Bu sayfayı yazdır

Kadın Cinayetleri, İslam ve Kanun

Yazan: 02 Eylül 2019 3750

İslam’da, başıboşluk yoktur. İslam’dan başını, sahte hürriyet hissiyle kurtaran bir cemiyet ise, büsbütün bir başıboşluk rejimidir. Yaşadığımız cemiyet, tam tamına böyle bir rejimin patronajı altındadır. Vah ki; ne vah…

Cemiyetimizin, sahte hürriyet hissiyle İslam’dan kurtarılmış başı, bit aranır gibi sözümona en sıkı bir devlet nizamıyla didiklenmektedir ama buna rağmen ruh başımıza dadanmış namütenahi adet bitten tek birine bile müdahale edilememektedir. Ruh başımızdaki bitleri, onlara balyoz vurarak öldürmekten başka yol bulamayan devlet aygıtı, madde başımızdaki bitleri alt etmek içinse harika bir yöntem sahibidir:

-Yağ püskürtmek!

Madde ve ruh cihetimizdeki bitlere değil, onları yaşatan rejime öfke duyunuz… İslam’ın, sirke tatbikine yüz ekşiten ve engel koyan rejime…

İslam, her şeyin aslî hakikatini kendinde tutar. İslamsız, hiçbir şeyin hakikatine, künhüne ermek mümkün değildir. Devlet ve nizam plânında İslam’ı rafa kaldırmış bir rejimdeyse hiçbir hakikat, asli manasıyla değerlendirmeye tabi tutulmaz, her şey ve herkes, bütün kavramlara, nefsin ve Şeytan’ın içini doldurduğu halleriyle yaklaşır, böyle olunca da hep birlikte cemiyete afilisinden kaş yapılmaya çalışılır ama gene hep birlikte cemiyetin ruh ve fikir gözü çıkarılır.

Öksüren bir çocuğa, acı olduğu için içmek istemese de, öksürük şurubunu zorla içirmek, zorbalık etmekten ziyade, bizzat merhamet göstermek değil midir? Ama kaba ve aslîyetini yitirmiş merhamet hissi, eli kolu sıkı sıkı tutulan böyle bir çocuğun ağlayan manzarasında merhamet paralar ve zorbalık görür! Oysa şifaya erdirme safhasında geçici acılık veren ilaç, suç aleti değil, şifa vesilesidir. Ancak sahte merhamet tavrı, çocuktaki geçici ağlama tavrını adeta bir at gözlüğü gibi takınır ve müdahale imkânı olsa, çocuğu geçici bir selametin kollarına bırakır ve onu daimi şifadan mahrum eder. İşte yaşadığımız cemiyetin at gözlüklü rejiminde bu imkân vardır ve bu sebeple ve hep birden cemiyetimiz, sahte selametin kollarındadır ve daimi şifadan mahrumdur!

Acı da olsa, gerçeği konuşalım: Bugün için Türkiye’de devlet, milleti geçici selamet hissinin kollarına teslim edici ve ebedi saadetten mahrum bırakıcı bir anlayışa sahiptir. Çünkü İslam’dan ve İslam’ın doğru anda ve doğru probleme müdahale edici keyfiyetinden mahrumdur. Kemalizmin sunî merhametten mürekkep sahte edebiyat ikliminde, İslam’ın gerçek merhametten doğma gerçek şifa iklimi adeta veba mikrobu saçan boğucu bir iklim kadar kabahatli kılınmıştır. Bir milleti millet yapan otuz iki adetlik diş yekûnu hep birden ağrırken, bir devleti devlet yapacak diş yazıhanesine bir de, bu ağrıyı çikolata ikramıyla dindirmeye çalışan laik-seküler diş hekimlik anlayışı hâkim olmuştur ve elinde diş fırçasından, periodontal ve ultrasonik tüm cihazlara kadar bütün bir şifa takımı olan İslamî diş hekimliği, tükürük torbacılarından daha adi bir konuma düşürüldüğü bu yazıhaneden kapı dışarı edilmiştir. Böyleyken, aynı yazıhanede dişten canı yanan her bir kimseye de, çığlık atarken İslam’a doğru bağırmak ve sövmek gibi enteresan bir tepki cihazı monte edilmiştir. Bu ülkede, ruh dişleri, madde dişleriyle beraber İslamî diş hekimliği tatbik edilmediği için acıyor ama çürüğe çikolata tatbik eden laik-seküler diş hekimliği gayet pişkin, çareyi daha fazla çikolatada ve İslamî diş hekimliği tesirinden daha fazla kurtulmakta gösteriyor. İnsan kızıyor ve:

-Eşşekliğin lüzumu yok, bir asırdır biz dışarıda, siz içeridesiniz ve ağrıyan her bir dişin mesulü de sizsiniz! Beceremiyorsanız, dışarı çıkın, içeri girelim!

Demek istiyor. Ama böyle bir kızgınlıkla bir anda söze getirilemeyen bir eksiklik de vardır ki; o da şudur:

-Onlar zaten, bizi maddede ve manada en galiz diş sancılarına duçar etmek için içerideler… Yani becerememeleri, aslında becermeleri demek… Becerilerinin hedefi ve eseri, becerememek…

İslam, belirttiği sistem ve nizam açısından müdahalecidir ama Türkiye’de İslam’ın müdahale hakkı, kıça pamuk tıkamaktan ibaret bir seviyeye indirilmiştir. Düşünün ki; kılıcı bile safî merhamet olan İslam, yelpazesi bile saklı ölümler kusan bir kötülük rejimi karşısında bir besmele tablosundan ibaret kılınmış ve duvara asılmış, bir mevlit şekerinden ibaret kılınmış ve ceplerde buruşturulmuş, bir maniden ibaret kılınmış ve mezar taşlarına gömülmüştür! Ve gene düşünün ki; bankaların içini, şehirler satın alacak miktarda boşaltan dev hırsızlar, birkaç aylık bir soruşturma ve belki hapisten sonra dışarı çıkar ve çaldıklarının sağladığı imkânlarla bey olarak yaşarlar, bu duruma kızarsınız ve böyle kimseler için İslam’ın telkin ettiği cezayı söylersiniz, Kemalizmin sahte merhamet konçertosu hep birden harekete geçer ve “hırsıza merhamet sonatosu”nu hep birden çalmaya başlarlar. Böyle bir hengâmda, varlıkları yağmalanan yüz binlerce garibanı düşünen yoktur ve herkes, teorik plânda elinin kesilmesinden bahsedilen hırsız için vaveyladadır! Gene düşünün ki; İslam’ın, türlü mesele karşısında belirttiği varlık Türkiye’de, ancak evlenme programlarında görüşü sorulan kart bir dulun varlığı kadardır:

-Ne dersiniz, yakıştılar mı?

-Bir kuru emekli maaşına olmaz gız aman ha… Dairesi var mı dairesi?

Ve dahi düşünmeyin; zira, Allah’ın insanlığa teklif ettiklerini bir millet, “Mazide kalmış eski kanunlar!” diye içine sindirebilmişse, düşünebilmek hassası bir yana, o milletin kaşığı götürmek için ağız yolunu nasıl bulabildiğine bile hayret etmek ve Allah’ın sabır ve merhametine şükretmek namınıza yeter iştir… Zira bu minvalde düşünmek, çıldırmak için yeter sebeptir. Çıldırmamak için düşünmeyin…

Millet, Müslüman… Rejim, laik… Laik rejime rağmen, laik rejimin sunduğu sahada mücadele veren Müslümanlar içlerinden Müslüman liderler çıkarıp laik rejimin başına geçiriyorlar. Sonra bir şeyler oluyor, insanlar ölüyor ve merhamet hissi sinelerde taşkınlar yaşıyor. Küçük bir kız çocuğuna tecavüz eden kart bir adam mesela… Toplum haklı olarak bütün katmanlarıyla bağırıyor:

-İdam isteriz…

Ya da darbe girişimi oluyor, yüzlerce vatandaş acımasızca öldürülüyor ve darbe bastırılınca katiller için bütün toplum gene tüm katmanlarıyla bağırıyor:

-İdam isteriz…

Hani demokrasi çoğunluk rejimiydi? Koskoca bu yalanı bir kenara bırakalım ve tek hakikat olan İslam’ın bu hususta ne teklif ettiğini gösterelim:

“Kısasta hayat vardır…” (Bakara-179)

Buyurun, bütün toplum, canice katledilmiş bir bayan etrafında halkalanmış ve katilin kısas olarak katledilmesini istemişken, hiç bari şimdi Allah’ın istediğine uyun ve katledeni katledin! Ama nerede sizde ve rejiminizde o yürek! Ormanda, peri tarafından kuşa çevrilen ama eksik sihirle sureti yerine sadece sireti kuş olan bir maymuna, yoldan geçen bir ayı misal:

-Sen nesin?

Diye sorsa, bu maymun nasıl sureti maymun gibi dalda sallanırken, cevabını siretindeki kuş ile öterek verirse, Türkiye’deki rejime de:

-Sen nesin?

Diye sorulacak olsa, sureti ne derse desin, siretinden çıkan ses onun, daima Batı alî menfaatlerini yerine getirmek üzere konuşlandırılmış bir ucube olduğuna delalet edecektir.

Ama gene de suretine bakın hele: Meclis’te partiler eliyle kanun yapılır ve yapılan bu kanun onaylanmak üzere Cumhurbaşkanı’na gönderilir. Cumhurbaşkanı onaylarsa da yasalaşır. Ama şimdi de, Müslümanların kendi içlerinden çıkarıp, hem de Cumhuriyet tarihinin en güçlü lideri olarak başa çıkardıkları Recep Tayyip Erdoğan’ın, darbeden tecavüze, her toplumsal hadise karşısında millete serdettiği şu yok hükmünde aforizmasına bir bakın ve Müslümanların nasıl da Türkiye’de “malikken mahrum”, “efendi iken köle” bir vaziyet belirttiklerini anlayın:

“Meclis’ten idam kararı çıkarsa, ben de onaylarım…”

Türkiye Cumhurbaşkanı olmakla beraber, aynı zamanda Meclis’in en büyük partisinin de genel başkanı olan Recep Tayyip Erdoğan’ın sık sık tekrarlanan bu cümlesinin, işine gelmeyen bir işi yapmamak için, onu duymak şartına bağlayan bir adamın:

“Ağzım söylerse ben de duyarım!”

Diye kurduğu bir cümleden daha manasız, daha mantıksız olduğunu anlamak için, mana ve mantık cihazı felce maruz kalmış bir insan olmak lazım değil midir? Yoksa Cumhurbaşkanımız, milletin mana ve mantık cihetinden mefluç olduğunu artık kabullendi de, toplumsal infiali plakalarında İslam yazan itfaiye araçlarına havale ederek söndürmek yerine, oyuncak bir itfaiye aracıyla geçiştirmek yolunu mu tercih ediyor:

-Al bakim seni gidi… Oyna bununla emi, yaramazlık yapma…

Cumhurbaşkanımıza öfkelenmiyoruz, onda garipliğimizi, acizliğimizi görüyor ve kendi halimize ağlayacak oluyoruz. Tevekkeli dememiş Büyük Doğu Mütefekkiri:

-Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya…

Öfkemiz, daha dün foseptikten damıtılmış diye kötülediği suyun başına geçince, onu halka zem zem gibi dağıtmaya kalkan şahsiyetsizlere matuftur. Şahsiyet, İslam’ı her şart ve iklimde ondan tek zerre şaşmaksızın savunan müminin imanındadır. İmansızlık, aleni şahsiyetsizliktir, şahsiyetsizlik, gizli imansızlıktır!

                İslam, “İnsanlar ayrı, ben ayrıyım, herkes işine baksın!” diyen, insan ve cemiyet meselelerinden tecrit olunmuş bir sistem olmadığına, aksine bütün insanlığı ve bütün toplumları kurtarma memuriyeti belirttiğine göre, gerçek mümin de, başıboş değildir, aksine o, başı bu ulvi gayeye bağlı olarak İslam’ın hâkimiyetini isteyen ve arayan kimsedir. Oysa Kemalizmin Türkiye’de tesis ettiği müesses sistem, İslam’a asla aktif bir ruh hakkı tanımamaktadır. O tanımıyor diyelim hadi… Bütün haldeki İslamî nizam, ennihayetinde tek tek mümin ruhlardaki ferdî nizamların toplamı olduğuna göre, dalda pişip başa düşen bir armudu bekler gibi de İslamî nizam aranmayacağını bizler niye bilmiyoruz? İslamî nizamın tesisi, evvela onu tek tek isteyecek mümin ruhlarda… Ama İslam’ın eşya ve hadiseler karşısındaki tavrını, teorik bir ölçülendirme çapında bile dile getirmekten korkulursa, küfrü pratik ve azgın şekilde icra eden Laisizm Gulyabanisi, hükümet etmese bile iktidarda olmaya devam etmez mi? İçinde bulunduğumuz vaziyet, tam da böyle bir duruma mütealliktir!

         Oysa Laisizm Gulyabanisi, bir şehir efsanesidir ve sırf, millet olarak İslam’ın billur köşkünde değil de, bize gösterdikleri ahırda yaşayalım diye uydurulmuştur. Bin seneyi aşkın oturduğumuz o köşk, aziz hatıralarıyla mahzundur ve millet, Laisizm Gulyabanisi’nden korktukça, eşeklere has hayattan daha sefil bir ahır rejiminin koynunda, mahzundur…

                Peki, Türkiye’de, bir yanda halis müminler, öbür yanda habis sekülerler var da, zıtlaşma iki taraflık bir çekişme tekdüzeliliğinden mi ibarettir?

Aslında halis müminler için habis sekülerler ile baş başa kalmak, kedi cürümleri ile fareye karşı baş başa kalmak gibi kolay bir vaziyet doğuracakken, sekülerizmin elinde idraki iğdiş edilen ve halis müminlik ile habis sekülerlik arasında gidip gelen yarım ve ahmak müminler sebebiyle kediliği kedi olarak kalırken, bir anda karşının fareliği köpekliğe inkılâp eder ve iş bu defa köpek elinde kedilik gibi müşkül bir vaziyet belirtmeye başlar. Bir örnekle izah edelim:

Caretta caretta kaplumbağaları malumunuz… Son yıllarda, nesilleri tükenmeye başladığı için üzerlerinde toplumsal bir merhamet ve gayret oluşan bu hayvanları, denizden çıktıkları sahil kumsalında ve de ellerinde ucu çengelli demir sopalarla bekleyen kimseler hayal edin… Emelleri, yumurta bırakmak için sahile çıkan caretta carettaları tek tek parçalamak ve bir daha denize dönmelerine engel olmak üzere onları öldürmek… Bunları, İslam’ı Türkiye’den büsbütün silmek isteyen azgın Kemalist zümre olarak tahayyül edin…

Şimdi de, bunların elinden takdir-i ilahi icabı kurtulan ve kumsal dehlizlerine yumurtalarını bırakmak muvaffakiyetine eren caretta carettalar düşünün. Birkaç ay kumsal toprağında pişen ve ennihayetinde içlerinden yavru kaplumbağalar fışkırtan bu yumurtalar, eli sopalı vahşi katliam grubuna denk gelmezlerse eğer, denize doğru sürüne sürüne gidecek ve yaklaşık 25 yıl sonra eğer ölmezlerse yumurta bırakmak üzere aynı sahile tekrar gelecekler… Şimdi… Yumurtasından henüz çıkan ve minik ayaklarını kumda sandal küreği gibi kullanarak denize ulaşamaya çalışan kaplumbağa yavrularını sürünürken gören ve yardımcı olmak için onları ellerine alan, sonra da götürüp denize bırakan kimseler düşünün…

Dışından bakılsa, bu kimseler küçük kaplumbağalara iyilik yapıyorlar. Ama hakikatte bu kimselerin yaptıkları şey, kaplumbağaları demir sopalarla öldürmekten farksız bir iştir. Çünkü yumurta içerisinde iken bu kaplumbağalar tıpkı insanlarda olduğu gibi yumurta sıvısından göbek bağı yoluyla beslenirler. Yumurtadan çıktıklarında da, hem üzerlerinde bu göbek bağından parçalar vardır, hem de zaten kan ve protein kokmaktadırlar. Denize ulaşmak için sahildeki sürünme aşamalarında, hem bu göbek bağı parçalarından kurtulurlar, hem de üzerlerine sinmiş protein ve kan kokusundan… Oysa merhamet tavrıyla tutulup bir an önce denize kavuşturulduklarında, üzerlerindeki protein parça ve kokusundan anında balıklara sinyal göndermiş olurlar ve balıklara açık büfe olmuş halleriyle ölürler. Ayrıca yavru kaplumbağalar, sahildeki sürünme safhasında yumurtadan çıktıkları sahili manyetik bir hafızayla kodlar ve yumurtalarını bırakmak için gelebileceği sahili de seçmiş olurlar. Doğumdan sonraki sahil seyahatinin caretta carettalar için hayati önem taşıyan bir başka yanı da, ilk defa yüzmeden evvel kumda kaslarına idman yaptırmış olmaları… Ama işte; demir sopalı kimselerin nefretle onlardan aldıkları can, ahmak kimselerce merhamet tavrıyla birlikte alınmaktadır ve hamakat belirten bu ikinci zümre, halis mümin ile habis seküler arasında gidip gelen ve ne ilki, ne de ikincisi olabilen yarım mümin kimselere taalluk etmektedir.

Mesela hükümet içinde Amazon birlikleri gibi yer tutmuş sözde muhafazakâr ve özde feminist gruplara ne zaman İslam’ın kadın hakkındaki ölçülendirmelerini sunsak, sahte bir merhamet tavrıyla araya:

“E görmediniz mi, filan kadını kocası nasıl yumrukladı!”

Gibisinden bir kalkan gerdirmeye kalkıyorlar. Dışından baksanız, dışından bakılınca küçük kaplumbağaların dostu gibi görünen insanlar gibi, bunlar da güya kadına dostluk etmekteler. Oysa kadını eli sopalı katleden kimselere karşı böylesi kimseler, kucaklayıp denize ulaştırmak ve balıklara yem etmek yoluyla katleden kimselerdir ama kaplumbağa irfan ve bilgi sisteminden habersiz insanların kalabalık belirttikleri bir toplumda, zavallı kaplumbağalar gibi garip kadınlarımız da çift taraflı bir madde ve ruh katliamına maruz bırakılmaktadır. Muhafazakâr iktidarın, kadın, aile, finans, hukuk gibi sahalardaki birçok icraatı, küçük kaplumbağaları taşımak suretiyle denize ulaştırmak mevzuundaki yersiz merhametle benzer bir histen doğmadır ve seküler muhalefetin ruh plânındaki ölümünü de bu ahmakane tavrı geciktirmektedir.

-20 yıldır memleketi ben yönetiyorum da, ne sebeple 20 yaş altı gençler içinde 20 yıllık muhaliflerim benden daha güçlü?

Bu soru geç de olsa iktidar kanadında sorulmaya başlandı da, gerçek sebebe ulaşıldığına biz halâ şahit olamadık… Tarihe, bu sebebe bizim hem ulaştığımıza, hem de bunu yüksek sesle haykırarak paylaştığımıza dair not düşmeliyiz:

-Çünkü 20 yıldır ruh hanemizin nice caretta carettasını bizzat taşıyarak denize, hem de balıklara ziyafet çektirmek üzere siz attınız!

Daha müşahhaslaştırmalı ve örneklendirmeliyiz:

-KADEM, kadınlarımızı ucu çengelli demir sopalarla ruhî plânda katleden MOR ÇATI gibi derneklere nazaran, onları avuçlarında merhametle taşıyıp denize ulaştıran ve keskin dişli balıklara yem eden çok dindar (!) ve çok merhametli (!) bir kadın derneğidir… Kadıncı bir dermek… Kadınist…

Eksik kalmasın diye şunu da kaydedelim:

Bazı kereler, yumurtalarından çıkan caretta caretta kaplumbağalarının, deniz tarafına doğru sürünmek yerine, asfalt tarafına doğru süründüklerine şahit olunmuş… Sebebi de şu: Denizi, ay ışığının yardımıyla bulan minik kaplumbağalar, kara tarafında şehrin denize bulaşmış çok fazla ışığına maruz kalınca şaşırıyor ve denizi asli yerinde değil de, ters tarafta zannediyor. Böyle anlarda kaplumbağaları, asfaltta kurumaktan korumak ve kumsala taşıyarak aslî istikametine sokmak, onlara iyilik yapmaktır. Ama işte ceratta carettaları böyle bir yoldan döndürmek üzere kucaklayanlar, o an hem ucu çengelli demir sopalarıyla aleni katliamcılara, hem de onların taşınmadan denize sürünmeleri bilgisine malik olmuş ama ay ışığı yanılsamasıyla asfalta gittikleri bilgisinden mahrum kalmış kimselere rastlasalar ne olur?

MOR ÇATI ile KADEM arasında sıkışan ve kadının gerçek dostu mesabesindeki gerçek müminlere Türkiye’de ne olursa, işte o olur…

Bir insanı, her ne pahasına olursa olsun öldürmek isteyen bir insana engel olmak muhaldir. Karısını ya da kocasını, her ne pahasına olursa olsun öldürmek isteyen bir erkeği ve kadını engelleyebilmek de neredeyse muhaldir. Öyleyse ilk elden yapılması gereken iş, erkeğin ya da kadının ne sebeple karısını ve kocasını illa öldürmek isteyeceği hususunu irdelemektir…

Karısına evden çıkarken bağırmış bir adamı, akşam eve geldiğinde polis marifetiyle vebalı gibi evine sokmayan ve kendisine altı ay boyunca evine giremeyeceğini söyleyen bir kanun, kanun değil, azmettirici bir suç ortağıdır. Bu dediğimizin ispatıysa, bu tarz kanunların icray-ı faaliyet ettiği günden bu yana kadın cinayetlerinin artan istatistiğinde mündemiçtir. Gerçek bir kanun, erkeği ve kadını ruh mafsallarından lif lif çengeller ve onları, biribirlerinin hukukunu korumak noktasında senkronize eder. İslam’ın, aile hukukunda izlediği istikamet budur. Oysa bugünkü kanunlar, erkeği kadın karşısında bir sömürge nazırlığı gibi ve kadını erkek karşısında bir işgal ülkesi gibi konumladıktan sonra, onun işgalini bunun kurtuluş savaşıyla çatıştırmakta, çıkan hengâmeyi de adeta purosunu tüttüre tüttüre izlemektedir.

Çocuğunun gözü önünde boğazı kesilerek öldürülen mazlum kadın, kocasından önce mevcut kanunların kurbanıdır ve onu kurbanlık listelerine ekleyen gerçek katiller, kaba merhamet hissinin istismarıyla daha fazla kadını kurban edebilmek için sahte ağıt yakıp durmaktadır.

Ey sahte merhamet! Seni gebertecek gerçek merhamete ne kadar da hasretiz!