bir dil inşa derdine düştükleri vakit, Hindistan’daki Müslümanlar, Hindulardan maddede ve manada bambaşkalık belirten hallerini hane ve vatan sathında da ayırmak için tefekkür ve hamle cehdine başlamışlardı. Biz burada çözülürken, onlar çözülmüşlerini toplamak için işe koyulmaktaydılar. 20. asrın ilk çeyreğinden ortalarına doğru…


Sinsi İngilizler, kan kokusunu alan bir köpekbalığı gibi Atlas okyanusundan Hint okyanusuna 1600’lü yıllardan itibaren geldi. Burnu, bu kıyıları ilk koklayan Vasgo de Gama isimli köpekbalığı, yüzgeç yarığıyla Ümit Burnunu diğer köpekbalıklarına işaret edince akış başladı. İngilizler, Portekizliler, Fransızlar, Hollandalılar… Evvela Hind açıklarında Hindistan için boğuşan bu köpekbalıkları, en nihayetinde İngiltere’nin baskın çıkmasıyla yavaş yavaş çekilirler ve 1857 yılına kadar sürecek İngiltere sömürgeciliği devresi başlar. Dişleme ve kan emme müessesesinin de resmi ismi Doğu Hind Kumpanyası… Hind coğrafyası bu devrede, lif lif değil de, Racalık Racalık emilen parçalı bir istismar leşi gibidir. İngiltere ise avını parçalara ayırıp yutan bir köpekbalığı… İngiliz sinsi siyaset diliyle kaydedeceksek İngiltere “divide em impera” üzere, yani “parçalamakta ve yönetmekte”… Bütün Hint coğrafyası çarşı, İngiltere bu çarşıya sahiplik eden sahibi… Doğu Hint Kumpanyası’nın manası bu…


Hindistan’ın maddede kanını emen Doğu Hind Kumpanyası, bir yandan da bölgeyi Hristiyanlaştırmak yollu adımlar atar. Hint kıtası, maddede ve manada bunalır ve 9 Mayıs 1857’de isyan patlak verir (Sipahi Ayaklanması). İsyanın lokomotifliğini Hind uleması yapar. Bu ulemanın lokomotifi ise Diyobend ekolüdür. Sünni ve ehl-i tasavvuf bir ekol… Bu ekolün öncülüğünde Hintli Müslümanlar hem Osmanlı-Rus Harbinde, hem de İstiklâl Harbi devresinde organize olurlar ve topladıkları paraları Anadolu’ya gönderirler.

Bu para o kadar bereketlidir ki; Beyoğlu’nda içkili lokanta işleten Belaruslu bir kadın bile bundan istifade eder. Devir o devir: Masa kurulu… Belaruslu meyhane sahibesine Mustafa Kemal, “İşlerin nasıl?” diye sorar ve kadın, işlerin kesatlığından bahsettiği Mustafa Kemal’e bir de “Arada siz gelmeseniz, kapatacağım da işte…” gibisinden bir sitem de bulunur. Yağla karışık sitemde… Mustafa Kemal, kendisine ödenmek üzere masadan kopardığı kâğıda bir şeyler yazar ve onu İş Bankası’na havale eder. Bu para öyle büyük bir miktardır ki; masada oturanlardan Mustafa Kemal’e çıkışan ve “Bu para senin şahsi paran mı!” diye itiraz eden bile (Doktor Reşid Galip) çıkar. Bazı çizgileriyle Ulu Kemalist Falih Rıfkı Atay’ın bile “Çankaya” isimli eserinde bahsettiği bu hadisenin detayıyla işimiz yok, ama kaydedelim ki, İş Bankası da zaten, Hindli Müslümanların gönderdikleri parayla kurulmuştur!

Mustafa Kemal’e karşı Beyoğlu’ndaki lokantada oluşmuş isyan tavrını bırakalım ve Hint’teki isyana dönelim… İsyan neticesinde Babür soyundan Bahadır Şah, tüm Hindistan’ın imparatoru ilan edilir. Ama İngiltere’den gelen kuvvetler ve en çok da yerli racaların ihaneti, 1858’de söner gibi olmaya başlayan “güneş batmaz imparatorluğun” Hind çırasını yeniden yakar. Ama bu isyan Doğu Hind Kumpanyası’nın da başını yer ve Kraliçe Victoria, onu lağveder ve Hindistan’ı aracısız doğrudan İngilteye’ye bağlar. Sırtlan, pençesine “Sen şöyle dur!” diyor ve Hind geyiğine bizzat diş iştirakiyle girişiyor. Manası bu… Hindistan Genel Valisi de artık, doğrudan İngiltere Kralı’nın naibidir…

“Ağzımın içinde olduktan sonra, kral sensin!”

Böyle bir mana… Müslümanlar, bu andan itibaren İngiltere’nin ağzına sığmaz gibi duran onurlarıyla İngiltere’nin, Hindulardan ziyade yegâne nefret hedefidir. Bu sebeple Hinduların, İngiliz köpekliği hinterlandında ağam-paşam, Müslümanlarınsa onurlarının zindanında mahrum ve yoksun devreleri başlar…


Hind kıtasındaki Müslümanlar, Hindu kanına karışmış değildir, Hindu sırtındaki çuvaldır, bu sebeple zaten bir gün ayrılacaktır. 1857 İsyanına iştirak etmeyen Seyyid Ahmet Han’ın İngiliz gözdeliği de belki, kopacaksa evvela gerçek İslam’dan kopması temellidir. Hilafet fikrine karşı ol, Ehl-i Sünnet’in belirttiği İslam anlayışını reddet, Hindistan Müslümanlarına bir Luther lazım olduğunu savun, Batılılar aşık diye aşık olunmamız sağlanan Farabî gibi mucizeyi, kerameti, melekleri reddet, laikliği savun, 1859’da gidilen İngiltere’de Kraliçe Victoria’nın eteğini öp, Kuran’ın ahkam keyfiyetini yok say, Hadisleri “Aslı intikal edemez!” diye reddet!

Şimdi Türkiye’ye dönün ve içi boşaltılmış Türklük kavramıyla bizde de İngiliz gözdesi olanların, bu vasıflarıyla nice devlete ermişlerin olduğunu görün… Hint kıtasında Müslümanların da var olduğu fikriyle Seyyid Ahmet Han’a, çikolata ile kaplanmış zehir manası sebebiyle dirsek vuruyoruz… Burada İsmet İnönü gibi hür olmaktansa, orada İmam Rabbanî gibi esir olmak evladır… Kim gerçek hür, kim gerçek esir, belli değil mi?


Hilafet mi? Ahh İngilizlerin baş belası… Peki, kurulacak Pakistan için emek sarf etmiş ve Pakistan’ın baş tacı olmuş Muhammed İkbal, hilafet için ne düşünür? Hind kıtasına bir sülük gibi yapışmış İngilizlerin Muhammed İkbal’a “Sir” unvanı verdikleri 1923 tarihinden bir yıl sonra Türkiye’de hilafet kaldırılınca bunu alkışladığını, cesur bir içtihat hamlesi görerek tekbir ettiğini söyleyelim de, cevabı da vermiş olalım. Peki, Hilafeti baş belası olarak gören İngilizler’le Muhammed İkbal’in arası nasıldır? Kendi konuşsun:

“İngiliz İmparatorluğunun insanlığın siyasi evrimindeki uygarlaştırıcı bir faktör olarak kalıcılığı, bizim en büyük çıkarlarımızdan biridir. Bu geniş imparatorluk, bizim siyasi idealimizin bir yönünü yavaş yavaş harekete geçirdiği için bizim tam sempatimizi ve saygımızı hak ediyor…”

Vampirler İmparatorluğu’nu, Bülbüller İmparatorluğu görmek! Muhammed İkbal, Hint Müslümanlarının Hintlilerden ayrı müstakil bir devlet sahibi olmasını istiyordu, fakat bunu zaten İngilizler de istiyordu!

Şark ile Garb, aynı gökyüzüne baktığı için aynı düşüncelere mi kapılmıştı? Kargaların bile üzerine istifra edecekleri bu manasız suali kayıt dışı tutalım ve Goethe’nin “Şarklı Garplı Divan”ına bakalım: Alman edebiyatına İran ruhu üflemeye çalışan bir eser… Bu esere Muhammed İkbal de bakar ve ondan esinlenerek “Şarktan Haber” isimli eserini yazar. Şimdi de Şarktan Haber’e bakalım: Şark’a Avrupalı bir ruh üflemeye çalışan eser… İkbal’in kendi ifadesiyle bu eser:

“Şark’ın gecesine ay ışıkları serpmiştir…”

Ay ışıklarından kasıt, Avrupalı bir ruh… Muhammed İkbal’e tam Batıcı demiyoruz elbette, onu belirttiği “reformist” anlayış ile Farabî ve İbn-i Sina’nın lokomotiflik ettiği anlayışın Hint kıtasındaki vagonu görüyor, başkaları için övmek maksatlı kullanılacak bu kıymet hükmünün, bizim için bir yermek mevzuu olduğunu da bizi tanıyanların zaten bileceğini kaydediyor ve Muhammed İkbal vagonunun üzerinde “Pakistan’ın milli şairi”, “fikirde kurucu babası” gibi yaftalarla süslendiğini de hatırlatmadan geçmiyoruz… Muhammed İkbal’i derin bir kıymet hükmüne yatırmak maksadında değiliz. Ama son terkipte bir şeyi hatırlatalım:

Mustafa Kemal, İngilizlerin baş belası olarak gördükleri hilafeti 1924’te kaldırınca bunu muazzam bir hamle olarak alkışlayan ve “Türklerin dogmatizm uyuşukluğundan uyanıyorlar!” diye karşılayan İkbal, 1924 sonrası Türkiye’sinden haber aldıkça hayalini kırıklığa uğratmış, maymunlaşmak şeklindeki Batılılaşma hamlelerini ilk başlarda “bir geçiş dönemi zarureti” diye hoş görmeye çalışmış, ancak bunun zaruret değil de zillet olduğu uzaklardan da görülmeye başlanınca üzülmüş, sonra eleştirmeye başlamış, taklitçilik ederek Batılılaşmanın kendinden uzaklaşmak olacağını söylemiş, Batı kuvvetinin ilim ve fende olduğunu ve asla kıyafette olmadığını kaydetmiş ve en başta alkışladığına bu defa dirsek göstermiştir:

“Türk, kendinden geçmiş bir halde Avrupa’nın sarhoşu ve kölesi olma yolundadır ve kendini gösterme arzusundan dolayı Batı’dan raks ve şarkıyı getirmiştir…”

Demek ki ne imiş, insan akı kara, karayı ak görebiliyormuş… Bu yanılgı durumunun, İkbal’in Şarkın gecesine “ay ışığı” diye serptiği Avrupalı ruhu özelinde de tecelli etmediğini kim garanti edebilir? “Ayın ışığı” ile “ayının ısırığı” arasındaki ses benzerliği yanında misilsiz bir mana uzaklığı vardır ya hani, ya fikirde, duyuşta, anlayışta, sezişte, imanda ve itikatta akı kara, karayı ak görmüş olanların, akımızı farkında olmayarak karalığa yanaştırmış olabilecekleri durumuna ne demeli?

Muhammed İkbal, Kurtuluş Savaşımız devam ederken kendisine:

“Atın nereye kadar giderse oraya kadar atıl! Düşünme! Biz bu meydanda nice kere tedbir yüzünden kaybettik!”

Diye şiirler yazdığı Mustafa Kemal’le aynı yıl içinde, 1938’de öldü. Hind kıtasında Pakistan’ın kurulmasına rıza gözüyle bakan İngilizler’in Anadolu’daki rıza gözüdür ki; İngiliz desisesinin gündelik değil, asırlık menfaat hissiyle nasıl bir deha belirttiğini ortaya koyar. Onlar, iğneyle dürtmüyorlar, evvela kendi başlarına vurdurularak kahramanlaştırılmış kazıkları reverans tavrıyla buyur ediyorlar ve ezenle ezilen sergüzeşti kibar bir perdeden uzayıp gidiyor. Kazıklar kimin kıçında, kimin umrunda!

Söylenecek çok şey var da, çok şey söylemek için değil, bazı noktalamalarda bulunmak için söz başladık…


İngiltere, kendini vuracak silahı bizzat yapan ustadır. Ama o silahın gez-göz-arpacık ruhuna İngiliz alî menfaatlerini üfledikten sonra…

“Beni vur ama vuranın aslında ben ve vurulanın sen olduğunu bilme!”

Ah İngiliz, hem Anadolu’da, hem Pakistan’da nasıl bir müşkülün içine koydun bizi…


Hani ne dedik; Hind kıtasındaki Müslümanlar, Hindu kanına karışmış değildir, Hindu sırtındaki çuvaldır, bu sebeple zaten bir gün ayrılacaktır. Aynen öyle de; sömürgeleştirdiği bütün Hindistan’ı bir gün kendi haline bırakmak zorunda olacağını da İngilizler bilmektedir. Hindistan’ın kurtuluşu için İngilizlerle 60 yıl mücadele edecek Hindistan Milli Kongre Partisi 1885’te kurulur ama o gene bir İngiliz’in teşebbüsü ile kurulur! Müsaade çıkar… Kongre, başlarda Müslümanları da kapsar. Ama kısa süre sonra Hindu milliyetçiliği kabarır, pislik yapılır ve bu defa 1906’te Müslüman Birliği kurulur. Kurulurken tabelaya gerdirdikleri amaçları da şudur:

“Müslümanlar arasında İngilizlere bağlılık hissini geliştirmek, Hint Müslümanlarının haklarını korumak…”

Zaman ilerledikçe, hem Hinduların Kongre’si, hem de Müslümanların “Birliği”, İngilizler aleyhtarlığında ortaklaşırlar. 1916’daki Lucknow Paktı böyle doğar. Bu anlaşmaya göre Hindistan’a şamil kılınacak meclisin üçte birini Müslümanlar, üçte ikisini Hindular teşkil edecektir. İngiltere’ye karşı bir başkaldırı idi mi bu… Hayır… Zira I. Dünya Savaşı’nda iki taraf da İngilizler için Hint kıtasından yardımlar toplar, askerler desteler… Tüm Hindistan’ın, İngiltere’ye bu savaşta verdiği asker sayısı 1.400.000 civarı… 100 milyon sterlin de, savaş harcırahı… Hani belki İngiltere de bizi okşar ve bazı ıslahatlar yapar beklentisi… İngiltere de eşek değildi ya! Elbette eşek değildi ama bu, yapılan iyiliği karşılıksız bırakmamak manasında bir eşek olmama durumu değil de, asla kendi çıkarına olmayacak bir işi eylememe manasındaki bir eşek olmama durumuydu. Bu mana ile 1917’de Hint Nezareti’ne getirilen Mr. Edwin Montago bazı ıslahat kararları alır. Özü şu:

-Kendi kendini idareye yetkin bir Hindistan için, her saha ve branşta yerli halka çalışma fırsatı verilecek…

Yapılan bazı düzenlemeler, 1.400.000 askere denk gelen bir karşılık değildir. İngiltere, Hint kıtası kölesini iplerinden çözmemiş, elinde tuttuğu ipleri birazcık gevşetmiştir. Memnuniyetsizlik kendini belli edince, Hintli yardımıyla dış dünyadaki düşmanlarını hırpalayan İngiltere, bu defa Hintliyi hırpalamaya başladı. Rowlatt Komisyonu kararları, üç kişinin bir araya gelişini bile yasaklıyordur ki, uygulanır. Pencap bölgesinde bazı İngiliz katliamları yaşanır. Hindular ile Müslümanlar, artık İngiltere’ye karşı fiilî bir mücadelenin içine düşmüşlerdir. İngiltere’ye yaranmak yollu yardımlarından dolayı Osmanlı’dan gelen ve Halife mührünü taşıyan cihat çağrısına iştirak etmeyen Hindli Müslümanların gene de kalpleri Osmanlı ile atmaktadır. Şerefle kendilerini emellerine de eriştirecek cihat çağrısından geri de dursalar, cihat etmelerini icap ettiren vaziyet kapılarına gelip dayanmıştır. Gazı kaçan gazozlar gibi bu şerefi kaçmış bir mücadele idi mi ayrı husus, Hint Milliyetçilerinin başını çeken şu meşhur Gandhi, İngilizlere karşı mücadelede birlik olmaları karşılığında Müslümanlara şu teklifte bulunur:

“Hilafet lehindeki her adımınızda yanınızda olacağız!”

Müslümanların Hilafet yanlısı destekleri giderek kabarınca, dikkat edin, Lord Goerge vasıtasıyla İngiltere Hint Müslümanlarına 1918 Ocak’ın da teminat verir:

“Osmanlı’nın İstanbul’unu da almayacağız, Anadolu ve Rumeli’ndeki topraklarını da…”

İngilizler, şımarık çocukları Yunanlıları Ege’den üzerimize sürünce, Hintli Müslümanlar kandırıldıklarını düşünerek İngiltere’yi protesto bile ederler. Oysa İngilizler dediklerinin arkasındadır ve bu çok kısa bir zaman sonra, serseri Yunanlıların tokatlanması ve bu vesileyle sahte kahramanlıkların tesis edilmesinden sonra görülecektir…

Büyük fotoğraf altındaki detay görülmesin diye de o kadar çok tiyatral şeytanlık yapılacaktır ki, o gün bugündür göreni azdır, görmeyeni çoktur ve göremeyenlerin çokluğu mesabesinde de burnumuzun battığı şey b.ktur!


1920’de Gandi’nin “non cooperation” hareketi başlar. Yani “iştiraksizlik” eylemi… Hayatı bütün vasıtalarıyla boykot etmekten ibaret bu hareket, her ne kadar Müslümanlık ile bağdaşmaz bir hususiyet arz etse de, İngilizler karşısındaki birliktelik bu eylemde de birlik olmayı sağlar. Fakat 1922’de Gandi’nin kendisi cant yarar ve eylemi sonlandırır. Ortada kalan Hint Müslümanları için asıl cant yarılması haberi ise Anadolu’dan gelir. Zira Hindli Müslümanların bütün motivasyonlarıyla odaklandıkları Halifelik müessesesi hayal olmuş, Mustafa Kemal tarafından kaldırılmıştır. Gandhi’nin, birliktelik için gösterdiği gerekçe de yoktur artık… Hinduların Kongre’si ile Müslümanların “Birlik”i gene ayrılır. Müslümanlar için vaziyet: Artık hem İsa Mesih’e tapanlar, hem de ineğe tapanlarla toslaşılacaktır!


1920 ilâ 1940 arası… Bir Müslüman mangal yapmak için inek kesse, canavar kesilen Hindular ve karşılıklı gırtlaklaşmalar… Asırlarca derinlere inen sürtüşme durumu, yeniden nüksetmiştir. Zaten kurban kesmesi imanî bir vecibesi olan bir Müslüman ile kurban edilmesi zaruri ineği kutsal sayan bir Hindu’yu hangi sevgi temelinde birleştirebilirsiniz ki?

Türkiye’de, bütün milleti bundan daha anlamsız sevgi zeminine, tam da zamklı kâğıtlara fare davet eder gibi davet eden ne kadar çok eşek, hem de çok başarılı kılınmış eşek vardır. Devlet semeri sırtında, başarılı kılınmış eşek!

-Aynı gökyüzüne baktığımız halde biribirimizden nefret ediyorsak, biz ölmüşüz demektir!

Nevinden eşşeklemeler… Hadi git de, ineği kesen Müslüman ile ineğe tapan Hindu’ya aynı gökyüzünden bahset bakalım…


İneğe tapanlar, 19. asırda İngilizlerle daha çok kaynaşma durumundan doğan haklarını, Müslümanlara karşı 20. asırda da devam ettirmek istiyorlar. Bir nevi, İngilizden yanan ağzını değil, Müslümanı üfleyerek lüpletiyor. Pakistan, Hindistan’ın içinden hazmedilememiş bir yabancı cisim gibi ayrılıyor… Hindistan hazmedemiyor, kısa süre sonra Pakistan olacak iç parçası, acı çeke çeke ayrılıyor. Acısı, Hintliye karşı ayrıldıkça oluşan hasretten değil, Hintlinin ayrılmasın diye üzerine geçirdiği tırnaklarından…


Ulu İngiltere, bütün nevileriyle Hint kıtası kölelerini İngiltere’de topluyor. Yuvarlak Masa Konferansı denilen bu toplantılarda Hinduların insansı yaratık kabul edilen paryalardan bile temsilci vardır. Hindulardan Gandhi ve Müslümanlardan Muhammed İkbal, sahip İngiltere’nin ev ve mal sahipliğindeki bu toplantılara katılan isimlerden… 1920’deki pasif eyleminde İngiltere’ye karşı pasifleşen Gandhi, Müslümanların hak talebine karşı aktif bir domuz gibi hırçınlaşmış ve İngiliz desisesi, yuvarlak masa etrafında kendisine karşı birlik belirtebilecek herkesi lif lif ayırmıştır. Müslümanlarda hala bağımsızlık fikri yok… Kısa günün tek kârı, ineğe tapan ile İsa Mesih’e tapan kâfirin, mesele Müslümanlık olduğunda gerçekte tek bir tanrıya, yani şeytana tapıyor olduğunun daha bir anlaşılır olması…


1935’de İngiliz şeytanı, heybesinden sürpriz bir anayasa çıkarır. Buna göre Hindistan’da İngiliz idaresinde 11 muhtar eyalet kurulacak ve bunlar Hindistan Federasyonunu altında birleştirilecek… Hint kıtası pazılı (puzzle) için çok zor bir uğraş… Düşünün ki; İngiliz idaresindeki eyaletlerden başka bir de Hindistan’da bağımsız, sayıları 500’den fazla bulunan ve başlarındaki kişi Müslüman ise Nizam, Hindu ise Mahraca denilen prenslikler vardır. İş elbette uzayıp gider ve araya II. Dünya Savaşı girer. Hindistan Federasyonu kurulamaz ama 11 muhtar eyalet bir kere kurulmuş olur. Bu şartlarda 1937 seçimlerine gidilir. Hindular, bu seçim koşusuna eşofmanlarıyla, Müslümanlar ise pijamalarıyla katılmış gibi hazırlıklı ve hazırlıksızdırlar. Bu minvalde seçimi 8 eyalette Hindular, 3 eyalette ise Müslümanlar kazanır. Pencap, Sind ve Bengal’de… Ayrılık derinleşir… Muhammed Ali Cinnah, Hinduların Kongre’sindeki Müslüman vasfıyla iki taraf arasındaki gerginliği dindirmek için gergef dokuyup durur. Hinduların Kongre’si, artık Müslümanları “Benden koptu bana artistlik yapıyor!” gibi düşük bir duygunun merceğiyle gözlüyor, hatta ona muhataplık göstermeme tavrına giriyor. Müslüman için de artık, birkaç yıl evvel ortaya atılan ve atıldığı an itibarıyla kimsenin dikkat teksif etmediği “Pakistan” fikrine teveccüh zamanı gelmiştir.


“Pakistan” için fikir babası gösterilen Muhammed İkbal, bu fikrini 1930’da ortaya atmış ama aynı yıl içinde toplanan ve Hint kıtası Müslümanlarının da kaderinin konuşulduğu Londra’daki Yuvarlak Masa Konferansı’nda bile dile getirmez. Gerçi bu tarihte daha “Pakistan” ismi yoktur. Bu isim, halâ müşterisi olmayan bir akrostiş şiir olarak üç yıl sonra, Cambridge’de öğrenim gören Rahmet Ali isimli Hindistanlı Müslüman genç tarafından ortaya atılır. Ve hayal olarak görülenin hakiki bir ülke ismi olacağını henüz kimse bilmemektedir.

“PAKSTAN”… Pencap, Afganya (Kuzey Batı Sınır Eyaleti), Keşmir ve Sind eyaletlerinin baş harfleriyle Belücistan eyaleti sonundaki “tan” ekinin birleşmesiyle doğmuş yapma bir isimdir. Yapma ama harflerin akrostişinden doğan kelimesindeki mana da “pak, temiz ülke” manasına gelmekte… Pakistan: Pak ülke, pak olanların ülkesi…


Muhammed İkbal, Hinduların Kongre’sindeki gür sesi Muhammed Ali Cinnah’a sürekli mektuplar yazıyor ve onu Hintli Müslümanların liderlik mevkiine davet ediyor. Zaten şartlar da onu o mevkiye doğru sırtından itmektedir. 1937’de Hindu Kongre lideri Nehru, Müslümanları adam yerine koymaz bir terkiple:

“İngiltere’de sadece iki parti vardır. Bunlar da İngiltere hükümeti ile Hind Milli Kongre Partisi’dir!”

Deyince, kırk yıllık “Hindistan Birliği” savunucusu Muhammed Ali Cinnah, “Müslümanlar Birliği”nin taze savunucusu vasfıyla cevap veriyor:

“Bu ülkede üçüncü bir parti daha vardır, o da Müslüman Birliği’dir!”

Bu andan itibaren Müslümanların propaganda dili Kongre’yi kötülerken, Müslüman Birliği’ne üye toplamak üzere işlemeye başlar.


1940 Martı, Lahor… Müslüman Birliği Partisi ilk defa Hind Müslümanları için Hindistan’dan bağımsız devletler fikrini dillendirir. Hindistan basını bu karara manşetlerinde isim koyar:

“Pakistan kararı…”

Hindu lider Nehru, bütün Hindularla birlikte deliye döner. İnek yenildiği için insan kurban edebilen inektaparlar, bu ayrılma isteğinin faturasını gene İslam’a keserler:

“Dinin kötü bir darbesi…”

Muhammed Ali Cinnah, “Kavaid-i Azam”, yani “Büyük Önder” olmuştur ve açıklandıktan sadece yedi yıl sonra kurulacak “Pakistan” için vatan hudutlarını çerçevelendirmiştir: Pencap, Sind, Belücistan, Kuzey Batı Sınır Eyaletleri, Bengal ve Assam eyaletleri…


1939’da II. Dünya Savaşı patlak verince, İngiltere Hindistan ineğinin sütüne ihtiyaç duyar. Ancak Hinduların Kongre’si, Nehru ve Gandhi’nin hapse düşmesine de sebep olacak olaylar zinciriyle beraber İngiltere’ye mesafeli davranır. Müslüman Birliği ise dirsek göstermez ama İngilizleri kucaklamaz da… 1940 Haziran’ından 1941 Haziran’ına kadar Almanya ve İtalya karşısında yalnız kalan İngiltere, Hindistan’a bazı bahşişler vermek zorunda kalır. Hindu Kongre’ye:

“Savaştan sonra kurucu meclis işi tamamdır!”

Der ama inektaparlıktan gelen hasislik, bu vaad azınlık vasfıyla tanımlanan Müslümanlara da bazı garantiler vaad ettiği için hemen reddedilir. Gandhi, sivil itaatsizlik eylemlerine bu devrede başlar. Hint kıtasının, Allah’a tapan Müslümanlar, İsa Mesih’e tapan Hristiyanlar ve ineğe tapan Hindular arasında yeşil bir patiska gibi çekiştirildiği savaş yıllarında, bütün nazlanmalara rağmen Hindistan, hassaten Hintli Müslümanlar 2.500.000 civarında askeri İngiliz emir ve amadesine katar. İngiltere’nin Hint kıtasına yapışmış sülüklüğü ve bu sülüklükle bu kıtadaki Hinduların ve Müslümanların, maddede ve manada sünmüşlükleri bir vakıadır. Ama artık bu üçlünün maddede de olsa artık bir arada duramayacakları da bir vakıa olarak ortaya çıkmıştır.


1945’te İngiltere Kralı’nın Hindistan Naibi, Simla’da bir konferans toplar. İngiltere, Hindu ve Müslüman kulları arasında kendi efendiliğini de ibkâ edecek bir uyuşma yolu aramaktadır ama Pakistan oku artık İngiltere sadağından ve Hindu yayından çıkmıştır. Hinduların ateş oldukları yerde Müslümanlar barut, Hinduların barut oldukları yerde Müslümanlar ateş olacak derecede bir ayrılık fikri, fert ve zümre ruhlarına lif lif işlemiştir. Sonuç alınmaz… İngiltere’de Churchill hükümeti devrilir, II. Dünya Savaşı’nı sündüren Japonlar teslim olur ve bu sonuçsuzlukta, uzun zamandır yapılmamış olan seçim fikri ortaya çıkar. Yapılır da… Merkez Teşriî Meclis için yapılan bu seçimlerde Hindular’ın Kongre Partisi ile Müslümanların Müslüman Birliği Partisi kapışır. Aslında Birleşik Hindistan fikri ile Pakistan fikri çarpışmaktadır. 1946 Ocak’ında ilân edilen sonuçlar, 1937 yılındaki seçimlere pijamasıyla katılan Müslümanların bu seçimlere eşofmanlarını giyinerek ve hazır bir şekilde katıldıklarını ortaya koyar. Pakistan, Hint Kıtasının rahminden doğmak yolundadır.


İngiltere’den gelen heyetler, kurulan idare varyasyonları, pazarlıklar, tartışmalar, verilen ve tutulmayan sözler fonunda Hint kıtası keman yayı olmuş, İngiltere arşesi tarafından acı ile öttürülmektedir. Canı en çok acıtılanlarsa, pek tabii ki Müslümanlardır. 1946 Ağustos’unda Kral Naibi kendini başkan, Hindu Kongre lideri Nehru’yu ikinci başkan tayin edip de çoğunluğu Hindulardan müteşekkil bir merkezi hükümet tayin edince, Müslüman gırtlağına dayanmış tahammül sıvısı taşar ve binlerce kişinin öldüğü kanlı hadiseler yaşanır. Müslümanlar bir süre bu merkezî hükümete mesafeli dururlar. Ama büsbütün akışın dışında da kalmamak için bir süre sonra beş kişilik bir temsil heyetiyle hükümete girerler. Kurucu Meclis 22 Ocak 1947’de Hindistan Birliği kurulmasına dair bir karar sureti kabul eder. Böyle bir birlik, ceylanların su boylarında birlik olmaları gibi sevgiye değil, timsahların bataklık boylarında ceylanlardan mahrum kalmamaları gibi bir menfaat duygusuna dayanmaktadır. Müslümanlar itiraz ederler ve İngiltere’den bu meclisi dağıtması talebinde bulunurlar. Bu esnada beklenmedik bir şey olur ve İngiltere Başbakanı Mr. Attlee:

“İngiltere Hükümeti en geç 1948 Haziran’ında Hindistan’dan çekilecek!”

Diye bir açıklama yapar. Hindular ve Müslümanlar bu karara sevinirler ama şüpheyle de gözlerini birbirlerine dikerler:

“Şimdi biz burada nasıl anlaşacak ve kopacağız!”

Bu durum İngiltere parlamentosunda da tartışılır. İngiliz muhafazakârlar, İşçi hükümetinin kısa sürede plânsız bu çekilme kararına itiraz ederler ama itirazlarının beli parlamentoda bükülür. Yeni hükümet, Hindistan’daki Kral Naibi’ni değiştirir ve Londra’dan Hindistan’a yeni bir Kral Naibi gönderir. Gandhi ve Cinnah arasında vaziyete bakan yeni Kral Naibi de adeta Hindular ve Müslümanlara katılır ve müşkül edalı göz dikiş durumu üçlenir:

“Bunlar şimdi burada nasıl anlaşacak ve kopacaklar!”

Tetiği kalkmış iki silah arasında, İngilizlerin mekanizması şaşkın ve yorgun Hindistan’daki silahı… İngilizler bu hengâmede elbette vicdana düşmüş değillerdir. Manzaraya baktıklarında, Pakistan fikrinin Müslümanlar için artık olmazsa olmaz bir hâl aldığını görmekte, eğer bu istekleri yerine getirilmezse, kendileri çekilir çekilmez Hindular ile boğazlaşacakları belli olmakta, böyle bir vaziyette de, çekilseler de iştah ellerinin bir yanı daima üzerine olacağı Hint kıtasının yağmaya maruz bırakılacağını görmektedirler. Bu da İngilizler için bir kiler olarak bırakılıp terk edilen Hindistan’ı, kaybedilmiş bir kiler haline sokabilir. Vicdan değil de, düştükleri menfaat müşkülü budur!

Bütün bu kaotik ortamda en çok kaybetmesi beklenenlerse, en çok dik ve kararlı duranlar olacak… Yani Müslümanlar… Zira Hinduların Kongre Partisi, bu hengâmede omuzlarını düşürür ve “Tamam!” der. Tamam dedikleri, Pakistan’dır! Tarih 19 Nisan 1947…


Hindular, Hindistan’ın ikiye bölünmesine tamam derler ama bazı eyaletlerin de Hindular ve Müslümanlar arasında paylaşılmasını şart koşarlar. Müslümanlar, Pakistan fikrinin oku yaydan çıktığından beri altı eyaleti istemekteydiler: Pencap, Sind, Belücistan, Kuzey Batı Sınır Eyaletleri, Bengal ve Assam eyaletleri… Bu altı eyaletten ikisinde, Pencap ve Bengal’de Hindu nüfus da vardı, Hindu Kongre’sine göre bu sebeple bu iki eyalet paylaşılmalıydı. Müslümanlardan hemen itiraz gelir:

“İyi de, mesela sizdeki Bombay’da da Müslümanlar var! Siz de Bombay’ı bölecek misiniz?”

Hatta Muhammed Ali Cinnah, Hinduların Pencap ve Bengal ısrarına karşılık, hedef büyütür gibi yapar ve Pakistan’ın doğu ve batı kanadı arasında yatak sermiş Hindistan’ın içinden bir koridor talebinde bulunabileceklerini kaydeder. Hindular, telaşlanırlar. İngiltere Kral Naibi Mountbatten bu telaş üzerine araya girer ve iki tarafa da teklifini sunar:

“Pakistan’a bağlanacak eyalet halkları arasında bölünüp bölünmeme konusunda bir referandum yapılsın ve ona göre hareket edilsin!”

İki taraf da bu teklifi kabul eder. Seçimler yapılır ve Pencap’ın batı bölgesi Pakistan’ı ve doğu bölgesi Hindistan’ı, Bengal’inse batı bölgesi Hindistan’ı ve doğu bölgesi Pakistan’ı tercih eder ve paylaşılır. Diğer dört eyaletse bütünüyle Pakistan’da kalır. Ama karışıklar bitmiş değildir. Bu hengâmede Pakistan Kurucu Meclisi, Sind Eyaleti’nin Karaçi şehrinde toplanır ve Muhammed Ali Cinnah, Pakistan Genel Valisi vasfıyla 11 Ağustos 1947’de meclisi açar. 14 Ağustos 1947 tarihi de, Pakistan’ın kuruluş tarihi olarak kayıtlara geçer. Emele erilmiştir ama kaydettiğimiz karışıklıklar, özellikle Pencap ve Bengal’in sınır tespiti ile bazı Prensliklerin Hindistan’a mı, yoksa Pakistan’a mı katılacağı hususları, bir kılçık gibi taze devletin boğazında kılçık gibi durmaktadır.

Okyanusuna İngiliz oltasının girdiği bir Hint kıtasında, kılçığı boğaza takılmadan yutulacak bir balık olabilir mi?


Kral Naibi Mountbatten “İki temsilci sizden, iki de sizden!” diyerek Hindistan ve Pakistan arasında Pencap ve Bengal için bir Taksim Komisyonu kurar. Aslında iş salt İngilizler’e kalsa bu taksimatın bir cetvellik işi vardır. Ama masaya daha oturulur oturulmaz iki taraf için, bu işin pasta paylaşmak gibi olmadığı anlaşılır. Zira salt Pencap ve Bengal paylaşılmıyor, bu iki eyaletin yer altı-yerüstü zenginliklerini, devlet dairelerine ait borç ve gelir bakiyelerini, askeri birliklerini, harp malzemelerini, ihtiyaç duyulan devlet memurluklarını, demiryollarını, gümrüklerini vesairini de paylaşmak gerekiyordu. Mesela askeri depo ve cephanelikler hep Hindistan’ın payına düşen topraklarda kalmıştı. Hindistan bu mevzuda, az sonra kendisine saldıracak bir adama elindeki iki bıçaktan birini vermek istemeyen kurnaz ve korkak bir adam tavrına bürünür. Aslında bu, kendi bilinçaltından damıtılma bir tedbir hasisliğidir. Zira Hindistan, kurulduğundan itibaren silahsız Pakistan’ı hep iki bıçakla katletme hayali kurup durmaktadır. Üstelik bütün Hindistan’dan Pakistan’ın payına düşen malzeme teslim edilmek üzere gönderilirken, Sih çetelerinin saldırısına maruz bırakılarak yok edilir. Eski devletten Pakistan’ın payına handiyse kırtasiye malzemelerinden başka şey kalmaz. Adeta Pakistan’a:

“Hadi bakalım! Payına düşen şu kalemle acı bahtının geri kalanını yaz, yazabilirsen!”

Denmiştir. Ne yazılacaksa da zaten, elde kuru kalem, böyle yazılacaktır.


“Rahat batıyor tabi!”

Bu tabir, bugün için Türkiye’de yaşayan, savaştan ve zulümden kaçıp çatımız altına sığınan Suriyeli muhacir kardeşlerimize yüz buruşturarak bakan ve onları bizon derisinden kürklerine sıçramış çamur olarak görenlere, kelimelerden müteşekkil söz değil de, ateş korlarından müteşekkil köz diye sunulsa yeridir. Bakın; taze Pakistan, ineğe ve İsa Mesih’e tapanlardan yakasını kurtardığı devirde mülteci akınlarından o denli muzdariptir ki; bir Mülteci Bakanlığı bile kurulmuş, buna rağmen bu insanların 500.000’den fazlası yollarda ölmüştür. Kaçırılıp bahtlarının girdabında kaybedilen kadın sayısı bile sadece 50.000… Üstelik bu insanlar öz yurtlarının mültecisidir, öz vatanlarının paryasıdır. Gerçi gerçek müminler de Türkiye’de handiyse bir asırdır, içlerinden bugünün mağdur ve mahzun Suriyelisine iğrenç bakışlarla bakanları da çıkaran azınlık bir sulta tarafından öz vatanlarında garip ve parya kılınmamışlar mıdır?

Demek mümin olmak, Türkiye’de ve Pakistan’da garip ve parya olmak için baş vasıflık belirtmektedir! İneğe, puta, ota, ata tapanlar, her yerde iğrenç ve her yerde, madde ve mana plânında zalim… Pakistan’ı kuruluş devresinde ineğe tapanlar, Pakistanlı Müslümanlara karşı hem maddede, hem manada zalim… Dünden bu yana, bugün de…


Pencap ve Bengal, komisyonca taksim edilirken, İngiliz desisesi sahne alır ve günümüze kadar sürmekte olan Keşmir sorununu ibkâ eder. Şöyle ki; taksimatın genelinde Müslüman ve Hindu taraflar anlaşamayınca, nihai kararı vermek hakkı İngilizler’e kalıyor. Böyle böyle ilerlenirken Pencap’ın taksimatına geliyor sıra… Pencap’ı doğu-batı diye ayırıp batı kısmını Müslümanlara, doğu kısmını Hindulara verirken şeytanlık da işlemeye başlıyor ve İngilizler, Müslümanlar çoğunlukta olmasına rağmen Pencap’ın Gurdaspur bölgesini batıya değil de, doğuya, yani Hindulara verilen Pencap kısmına katıveriyorlar. Gurdaspur, normalde poker masası gibi işletilen taksimat masasında “sinek ikili” kadar kıymetsizdir. Ama işte onun “kupa as” gibi kıymetli hale gelmesini sağlayan bir yanı vardır ki; o da, Gurdaspur’u Hindular alınca Keşmir ile sınır komşusu haline geliyorlar ve böylece pokeri çalınmış bir kart marifetiyle kendi lehlerine bitirmek gibi bir vaziyete kapı aralıyorlar. Zira bu hile yapılmasa ve Gurdaspur, Müslüman halkıyla beraber Pakistan’a bırakılsa, Keşmir, güney hattından da Pakistan topraklarıyla çevrilecek ve Hindular’ın az bir zaman sonra musallat olacakları bu topraklar tartışma konusu yapılmak vasfını yitirecektir. Ama İngilizler, kendileri olmadığı zamanlarda da, oldukları zaman ektikleri fitne ve karışıklık tohumlarının dal budak vermiş dalları vesilesiyle, işlere uzaktan da olsa meyil ve istikamet vermek isterler. Keşmir özelinde verirler de… Pakistan ise, hileyi görmüş ya da görmemiş, İngiliz taksimatına razı olmuş haliyle imzayı atar ve Keşmir’in makus talihini çerçeveleyecek sergüzeşt başlar…


Keşmir denince, İsa Mesih’e ve ineğe tapan putperestlerin nasıl bir pislik belirttiklerini ve “Keşmir sorunu” denen meseleyi nasıl da zorbalık ve zulüm tavrıyla doğurduklarını hatırlamak lazımdır. Kısa ve basit şekilde izah edecek olursak:

Taksimat Komisyonu, Pencap ve Bengal’den sonra Hint kıtası geneline yayılı ve sayıları 500’ü aşkın prensliğin taksimatı işine el atar. Bunlar kendi tercihleriyle ya Hindistan’a, ya da Pakistan’a bağlanmak hakkına sahiptir. Bağımsız kalmak hakları teorik olarak ortaya konulan ama pratikte böyle bir şansları olmayan bu prensliklerden altı tanesi Pakistan’a katılmaya karar verir. Ama bunlardan üçünde problem çıkar: Cunnagat, Haydarabad ve Keşmir…

Cunnagat’ın nüfusu 800.000, çoğu Hindu ama başındaki prens Müslüman, yani Nizam… Karadan tamamen Hindu toprağıyla çevrili bu prenslik, deniz vasıtasıyla Pakistan’a ancak ulaşabiliyor. Cunnagat Nizamı, 1947 Eylül’ünde Pakistan’a katılma kararını açıkladı ama Hindu halk ayaklandı, Hind ordusu baskın verdi, en acil tarafından bir plebisit düzenlendi, haliyle bu plebisitten Hindistan’a katılma kararı çıktı, Cunnagat’a böylece Hindistan çökmüş oldu, Pakistan BM Güvenlik Konseyi’ne şikâyet etse de, olan olmuş oldu…

Haydarabat’a gelince, Hint kıtasının en büyük prensliği konumundaki bu şehir, Müslümanlar için bir kültür merkeziydi, Cunnagat’la durumu aynıydı, halkının çoğu Hindu idi, başındaki Müslüman bir Nizam vardı, Pakistan’a katılmak için karar aldı ama dört yanından Hint toprağıyla çevrili bu şehir de, Hind ordusunun 1948 Ağustosundaki baskınıyla elden çıkmış oldu.

Buraya kadar tamam diyelim; idari yönetimi Pakistan’ı istese de, halkının çoğunluğu Hindistan’ı istedi diye Cunnagat ve Haydarabad’ın Hindistan tarafından istila etmesini anlamış olalım. Peki ya; durumu bu iki şehrin tam zıddı olan Keşmir mevzuundaki istilayı nereye koyacağız?

Keşmir’in nüfusunun % 85 Müslüman… Cunnagat ve Haydarab’ın aksine bu defa başındaki prens, Hindu, yani Mahraca… Hem bir de, coğrafî olarak Hindistan topraklarınca çevrelenmemiş, bilakis Pakistan’ın bağrına basık bir şekilde Hindistan’dan beri… Hal böyleyken, Keşmir Mahraca’sı, Pakistan’a değil de, Hindistan’a bağlanmak istiyor. Dikkat buyurun, Cunnagat ve Haydarab’daki vaziyetin tam zıddı? Öyleyse çözümün de tam zıt bir şekilde, yani Keşmir halkı hangi tarafı istiyorsa, Keşmir’in o tarafa bağlanmasını şeklinde tecelliye gelmesi lazım değil mi? Elbette öyle… Ama gelin görün ki; İsa Mesih’e tapanlar ile ineğe tapanların son terkipte daima Son Peygamber’in ümmetine ve dinine olan hınç birliği, bu tecelliyi de tersinden işletiyor ve Keşmir Müslümanları ayaklanıyor. Kurulan Azad Keşmir hükümeti, Pakistan’dan gelen mücahitlerce desteklenince, Keşmir Mahraca’sı güneye, Keşmir’in Cammu bölgesine çekilir ve oradan tüm inekler aşkına Hindistan’a seslenir:

“Yetişinn!”

Zaten bütün pislik evvelden kurgulanmıştır ve bütün bunlar, Pakistan’ı daha başın başında meflûç kılmak için Keşmir özelinde sahnelenen bir tiyatrodan ibarettir. Hind ordusu da bu manada, kendine yazılmış tiradı oynamaya başlar. Bu tiratların yazarı İngilizler’se, Cunnagat ve Haydarabad mevzularında olduğu gibi Keşmir mevzuunda da susarlar. Susmak ve vahşete sessiz kalmak da, onların kendileri için yazdıkları tiradıdır. Azad Keşmir ordusu ile Hindistan ordusu çatışır, iş Güvenlik Konseyi’ne taşınır, Konsey, sadece ense maktaından kaşınır ve Keşmir, Pakistan’ı sulayan suların kaynağına malik, coğrafyasıyla Pakistan’ın nefes aldığı ciğeri olmaya muvafık ve stratejik mevkiiyle Pakistan’ın miğferi olmaya layık üçte ikilik kısmıyla Hindistan’ın istilası altında kalır.

Azad Keşmir’den ibaret üçte birlik Keşmir Pakistan’da, Cammu, Keşmir Vadisi ve Ladakh’tan oluşan üçte ikilik Keşmir Hindistan’da olarak, Keşmir iki parça… Hindistan’daki parça, İsrail’e nispeten Filistin olmak gibi bir vasıfla esir ve mazlum bir parçadır…


Keşmir, kuzeyinde Doğu Türkistan ve Afganistan, batı ve güneybatısından Pakistan, güneydoğusunda Hindistan ve kuzeydoğusunda Tibet bulunan bir saklı inci… Himalayalar’ın güneybatıya doğru salınan etekleri, Keşmir Vadisi’ni kendisinde kamuflaj olmuş bir desen gibi taşır ve Keşmir, burada saklanır, burada incileşir… Hind kıtasının aşağılardaki savunmasız hal, üzerine asırlar boyu nice kez sömürü sülüğü çekerken, Keşmir’i sadece gök koklamış ve Keşmir daima derin bir özgürlük hissiyle göğü koklamış…


Gazneli Mahmut’un Hint kıtasına yaptığı 17 seferin ikisi Keşmir’edir… Sultan Mahmut’a o devir yâr olmayan Keşmir, 1320 yılında gelen Moğollar’ın elinden bizâr olmuş, onlar gittikten sonraysa Keşmir’in Hindu Kralı Rincana, Mir Şah isimli bir Müslümanı kendisine Başnazır atayarak kendisi de Müslüman olmuş ve Sadrettin ismini almıştır. Üç yıl sonra Sadrettin Sultan ölünce Mir Şah yönetimi ele alıyor ve Keşmir’in ilk bağımsız Müslüman sultanı oluyor. Kendine aldığı isim; Şemseddin… İslam dünün güneşi… Belki de; İslam’ın Keşmir’de hâkim vasıfla güneşleşmesine nişane…


Keşmir Sultanları tarafından elden ele geçirilen Keşmir’in bu andan sonra talihine 16. asırda Babürler düşer… 1588, Keşmir’in Babür olduğu tarihin başı… 1752, Babürler zayıflayınca Keşmir’in Afganlıların idaresine geçtiği ve böylece köleliğe doğru giden sürecin peşrev ettiği devrin başı… Ve 1819, Keşmir’in Sihlerin eline geçtiği ve İslam idaresinin sonlandığı devrin başı… Sihler, Babürlerin basarak acıttıkları kuyruklarının acısını, Keşmir’i ele geçirince Müslümanlardan çıkarmaya başlarlar. Zulüm devresi… Sih hükümdarı, bir de zulmü Keşmir’e Hindu bir vali atamak suretiyle taşere eder. 1830, Seyyid Ahmet Barelvi’nin, zalim kâfirlere karşı cihat ilan ettiği devrin başı… Seyyid Ahmet Barelvi, 1762 tarihinde ölen Şeyh Veliyullah Dehlevî Hazretlerinin oğlunun talebesi… Etrafında teşekkül eden cihatsa, Mücahidin Hareketi ismiyle maruf… Mücahidin Hareketi, bir yandan Müslümanlığı lafta kalan ve yutucu Hindu inançları bağlamında çürüyen Müslümanlara imanî bir soluk üfleyecek, bir yandan da bu emeli daha net gerçekleştirebilmenin nizamını kurmaya odaklanacaktır. Bu manada Sihlerin hâkimiyeti altındaki Keşmir topraklarında cihat ilân edilmişti. Müslümanların ibadeti özgür değilse, namusları da güvence altında değildi ve savaşmalıydı. Savaşılır ama bu savaş fazla süremez. Zira 1831’de Seyyid Ahmet Barelvî, Sihlerle girdiği bir çatışmada şehit olur. Ama şahadet bitiş değil başlangıçtır. Mücahidin Hareketi, Hindistan Müslümanlarının İslam’a siyasal hâkimiyet isteyen ilk kitlesel hareketidir. Pakistan İslam Cumhuriyeti’ne uzanan süreçte, ruh ve fikir kıvamı tam bulunamamış olsa da kaba hamur maharetinde Barelvî’nin şahadetinin parmak izi vardır.

Sihler, İngilizler, Hindular… Keşmir çekiştirilen bir menfaat yurdu… 9 Mart 1846, İngilizlerin Keşmir’i ele geçirdikleri tarih… Ama sadece 7 gün sonrası, 16 Mart 1846’da, İngilizler Keşmir’i parayla Hindulara satarlar. Bir Keşmirli’nin ederi ortalama 7 Rupi… Keşmir, İngilizlerin Hindulara işletme haklarını devrettikleri bir zulüm lunaparkı… Müslüman bir kimse, evinin damına baca açınca bile ek vergi veriyor, Keşmir’den geçen bir seyyaha derdini açarsa da hapse atılıyor!


Hal böyle olur da, hürriyet için haykırış olmaz mı? Olur ve oldu da… 1924’te Srinagar şehrinde ayaklanmalar patlar. 1931’de Kuran’a hakaret edilir ve Keşmirli bir gencin açık bir oturumla yargılanması isteğine ateş açılarak cevap verilir. Birçok şehit… Yetmez, Müslümanların malları yağmalanır, namuslarına el uzatılır, Hindu Mahraca’nın ettiği zulüm göklerin içini sızlatır. Bu dönemde Keşmir Aslanı lakaplı Şeyh Muhammed Abdullah ön plâna çıkar. 1932 Ekim’inde Cammu-Keşmir Müslüman Konferansı’nın kurulduğu açıklanır ve başkanlığına Şeyh Abdullah seçilir. 1939’da Keşmir Millî Konferansı kurulur ve Keşmir etrafında birleşilir. Mayıs 1946, Şeyh Abdullah, Hindu Mahraca’sının İngilizlerle yaptığı anlaşmanın geçersiz olduğunu ilan eder. “Keşmir’i Terk Et” hareketidir bu… Hapisler, zulümler, baskılar eşliğinde Mahraca az evvel kaydettiğimiz üzere Keşmir’i bir adım terk eder ama yardıma çağırarak Hindistan’ı on adım Keşmir’e sokar. Cammu Keşmir, bugün Hindistan eyaletleri içine gasp ile katılan ve Hindistan eyaletleri içinde halkı Müslüman olan tek bölgedir. Bu sebeple tıpkı Çin’in Doğu Türkistan’da uyguladığı asimilasyon politikalarının bir benzeri, fiilî zulüm iştirakleriyle beraber bu bölgede tatbik edilmektedir.

İngiltere gitmiştir ama kördüğüm bir sorun halinde Keşmir’i Hindistan için bir iştah, Pakistan için de bir gönül yarası olarak geride bırakmıştır. Hinduların iştahı dinmedikçe ve Müslümanların gönül yaraları iyi olmadıkça Keşmir inleyecek ve bu sebeple Güneydoğu Asya zulüm ve ona karşı başkaldırı hamleleriyle daha çok silkelenecektir.


Daha Hindu Mahraca’nın Keşmir’den çekildiği devrede öldürülen Müslüman sayısı 200.000 idi. Kaçabilip de kendini Pakistan’a atan Müslümanların hali, ibretlik ve iç acıtıcıdır. Bu ibreti alan, iç acısını müminlik şiarıyla içinde hisseden ve Pakistan’ın kuzeybatısında yaşayan bazı Patan kabileleri silahlanırlar ve intikam için 1947 Ekiminde Keşmir’e girerler. Muzafferabad bölgesinde karşılaştıkları Dogra ordusunu perişan edip, Azad Keşmir denilen bölgeyi ele geçirirler ve başkent Srinagar’a dayanırlar. Burada, Pakistan’dan geleceğini umdukları yardım için beklerler. Ancak Pakistan, kurulduğu devrenin başında bizzat kendisi himmet muhtaç bir dededir ve vaziyetin “Kaldı ki; gayrıya himmet ede!” diye eseflendiği bir durumdadır.

Muhammed Ali Cinnah, Keşmir’de vahşet tırmanınca ordusuna müdahale emri verir. Ancak Pakistan Ordusu o devir halâ İngiliz bir komutanın emrindedir. Emir ifâ edilmez. Ortada gerçekte olmayan Pakistan Ordusu, ordu vasfıyla Keşmir’e yardım edemez. Ancak Pakistan Ordusu’ndan bazı subay ve askerler üniformalarını çıkararak Keşmir’e yardıma koşarlar. Ama yetmez. Keşmir’e umulan yardım gelmez. Hal böyleyken Hinduların yardımına Hindistan gelir. Keşmir sorununun başlangıç safhasını bir de bu perdeden nazarınıza getirmek istedik ki; bugün için “Nükleer silahı olan tek İslam ülkesi Pakistan’ın”, Hindistan karşısında umudunu Türkiye’ye bağlamasındaki içler acısı vaziyetimizi de göstermiş olalım ve istikbâlin ne şunda ne bunda, sadece namlunun ucunda olduğunu sindirerek ucunda istikbalden başka, adaletin, hakkın, hukukun, asaletin, saadetin olduğu namluyu terkip ve telif için milli bir seferberlik halinde çalışalım… Yoksa kürsü kabadayılığı, yerine göre damardan verilen bir hamaset uyuşturucusudur ki; zalim namluları üzerimize doğrulduğunda namlu doğrultmaya değil, havlu atmaya yarar!


1947’deki Hindistan musallatlığı, bakın nasıl da kuzu taklidi yapan kurt formuyla işleme konulur. Hindistan Başbakanı Nehru’nun, İngiltere Başbakanı Lord Clement Attlle’ye Keşmir’e dalışı münasebetiyle yazdığı mektuptan:

“Biz emniyet ve düzenin sağlanmasından sonra Keşmir’den askerlerimizi çekeceğimizi ve Keşmir’in geleceği ile ilgili kararın bölge halkı tarafından alınacağını garanti ediyoruz. Bu sadece sizin hükümetinize verilmiş bir söz değil, aynı zamanda Keşmir halkı ve tüm dünyaya verilmiş bir sözdür.”

Bu sözleri 1948’de, 1952 ve 1955’te Hindistan parlamentosunda da, 1951’de Birleşmiş Milletler temsilciliğine gönderdiği mektupta da tekrar eder. Ancak ineğe tapanın sözü mü olur? Bölgede vaad edilen referandum asla yapılmaz ve Nehru 1955’ten itibaren ağız değiştirir. Artık Keşmir’in işgal edilen toprakları, Hindistan toprağıdır! Üstelik Keşmir’in âli menfaatlerini gözettiği demlerde zindan yolunu tutan Şeyh Muhammed Abdullah da, artık bir Hindistan gerekçesidir. Yani: Nehru’ya göre Keşmir Temsilciler Heyeti başkanı Şeyh Muhammed Abdullah, 17 Kasım 1956’da Hindistan’a bağlanma noktasında kendileriyle bir anlaşma imzalamıştır. Böylece özel statüye sahip vasfıyla Hindistan’a bağlandığı söylenen Keşmir, 1965 Hindistan anayasası ile Hindistan’a bağlı bir eyalet haline dönüştürülür.

Keşmir Aslanı Şeyh Abdullah, Hindistan karşısında kediye dönmüştür. Hind âli menfaatlerine uygun konuşlanmasına rağmen mesela onun sık sık:

-Hintli yetkililer bana emir erleri gibi davrandılar!

Demesi meşhurdur. Aslanlığı dik duruş ve Keşmir’in hakiki hakkını istemek hakkı doğurmuştu, kediliği eğri duruş ve Keşmir’in, Hindistan menfaatiyle kuşatılmış hakkını ister gibi yapmak doğurdu. Hindistan’a bağlı Keşmir’in Başbakanı oğlu Faruk Abdullah ve onun oğlu olan torunu Ömer Abdullah zamanında da ancak kedilik silsilesi sürdürüldü. Keşmir’in gerçek aslanları Hind hâkimiyetini asla kabul etmez halleriyle kükrerlerken, saklı esareti de hep miyav ahestesinden ibaret bu silsile sürdürür. Keşmir’i, Hindistan’a bağlı olarak yönetmeye razı kimseler, Hindistan gözünde aslan ama mümin gözünde kedi vasıflarıyla tescillenme yoluna girmiştir bir kere... Göstermelik seçimlerde mecburi oy kullandırma fecaatlerinden, Keşmirliyi hipnoz etmek maksatlı İyiniyet (Sadbahwana) Operasyonu’na kadar, Hindistan’a bağlı Keşmir’i bağlı tutmak için Hindistan’ın yapmadığı yoktur ama Keşmir aslanlarının aslanlık artık ruhlarına işlemiştir! Olacak olan olacaktır, Hindistan bunun olmaması için zulüm ve zorbalıklara başvurma evresine geçmiştir.

1990 ve 2008 ayaklanmalarında öldürülen on binlerce Keşmirli, Keşmir aslanlığının Allah’a can satmak yoluyla kâra geçirilmesi ve tescile kavuşturulmasının tedavül birimidir!


1950’de Mao Çin’i, sınır güvenliği politikaları kapsamında Tibet’i işgal eder. Çin, bu andan itibaren Hindistan işgalindeki Cammu Keşmir eyaletinin Aksai Çin bölgesi üzerinde hak iddia eder. Hindistan ile Çin gerilir. Bazı ticaret anlaşmalarıyla bu gerginlik ertelenir ama 1959’da Tibet’te Çin’e karşı ayaklanmalar olup da Tibet ruhani lideri Dalay Lama Hindistan’a sığınınca gerginlik zirve yapar. 1962 yılındaysa bu gerginlik Çin-Hindistan savaşına evrilir. Çin baskın çıkar ve Keşmir’in Aksai Çin bölgesine sahip çıkar. Hindistan, yakasını zor kurtardığı Çin’den bu bölgeyi isteyince, adeta Pakistan’a karşı yaptığı çamur yüzüne çarpılır:

“Aksai Çin bölgesinin durumunu yeniden ele alıp, referandumla kaderini belirleyeceğiz!”

                Hani Hindistan, bu bölgede referandum yaparsa zaten kaybedecek, böylece referandum da isteyemez, Çin’e çöküp, çökerek aldığını da geri alamaz… Pakistan da, kendisini yutmaya azmetmiş Hind ineğine karşılık, Keşmir’den sadece bir ısırık alan Çin ejderhasıyla yakınlaşmayı uygun görür ve 1963’de Keşmir’in Aksai Çin bölgesi için:

“Sana hayırlı olsun!” Der.

Ve Hindistan, Çin’e yetmeyen gücünü Pakistan üzerinde denemek için gerilir.


Çin’e gücü yetmeyen Hindistan’ın, kendisi Çin ile uğraşırken Keşmir’e girmeyen Pakistan’a, Çin için ABD ve SSCB’den aldığı silahların yardımıyla gücü yeterdi. Onlar da böyle düşündü ve 1965’te Keşmir üzerinden çatışmalar başladı ve kısa sürede tüm Hindistan-Pakistan sınırına yayıldı. Keşmir için ikinci savaştı bu… II. Keşmir Savaşı… Hindistan, Pakistan’ın Lahor şehrini havadan ve karadan bombaladı, sonra Lahor’un içine kadar girdi. Ama gördüğü ani saldırılarla ağırlıklarını bırakarak kaçtı. Her şeye rağmen BM’den ateşkes çağrısı isteyen de Hindistan oldu. Hindistan’ın, Pakistan’a da gücü yetmemişti. Hal böyleyken ne olacaktı? Gücünün yettiği yere, Keşmir’e sardıracaktı! Güvenlik politikaları adı altında Keşmir’e edilen zulümler bırakmadı ki; Keşmirli mazlumların yarası kabuk bağlasın…


Aklınız hiç, doğusu ile batısı arasında sınır olmayan ve hatta doğusu ile batısı arasında kuş uçuşu 2200 km mesafe bulunan bir ülkenin var olabileceğini alıyor mu? İşte Pakistan kurulduğunda Doğu Pakistan ve Batı Pakistan diye iki parçaydı ve aralarına, Hint okyanusundan bir yılan gibi uzanarak girmiş Hindistan vardı.

Hindistan’ın topraklarıyla bu maddede araya girişleri, fesatlarıyla manada da oldu ve Doğu Pakistan, Batıdaki Pakistan’dan gerekli ilgiyi görmediği gerekçesiyle ayrılmak ve müstakil bir devlet olmak istedi. Hindistan da adeta “Bana yar olmayan, Pakistan’a da yar olmasın!” gibi bir mantıkla bu isteği destekledi. 1971’de Doğu Pakistan’da ayaklanmalar çıktı. Hindistan, Pakistan bu ayaklanmaları bastırırken göç alacağı bahanesiyle hava sahasını kapadı ve böylece Pakistan’ın sağ kolu, sol kolundaki Parkinson semptomuna gerekli müdahaleyi yapamadı. Doğu kanat titredikçe ayrılık derinleşti ve Batı Pakistan’ın Doğu Pakistan’daki askerleri yardım alamayıp teslim olunca, Doğu Pakistan 15 Aralık 1971’de:

“Artık ben Bangladeş’im!”

Diye açıklama yaparak ayrılığı ilân etti. Bir yıl sonra da hem Hindistan, hem Pakistan Bangladeş’i yeni kimliğiyle tanıdı. Bu tanımanın yapıldığı Simla Anlaşması’nda Keşmir’i ilgilendiren bir madde de vardı:

“Bu anlaşmayla Cammu ve Keşmir bölgesinde tanımlanan sınırlara iki taraf da saygı gösterecek…”

Bu madde, kedinin kasaptan çaldığı ama kovalandığından yemek için bir türlü fırsat bulamadığı ciğeri kendi adına tescillemesidir! Artık iş; bu ciğerin canlanması, hareket etmesi ve kendisini yemek için her yeltendiğinde yumruklaşıp kedinin yüzüne çalınabilmesine kalmıştır. Yani Keşmirli’nin direnişine… Zira Pakistan bu vahim hatasıyla hususun BM Güvenlik Konseyi gündeminden bile düşmesine sebep olmuş, plebisit yapılması istek ve tartışmaları bile rafa kalkmıştır…

Peki Hindistan’ın, maddeden sonra manada da hizaya getirmek için Keşmir’e zulümleri bitmiş midir? Asla… 1977 ve 78’de çıkartılan güvenlik yasaları, adeta Keşmirliyi yok etme ve hatta canı yakıldığında bağırmasını bile önleme yasalarıdır. Hindistan Başbakanı İndra Gandi, Keşmir’i indiragandiye getirmek için yapmadık pislik bırakmaz. Çıkan ayaklanmalar, bastırılan ayaklanmalar… “Avrupa’nın İsviçresi” diye gösterilen tabiatıyla Keşmir, “Hindistan’ın zulüm başkenti” olmuştur…


1984’de bu defa Keşmir’in, buzullardan ibaret Siyaçin bölgesi Hindistan-Pakistan savaşı başlatır. Bulutlara kafasını sokan ve dev buzullarla kaplı bulunan Siyaçin normalde canlı barındırmayan bir bölgedir. Ama işte Hindistan’ın işgali altındaki Cammu Keşmir’de yer almaktaydı!. İki taraf da buzlar üzerine askerler dizdiler ama savaşı kazanan buzullar oldu. Ağır zayiatlar verdikten sonra “meseleyi görüşmek üzere” gibi bir avanstan yol buldular, Siyaçin’den indiler ve bugün için halâ Siyaçin’i görüşmediler. Siyaçin buzulu bugün halâ sımsıcak vaziyettedir ama bu sıcaklık onu eritmemektedir.

Eriyen, başını dağların değil, gamların bulutlarına sokan bir yürek olarak Keşmirli’nin içindedir.


1990’lı yıllar, Keşmirli’nin gayr-ı nizamî aslan sürüleri halinde Hindistan’ı ısırmaya başladığı yıllar. Pakistan’ın Hindistan’a gücü yetmeyince ve çağdaş dünya, adalete değil atalete, haklıya değil güçlüye yaslı kurumlarıyla ıslık çalıp tavana bakınca, iş başa düşmüş ve hatta 1989’da SSCB Afganistan’da kuyruğunu bacakları arasına sıkıştırıp geri çekilince, bölgeden Keşmir’e sarkan bazı mücahit gruplarla Keşmirliler Hindistan askerlerine karşılık vermeye başlamışlardır. Pakistan, Hindistan tarafından:

“Bunları sen organize ediyor, bunlara göz yumuyorsun!”

Diye suçlanır ve Pakistan:

“Var mı delilin?”

Der, mücahitler saldırır, Hindistan hıncını mazlum Keşmirlilerden alır, Pakistan’a bilenir, dolanır, sürtüşmeler olur ve 1990’lı yıllar böyle bir vaziyet tablosuyla geçilirken 1999’da yeni bir Pakistan-Hindistan savaşı patlar.


Pakistan Genel Kurmayı, 1984’deki Siyaçin operasyonuna karşılık vermek ister ve Kargil’i, Hindistan’ın kış aylarında terk etmesini fırsat bilerek ele geçirir. Keşmir’in bütün mücahit grupları da bu operasyona katılırlar. Hindistan ordusu, tam kadro Kargil’e saldırır. Kısa sürede çoğu yeri ele geçirir. Pakistan Başbakanı Navaz Şerif, meseleye tepe lambası gibi salça olan Amerika’nın da müdahil olduğu demlerde:

“Operasyondan haberim yoktu!”

Der ve kenara çekilir. Sonra da Kargil’deki Pakistan askerleri… Ama mücahitler uzun süre direnirler… Nereye kadar sürebilirdi ki bu direniş; şahadete ve zafere kadar… Şahadet, içinden mutlak zaferi de bir gün çıkaracak manasıyla gelir ama istikbâldeki mutlak zafer Keşmir’e henüz gelmez...


2000’li yıllarda da, Keşmir ezilir. Keşmirli Hindistan’a itiraz ettikçe can vermekte, can verdikçe de Hindistan:

“Daha fazla ezmeliyim!”

Demekte ve zalimlerin patronajında kör dünya bu kısır döngüyü tahterevalli seyirliğiyle izlemektedir. Hal böyleyken 2005 yılında bir de Keşmir depremi gerçekleşir… Duyun da; unutmayın, bu depremde tam 80.000 Keşmirli ölür! Sanki pâk toprak, pisler pisi Hindistan’a bırakmadan bölgenin pâk insanları bizzat sarmalamak istemiştir.

Ah Keşmir, imtihanın ne büyüktür!


Depremin enkazı kaldırılır ve Hindistan gene başlar. 2008’de yüzlerce Keşmirli’yi şehit eder. 2009’da ise Cammu Keşmir Özgürlük Cephesi lideri Afzal Guru’yu idam cezasına çarptırır. İnfaz 2013’te gerçekleştirilir. Hindistan, Şehit Afzal’ın cenazesinden ve mezarından bile korkar ki; cenazesini hapishane toprakları içinde bir yerlere gömer. Belki de korkudan başka bütün Keşmir’e bir mesajdır bu:

“Hürriyeti istersen ölürsün ve hatta ölün bile hür olamaz!”


2019’a girilir ve Keşmir manzarası şöyle tenazur edilir: Hindistan, Filistin’i İsrail’e tapulamak için yırtınan Suudî Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri ile sırnaş dolaş… Hindistan’ın bu sırnaşıklığı İsrail’e de şamildir ve Hindistan’ın ufkunda tartışmasız, Hint kıtasının meçhul Filistin’i mesabesindeki Keşmir’i kendi ismine tam tescil gayesi vardır. 1947’den bu yana Keşmir, Hindistan’ın çoğunluğu Müslüman tek eyaleti vasfıyla işkence görür. Göstermelik olarak kendine ait anayasası vardır, savunma, dış ilişkiler, iletişim gibi gerçek bağımsızlık belirten hususlar hariç, gündelik işlerle ilgili yasa yapar ve uygular ve bunların hepsi de, Hindu insafına göre varlık belirtir. Mesela Hindistan canı istemeyince Cammu Keşmir özerk bölgesinin başbakanını görevden alır, eyalet meclisini fesheder ve tüm yetkilerini atadığı valiye devreder ve Keşmir’i “varken yok” cürmüne düşüren bu yetkileri gene Cammu Keşmir eyalet yasalarına koyar. Bu vaziyette zaten Keşmir’in umutları kırıktır. Hindistan zaten baltasını başında gezindiren cellâdıdır… Pakistan’a geçmişten gelen gönül kırıklıkları vardır. Geçmişten gelen ve “Tam yardım etmedin!” şeklinde ifade edilebilecek bu gönül kırıklıkları, Keşmir ile Pakistan ilişkisindeki senkronizasyonu da yer yer zedeler ve hatta Pakistan’ın aklına, eğer Cammu Keşmir bağımsız olursa, bağımsızlıktan sonra kendi geleceğine, Keşmir’in kurtarılmış parçası olarak içinde bir eyalet olarak duran Azad Keşmir’i yanına çekeceği gibi vehimler düşürür.

Ve işte bu manzarada Hindistan 5 Ağustos 2019’da, bataklığa saplanmış ceylanla baş başa kalmış timsah hissiyatı ve rahatlığıyla Cammu Keşmir eyaletinin özel statüsünü kaldırdığını ilân eder. Peki bu anlama geliyor?

Bir kere bunun en baş anlamı Keşmir’de Hindistan’ın asimilasyona hız vereceğidir. Keşmir’de Keşmir dışından kimseler mülk edinebilecekler, Keşmir’de yerli halkın istihdamı noktasındaki ayrıcalıklar kaldırılacak ve daha neler neler… Çin’in Sincar Uygur Özerk bölgesinde yaptığı ve ismine “rehabilitasyon” dediği asimilasyonu Hindistan Keşmir’de uygulayacaktır… Hintli film yapımcıları çoktan Keşmir’e davet edildiler bile… Hind zenginleriyse Keşmir’e yatırım için gelecekler… Keşmir’in maddesine rahat verilecek ve böylece manasının canı çıkarılacak! Hindistan Başbakanı Narenda Modi’nin şu söylediğine bakın da, anlayın:

“Keşmir, Hindistan’ın geri kalanına entegre olmasını önlüyor!”

Yani:

“Keşmir’i 1947’den beri gırtlak yolundan mideye indirip hazmedemedik, bu da bütün hazım sistemimizin çalışmasını sekteye uğratıyor!”

Bunun için bölgenin önde gelen siyasetçilerini ev hapsine aldılar. Sonra yasak bütün Cammu Keşmir bölgesine yayıldı. Hindistan’ın bölgeye sevk ettiği asker sayısı 900.000… Bölgede internet ve telefon hatları kesik… 13.000 genç Keşmirli ise gözaltında kayıp… Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi bu maksatla toplanacak… Ama manasız toplanmalar bunlar… Amerika geleneksel dostu Hindistan’ı, Çin ise geleneksel düşmanı Hindistan’la anlaşamayan Pakistan’ı tutacak… Bunun dostuna düşmanı o, onun düşmanına dostu da bu veto edecek ve Konsey, dağılacak… BM Güvenlik Konseyi’nde karar ancak “beşte beş vetosuzluk” olunca çıkar malumunuz… Beş daimi üye, Çin, Amerika, Fransa, İngiltere ve Rusya anlaşınca… Beş dev iştaha aynı lezzette anlaşamazsa sofra kurulmaz ama müstakil plânda bu beşli dünyanın istedikleri noktasına sofra kurarlar. Keşmir, böyle bir hengâmede İslam dünyasının ve dünyanın unuttuğu bir Güneydoğu Asya Filistin’i, bir Güneydoğu Asya Doğu Türkistan’ı… Pakistan, Çin himmetinden bakiye nükleer gücüne rağmen Hindistan karşısında ezik… Nükleer, nükleeri sıfırlıyor ve iş, daha alt basamaktaki savaş enstrümanlarıyla çarpışmaya kalıyor. Anlaşılan o ki; Keşmir’in, şehit kanlarıyla daha çok sulanma, çağdaş dünyanınsa arsızlıkla örtünmek rezaletinden daha çok bulanma nasibi vardır.

Keşmir’in, bütün dünyaya rağmen kâfir ve zalimlere ders vermek için kanı kıpraşan kara-kavruk yiğitlerine selam olsun…


Hindistan Başbakanı Modi, şovenist bir Hindu… Partisinin ana örgütü RSS (Ulusal Gönüllüler Organizasyonu), Almanya Nazi Partisi gibi… Hedefleri ise şu:

“Hindu Hindistan!”

Kahrolası kâfirler, ellerini Keşmir’den çekip kendi cehennemlerinde Hindu Hindu yaşamak yerine, Keşmir’in ve Hindistan’daki tüm Müslümanların Hindu olmasını istiyorlar. Bir şekilde tuzağa düşürdükleri nice Müslümanı saçma sapan ayinlerle:

“Aslınız Hindu idi, yeniden Hindu oldunuz!”

Diye kutsuyorlar! Bu misilsiz zulüm ve namütenahi eşeklik tavrını aklınızın bir köşesine yazınız ve Keşmir’de yeniden dallanıp budaklanacak cihat ağacını sulamak için mallarınız ve kanlarınızla tetikte bekleyiniz…

Nasrun minellâhi ve fethun karîb…

Dergiler

Servet Turgut'un Kaleminden

© 2022 Seriyye Dergisi